Gibrat'ın sanıyorum kendisini de mutlu eden, kişiliğini,
çizgisi dışında hikayeciliğini de anlatabildiğine inandığı çalışmaları 1997
tarihli, bizde Erteleyiş adıyla yayınlanan Le Sursis ile başladı. 1999 yılında
çalışma tamamlandığında Gibrat'ın yeni bir evreye girdiği anlaşılıyordu. İkinci
Dünya Savaşı sırasında Fransız taşrasındaki çekişmeleri, Türkiyeli okurun çok aşina
olmadığı "iç savaş" evresini anlatıyordu. Milislerle direnişçiler arasındaki
gerilim, Almanlar, din adamları, kasaba hiyerarşisi derken arka planda
dokunaklı bir aşk hikayesi resmediyordu. Bana her zaman ilgi çekici gelen bir
yönü var Gibrat'ın, yaşanan olumsuzluğu koyulaştırmıyor. İnsanlar peşi sıra
ölüyorlar ama o acıyı yaşatmıyor karakterlerine. İyimserlik ve şimdiyi yaşamak
gibi bir tutunma çabası var hepsinin. Savaşın olağanüstü koşullarını, ölümün
sıradanlaşmasını vurgulamak için bunu tercih ettiği sanılmasın. Gibrat, renk seçimlerinden başlayarak yumuşak
bir dünya kuruyor. Ne yaşanırsa yaşansın gülebiliyor karakterleri. Geriye
dönmüyorlar. Huzursuz değiller, unutuyorlar.
Erteleyiş'te sarkastik bir erkek kahraman var. Konuşkan,
hedonist, ahlaki tartışmalara girmeyen yılgın biri. Kaçıyor, gizleniyor...O
adam güzel bir genç kadına aşık. Çocukluk aşkı. Saklandığı evden onu
gözetliyor, onu düşünüyor, özlüyor, kıskanıyor, aklı çıkıyor. Gibrat, o saf,
albenili, aşık olunan zarif genç kadını benzersiz ve tekmişcesine hikayesine öyle
bir istifliyor ki asıl mahareti öncelikle burada. Genç kadın, seyirlik, tipik
bir arzu odağına dönüşüyor. Gözetleyen sevgilisi gibi okuru da ona doğru seyre
yönlendiriyor. Bütün bunların yanına politik karmaşaya ilişkin teferrautlar
katıyor. Bu teferruatların belgeselci yönünü gözardı ediyor değilim, örneğin
Stalin karşıtlığına, Kiliseye yönelik memnuniyetsizliğe, İspanyol
Cumhuriyetçilere değiniliyor, ulusal direnişçilerin karmaşık yapısı ve kaotik
muğlaklılığı betimleniyor. Ama sanki hepsini o aşk hikayesinin naifliğini
anlatabilmek için kullanıyor. Öyle bir aşk ki, herşeyiyle habis ve şedit olan
bir dünyanın içinde tertemiz kalabiliyor. Gibrat, Erteleyiş'in kahramanı
Julien'e saklanması için ilk öğretmeninin evini seçmiş. Çocukluk anıları, saf
kalabilen, sığınabilecek nostaljik bir uğrak. Hatta, tarihsel arkaplanı
bütünüyle nostaljik bir unsur olarak harmanlıyor bile denebilir. 2008 yılında
başladığı Matteo dizisi için de benzer şeyler söylenebilir. 1914 yılında savaşla
başlayan hikayesi, Ekim Devrimiyle Petrograd'ta sürüyor; ilgi uyandırıcı bir
enerjisi var, siyasi panorama asla vasatın altında değil ama gel gör ki
hikayeden çok anarşist militan Matteo
ile sevgilileri Juliette'i veya Léa'yı hatırlıyoruz.
Gibrat, İngilizcede yayınlandığında Manara'ya
benzetilmişti. Ne üretirseniz üretin, piyasa herşeyi önceden bildiği kodlarla
tarif eder, başka bir şey olabilir ve tutunabilirseniz, siz de başka bir ölçüt,
kıyaslamak için bir başka nirengi noktası sayılabilirsiniz. Gibrat, Manara'ya
hikayecilik bakımından neredeyse hiç benzemiyor. Manara'nın cinsellik merkezli
bir aurası vardır, hayatı cinsel arzunun yönettiğine inanır. Gibrat ise açık
biçimde bir romantik, melodram anlatıyor bize. Erteleyiş'ten sonra hazırladığı
yine iki albümlük Le Vol du corbeau (2002 ve 2005) bunun tipik bir örneği. Çizdiği güzel kadınlar
sebebiyle erkek okurun ilgisini çekse de esasen bir soap opera anlatıcısı.
Mektuplar, günlükler, romanlar, masa başında konuşarak, pencere önünde susarak
ve hayaller kurularak geçiren zamanları sıkça resmediyor. Gibrat, cinsel
ilişkiyi değil hemen sonrasını, iki aşığın mutlu diyaloglarını göstermeyi
tercih ediyor. Erteleyiş'in Türkçe baskısı güzel olmuş, iki ayrı albüm
birleştirilmiş, sonrasına Gibrat'ın ilüstrasyonları eklenmiş. Şunu
eleştirebilirim: gerekçesini bilmiyorum,
orijinal ikinci albümün başında yer alan önsöz mahiyetindeki metne yer
verilmemiş. Sanki diyorum, Gibrat, albüm veya dönem hakkında metinler olsaymış
daha iyi olurmuş.
Radikal Kitap, 11.1.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder