Üniversitede ilk çalıştığım yıllarda bizim fakültede ders veren, altmışlı yaşlarının sonlarında olan iki öğretim üyesi vardı. İkisi de aslen gazetecilerdi, en az otuz yıl birlikte, aynı gazetede çalışmışlardı. İsimlerini vermeyeceğim, biri felsefe kökenliydi ve doktoralıydı, diğeri edebiyatçıydı (!) ve teknik derslere giriyordu. Felsefeci olan yazı işleri müdürü olarak amirliğini yapmıştı diğerinin. O edebiyatçının felsefeciye duyduğu nefretin benzerine hayatım boyunca rastlamadım. Nası tarif etsem bilemiyorum, bir insan bir başkasını sevmeyebilir, huyundan suyundan bakışından rahatsız olabilir filan ama bu sanki başka bir şeydi. Adı geçince gözleri kızarıyordu, kuruyup gidecek gibi oluyordu. Böylesini o yaşa kadar ne görmüştüm ne de onlardan sonra bir benzerine rastladım.
Edebiyatçının durumu sahiden vahimdi, birini sevmiyorsun
ama onunla çalışmak zorundasın. Hem de yıllarca… İş değiştiriyorsun, üniversiteye
giriyorsun, yine aynı adam karşına çıkıyor, başdöndürücü bir kader.
Hocalar ve öğrenciler ikilinin arasındaki husumeti bilir, gülerek
birbirlerine anlatırlardı. Hınzır öğrenciler sırf onları kızdırmak için laf
taşırlardı. Gerilimleri nedeniyle hemen herkesi güldüren, isimleri mutlaka bir
arada hatırlanan insanlardı. Bir de yaşlılar, yavaşlar, anıt mezar gibi koridorda
dolaşıyorlar… İkisi de süzme sağcıydı, ta Zafer gazetesinden. Siyasi bir ayrılık
değildi aralarındaki, kız meselesi deniyordu, biri öbürünün nişanlısını ayartmış filan, yalan dolan tabii. Kimse o nefretin nedenlerini
bilmez, kıkırdayarak bir şeyler uydururdu.
Felsefeciyle kısa bir süre aynı odada oturdum, böyle dal
gibi ipinceydi, kolunda o yıllarda az rastlanır bir gemici dövmesi vardı, pos bıyıklı, deli
gibi cuara tüttüren, eskilerin “Arap” dediği Ankaralı gazetecilerden. Gençliğini
düşününce makara kukara adamı olduğunu görebiliyordunuz. Diğeri, daima takım elbiseli, öğretmen edalı,
kırılgan, kolay sinirlenen, kolay kahırlanan, daha perhizkar biriydi. Ortada bir gerilim olunca
insan ister istemez karakter farklılıklarına dikkat kesiliyordu. Felsefeci, diğerini
umursamıyor gibi görünse de bile isteye bir iki laf edip çekilir, diğerini çıldırtırdı. Laf diğerine ulaşınca bir bakardık adam bam güm bir şeyler kırıyor, döküyor, odasında
deliriyor… Okul yönetimi aralarındaki gerilimi giderek önemsemez olmuştu,
onları fıkra kahramanı gibi görüyordu.
Sonra, kader bu ya, aynı anda emekli edildiler. O kadar yıl emekli edilmeleri gerekirken niye çalıştırıldıklarını kimse anlayamadı, o da ayrı bir mesele. Hizmetleri
için plaket verilecek, yapılan törene edebiyatçı, diğeri geliyor diye katılmadı.
Emekliliklerinin üzerinden beş altı yıl geçmişti ki felsefeci
olanın vefat ettiğini duyduk.
Ankara Basını ile ilgili bir belgesel yapılmış, ham
görüntülerini izliyorum, orada bizim emekli öğretim üyesi edebiyatçı ile de
konuşulmuş, merak edip ne söylediğini dinledim. İnanılır gibi değildi, edebiyatçı
lafı evirip çevirmiş, yine aynı yere getirmişti, yine felsefeciden söz
ediyordu. Nasıl öfkeli, nasıl kararıyor, nasıl kızarıyor konuşurken görseniz… Adamın nefreti
bir nebze olsun soğumamış, ölmesi yetmemiş ona, doyamamış nefrete, hâlâ aynı şeyleri tekrarlıyor… Söylediklerinin belgesele girmesi mümkün değil, bağlamı farklı, boşa konuşuyor,
soruya cevap vermiyor aslında… Bildiğin enerji kaybı…
Niye filan diyordum, sonra dank etti, şunu fark ettim. Adam böyle
kurulmuş, onu hayata bağlayan bir nefret bu… Başka türlüsünü bilemiyor. Başka
türlü bir algısı yok. Sen tutup bu nefreti elinden alırsan, gereksizleştirirsen
boşluğa düşecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder