Genelevde Yas, adından tahmin edilebilir, Beyoğlu "yeraltısıyla" özdeşleşmiş romanlarımızdan biri. Kısa kısa bölümlerle, hayli sert ve trajik, eski erkeklerin argo ağzıyla "keraneden manzaralar" sunuyor İrfan Yalçın. El hak, gerçekçi ve dehşetli diyaloglar kurmuş. Hemen söyleyeyim, Arap, romanın en akılda kalıcı karakteri, kontrolden çıkan hoyratlığı iyi resmedilmiş. Manzaralar dedim, Genelevde 14 numarada çalışanların nasıl bir hayat sürdürdüklerini okuyoruz, o fasıl seyrelebilirmiş, kadınlar karakter olarak derinleşemeyince kimi zaman karikatür gibi gözükmüşler. Romanın vardığı yere bakarak kimi meseleler başka türlü istiflenebilirmiş, okurken o hissi taşıdım. Yalçın, romanı "gerçek hayata" yakın tutmak istediğinden o karakter kalabalığını da gündelikle ilgili kimi fazlalıkları da umursamamış... Diğer yandan edebiyatımızda fuhuş alemi pek anlatılmıyor ama anlatıldığında da bu tonda - benzer bir renkle anlatılıyor. Demek istediğim roman o dünyanın ilk sahici metinlerinden... Sonradan gelen yazarlara ilham olmuş, o çok belli...
İshak, incecik bir öykü kitabı. İlk basımı 1960 yılında yapılmış, ister istemez mukayese edeceğim, bir defa Onat Kutlar dil, üslup ve hikaye evreni bakımından çağının, çağdaşlarının ilerisindeymiş. O tarihte kolay kolay anlaşılamazmış, gün gibi gözüküyor. Kitabın on yedi yıl sonra yapılan baskısına yazdığı önsöz, az bulunur güzellikte "akıllı" ki o da baştan sona bir farklılık gösteriyor, o kadar yıl önce yazdıklarını beğenmiyor Kutlar, mesafeli durmuş "toyluğuna"... Bu türden bir mesafe ve eleştirellik memlekette alçakgönüllük gibi anlaşılmaz, sahi sayılarak, itiraf ediyor denerek "kabul görür". Yazardan biteviye iddia ve gösteri beklenir çünkü. Kutlar'ın bir "arrogantlığı" yok değil, belki de o yüzden beğenmiyor veya "az yazmış"... Oysa keşke daha çok yazsaymış, benzeri bugün bile yok sanki...
Tuş, Orhan Umut Gökçek'in grafik romanı, kıyametvari denilen türden karanlık bir anlatı. Tuş'un kapakta geçen açıklayıcı cümlesi-sorusu şöyle: "Karşınızda havada asılı duran bir tuş belirseydi ne yapardınız?" Gökçek, yakın gelecekte her yerde zuhur eden-havada asılı duran düğme-tuş mekanizmaları hayal etmiş. İnsanlar düğmeye bastıkça ölmeye başlıyorlar, daha önemlisi ölümler kadar karamsarlık yayılıyor ve hayat duruyor vs. O tuşların belirlemesinden sonra olanları kısa hikayelerle bir dönem panoraması anlatır gibi resmediyor. Sakin ve insani bir sesi, edebi bir yavaşlığı, serüvene özgü hararete bulaşmadan anlatma tercihi var Gökçek'in. Tuş'un ilginçliği de bu karışımdan çıkıyor.
Kenan Hulusi Koray, genç yaşta ölen, fantastik ve korku edebiyatıyla ilgili kendisine öncülük atfedilen bir yazarımız. Daha önce okumamıştım, o nitelemeden haberdardım ama itiraf edeyim, iddia edildiği ölçüde bir öncülüğe ihtimal vermiyordum. Okuduğum Kavaklıkoz Hanı'nda Bir Vaka, kısacık bir şey, üç hikayesi seçilmiş...Bu azlıkla yanılıyor olabilirim ama önyargım geçmedi, pekişti... Evet, yazar olarak bir atmosfer oluşturuyor ve bu az şey değil, türe hakim olduğunu hissettiriyor, ne ki, auranın yanında güçlü bir hikayesi yok. Türün takipçisi iseniz, defaatle tüketilmiş o aurayı zaten aşinasınızdır. E bu da o auranın "yeni" olmadığını hemen anlamanızı sağlar, okuma zevkinizi tarumar eder. K.H.Koray adına şunu hissettim, pulp evreni için iyi bir okurmuş, evet yazabilirmiş, başka şeyler anlatabilirmiş ama sanıyorum o kadar "istememiş". Genç sayılabilecek bir yaşta, otuzlarının sonunda ölmüş ama Türkiye'de yazarlar, yirmili yaşlarda kendilerini göstermeye başlıyorlar, o bakımdan "istememiş" dedim.
Kesik Baş Cinayeti, meğer yaşanmış bir olaymış, yüz yıl önce tefrika edilmiş, oradan bir proje kapsamında derlenip kitaplaştırılmış, bir türlü çözülemeyen kanlı bir cinayetin katillerinin yakalanma hikayesini okuyoruz. Tefrikanın yazarı sahiden bir polis hafiyesi mi veya metin ne kadar özgün kestiremiyorum ama kişisel fikrim gerçek bir "vaka" ve "hafiye" iddiasıyla okur nezdinde ayrıca bir alaka yaratılmaya çalışıldığı yönünde. Romanın polisiye aklı değil de araştırma süreci ilginç diyebilirim. Demek istediğim, katili yakalamakla ilgili bir zeka gösterisi okumuyoruz, hafiyemizin bilgiye (ve katile) ulaşabilmek için gösterdiği maharet ve kurnazlıkları takip ediyoruz. Yalan söylüyor, kılık değiştiriyor, suçlularla pazarlık ediyor vs. Bu bakımdan ilgi çekici, o dönem bütün Avrupa'da zuhur eden "true detective" akımının bir parçası ve alamode bir roman olmuş. Diğer yandan en baştan anlatılmayan teferruatlar var ki onlar da hikayenin zaafları, örneğin cinayetin hırsızlık amacıyla işlendiğini -çalınan mallarla ilgili dökümü- finalde öğreniyoruz. İlk sayfalarda ve künyede ayrıca bir bilgi-isim verilmemiş ama kullanılan illüstrasyon ve fotoğraflar güzel... Metne eşlik eden resimler realistik çizilmişler, maktul ve hafiyelerin fotoğrafları da verilmiş. Yaşanmış bir olay vurgusunun gazete-dergilere satış getirdiğini "Karındeşen Jack" cinayetlerini anlatan (ve sürdüren) Londra basınından ve medya tarihinden biliyoruz.
Bulgakov'un Morfin'i iyi anlattığı taşra kırsalı ve doktorluk hikayelerinden biri. Bu aralar uyuşturucuya dair bir metinler inceliyorum, o sebeple yeniden okudum. Öykü, gerçekçi ve belgeselvari duruyor, o yıllarda bağımlılık pek anlatılabilen bir şey değil, arkaplandaki siyasi ve romantik deveranlar bir müptelanın yaşadıklarını güzel besliyor.
Gölde Akşam, Ajda Pekkan'ın oynadığı, onun dışında tek bir yerli oyuncunun yer almadığı, Paris'te geçen bir fotoroman. Kurgusu kötü, ardışıklığı zayıf bir çalışma. Ajda olmasa (hele bizim için) hiç "çekilecek-okunacak" şey değil. Ajda, hikayenin başında evli, kocası esrarengiz bir nedenle Fransa'ya gidiyor ve dönmüyor. Peşinden Paris'e giden Ajda, kocasını buluyor bulmasına ama ondan ne ilgi görüyor ne yüz buluyor. Bu fasıl güzel, gurbette bi başına kalakalan mutsuz bir kadın, hah diyorsun bir şey olacak. Tıs tabii, olmuyor. Senaryoda muammalı bir taraf daha var, gel gör ki o da berhava oluyor. Hikayenin varla yok arası kötü adamı Ajda'ya bir manto hediye ediyor. Ceplerinden para çıkan bir manto bu. Mantodan ne zaman para çıksa gazetelerde televizyonda bir soygun haberi duyu(ru)luyor filan. İnsan vay diyor, melodram içinde fantastik bir memba. Neymiş, nasılmış, nereye varmış derseniz, bir cevabı yok, o manto gaiplere havale ediliyor, unutulup gidiyor... Ajda, tekrar kocasına kavuşuyor diyerek bitirelim. Neymiş, aslolan hikayenin mutlu sonla bitmesiymiş, gerisi teferruatmış.
Sansür, Tan Oral'ın ödüllü ve sonradan yasaklanan çizgi filminin (1970) betimleyici yazılarla genişletilmiş kitabı. O yıllar için yenilikçi ve Doğu Avrupa'daki benzerlerinden geri kalmayan siyasi bir hiciv olan animasyon, kitap olunca sanki bir tık irtifa kaybetmiş. Masumluğu temsil ettiğinden hikayenin merkezinde bir çocuk olsa da anlatı çocuksu veya çocuklara yönelik değil. Grev sırasında polis şiddetine maruz kalan bir işçiye ait fotoğraflar ise medeniyet tarihimiz açısından trajik bir vesika. Hayat, tarih demişken, aslında bir yenilgiler tarihi, yaşayıp gidiyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder