Tepe, bir yolculuk ve takip çizgi romanı;
ilginçliği, mağara resimlerini andıran bir görsel biçimsellik taşıması. Fırat
Yaşa, bir önceki çalışması olan Avcı Nun’da (2013) bu çizgiyi kullanmış,
naif ve arkaik duran bir estetikle hikayesini güçlendirmişti. İç derinliği
olmayan, figüratif bir hareketlilik ve monokrom bir durağanlığı göz alıcı
renklerle başkalaştırmış, ortaya özgün bir aura çıkarmıştı. Tepe bunun
geliştirilmiş bir versiyonu olmuş, üstelik iddialı ve gayret isteyen daha uzun
bir hikayeye kalkışmış. Yolculuk hikayesi dedim, aslında dualistik bir
kutuplaşma içinde geçen bir çatışmayı, bir savaşı anlatıyor da diyebilirdim.
Antropologlar, örneğin 1960’lı yıllardaki çalışmalarıyla Malinowski, ilkel
toplumlarla modern toplumları veya ataerkil toplumlarla anaerkil toplulukları
karşılaştırarak zihin açıcı çıkarımlarda bulunmuştu. Buna göre siyasi gücü
merkezileştiren, bir bölgede yerleşikleşen, tek tanrıya inanan ve ahlak
değerleriyle gündelik yaşamın yönetiminde bu tek tanrıdan destek alan
toplumlar, göçebe toplumlara göre daha baskıcıydı. Cinsel hayatın denetimi,
hiyerarşiye yapılan vurgu, ataerkil toplumlarda daha yoğundu. Anaerkillik ise daha
özgürlükçü ve katılımcı bir hayat biçimini getiriyordu. Kadınların varlığı ve
meşruiyeti, toplum içinde söz söyleyebilir olmaları, ataerkilliğin aksine yüz
yüze, eşitlikçi ve demokratik bir kamusallığa yol açıyordu. 1970’li yıllarda
kapitalizme ve modern topluma yönelik eleştirellik arttıkça, özgürlükçü ilkel
toplum modellerine ilişkin romantik bir ilgi oluşmuştu. Cinselliğin baskısızca
yaşandığı, lidersiz ve tanrısız, eşitlikçi söz hakkının yeniden inşa edildiği
doğa komünleri de o tarihlerde yaygınlaştı. Fırat Yaşa’nın hikayesi bu ayrımı
bilerek kurulmuş; Avcı Nun da böyleydi. Tepe’de bir tarafta tek
tanrılı, tek dinli ataerkil bir düzen var, diğer tarafta doğa, canlılar ve
azınlıkta kalan anaerkil gruplar. Miyazaki’nin popüleştirdiği insan-doğa
dikotomisi de benzer bir dille kuruluyor; hayvanlarla konuşabilen birilerine,
insanların şiddetine şaşıran hayvanlara, insanların saldırganlığından usanarak
onlardan uzaklarda yaşayanlara rastlıyoruz. Antropomorfik bir bakışı var
hikayenin, insani özelliklerin diğer canlılara atfedildiği mağara resimlerinin
mantığını sürdürüyor demek daha doğru.
Tanrıya kurban edilmek
üzere yakalanan anne ve yavru ceylanın insanların elinden kaçmasıyla açılıyor
hikaye. Tanrının gazabına uğramaktan korkan insanlar da hayat memat hiddetiyle
onların peşlerine düşüyor. Takip, hikaye adına, ilkel dünyanın tanıtılmasına
yarıyor. Albümün girişinde, hikayenin geçtiği zaman, “insanın hayvanlıktan
çıkmaya başladığı zamanda. Hayvanların zamanının sona ermeye başladığı zamanda.
Yalnız, yaşlı ve taze dünyanın insan eliyle değişmeye başladığı zamanda,” diye
tarif edilmiş. İnsanın başkalaşarak doğaya ve hayvanlara hükmettiği bir
dönemdeyiz… İlk sayfalarda konuşan Tilki, insana güvenilmeyeceğini ve ondan
korkulması gerektiğini söyleyerek hikayenin gidişatına dair bizi uyarıyor.
Peşindeki avcılardan kaçan yavru ceylan Mur, insanların yapıp ettiklerine şahit
olduğundan endişe ve korkuyla, ayrılmak zorunda kaldığı annesinin akıbetini
düşünüyor. O düşündükçe kareler ve karelerdeki imgeler, mağara resimlerini
andırırcasına küçülüp büyüyor, renkler, yıldızlar ve bulutlar masalsı bir
büyüleyicilikle Mur’un hislerine eşlik ederek değişiyor. Mur, kaçarken, hayvan
arkadaşı tilkiyi kaybetmiş Rat’la karşılaşıyor. Rat, annesinden aldığı Şamanik
bir kalıtımla, hayvanlarla konuşabilen bir insan, bir toprak canlısı, tıpkı
diğer hayvanlar gibi. Onları kovalayan Gökbaba’nın itaatkar insanları gibi
değiller. Ruhlarının sonsuza kadar gökyüzünde (cennette) yaşayacağına
inanmıyorlar. Bu da Yaşa’nın hikayeye özgü bir ayrımını, toprak (doğa) ile gök
(fetihçi insanların düzeni) karşıtlığını belirginleştiriyor. Aralarındaki
çatışmayı kimin kazandığı bugüne bakarak anlaşılabilir; hoş, Yaşa, rövanşist
bir final yapmış ama hikayenin rüyaları önemseyen ve onu bir gerçeklik düzlemi
olarak asıl hikayeye koşut biçimde istifleyen iyimser yönsemesi nedeniyle
öylesi sert bir etki yaratmıyor. Rüya görmek, rüyaya yatmak, rüya ile yaşanan
hayatı ve geleceği açıklamak, kendini rüyaya bırakmak Maya-İnka mitolojisinde
hayli yer tutar. Tepe, Maya-İnka mesellerini hatırlatıyor hikaye olarak.
Böylesi bir izlenimi ve vehmi, Yaşa da saklamıyor zaten. Yol ve yolculuk,
mesellerde, büyüme ve olgunlaşmayı, anlama ve kabullenmeyi, farklı bir yola
girmeyi ve yeniden başlamayı içerir. Tepe’nin rüyaları iyicil ve öğreticiler,
mutlulukla konuşuluyorlar. Ölünce ne olacağını bilmeyen Rat, sevdiklerini
içinde yaşatarak, onları hatırlayarak mutlu olabileceğini öğreniyor.
Yaşa’nın hikayelerinde kötüler, hayatı yöneten ve yönlendiren güç odağı olan
tek adamlardan çıkıyor. Etraflarında ona tapan bir güruh oluyor ki
kendisi olamayan, bireyselleşemeyenlerin iyi insan olamayacağına inanıyor.
Tepe’nin kendileri gibi olmayanları bertaraf eden bağnazları, yaşadığımız
dünyaya bir gönderme olarak okunabilir ama Yaşa, aktüelde odaklanan yazarlardan
değil, hoşnutsuzluğunu gösterse de, ruhani bir içe kapanmayı, çatışmadan daha
fazla önemsiyor. Hayatın sürekliliğine ve sonsuzluğuna inandığı için çekilen
acıların bir yanılsama olduğunu, bir edebi çıkış olarak işaret ediyor.
Yaşa, albüm üreten, iş çıkartan, iddiasını işleriyle gösteren, az konuşan,
çalışkan bir çizgi romancı. 2010 yılında çıkan ilk albümü Çizgili Pijama’dan
bu yana üç yılda bir yeni bir çalışma tamamlıyor, bir hikaye evreni kurarak
devamlılık gösteriyor. Tepe, daha kısa olabilirmiş ve bazen biçimsellik
hikayenin ve karakter ayrışmasının önüne geçmiş; geçmemeliymiş, daha ayırt
edilir olmalıymış ama güzel renklenmiş, uğraşılmış, meselesi olan bir albüm bu.
Yumuşak ve insancıl, üstelik “yerli durmayan” işler üretmiyoruz, o bakımdan
ayrıca önemli.
Sabit Fikir, Ağustos 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder