İnsanlar genellikle geçmişi-dünü özlemle anar, bugünden
hazzetmezler; her şeyin günbegün kötüye gittiğini düşünürler, buna göre yarın,
bugünden mutlaka daha kötü olacaktır. Çocuklarımız için endişelenmekte, memleket
için korkmakta haklıyızdır. Nostalji, bu hissiyatın temel nedeni ve sonucudur,
kendiliğinden gelişmediği de aşikârdır. Birkaç kaynak gösterilebilir, eğitim yoluyla devletler, tarih ve
geçmişlerine ilişkin bir “altın çağ” yaratırlar. Bir dönem ya da karizmatik bir
lider, o altın çağı yaratmış, sonrasında süratle, her ne varsa, altüst
olmuştur. Örneğin 1923-1938 arası Türkiye’nin Altın Çağı olarak tanımlanır, buna
göre 11 Kasım 1938 sonrası hayatın kötüye gitmesinden daha doğal bir şey yoktur.
Kültür endüstrisi, nostaljiyi tecimsel olarak pazarladığı için gerek altın çağ
gerekse kolektif hafızada yer eden, pazarlanabilir mitler ve diğer şeyler,
“para” ettiği sürece yeniden ve yeniden hatırlatılırlar. Hatta aralarında
gerilimli bir ilişki de kurulur; bir taraf, işin ticarete dökülmesinden
rahatsızdır, diğer taraf resmiyet kalıplarından şikâyetçidir, çağ
değişmektedir, artık başka türlü bir yorum ve portre resmedilmelidir.
Atatürk’ün reklamlarda kullanılmasıyla ilgili tartışmaları veya resmi
dairelerdeki fotoğraflarında elindeki sigara ya da tespihin silinmesini hemen
hatırlayabiliriz.
Nostaljinin kaynağı, bugünle didişen, genellikle
modernizme yönelen eleştirel bir duyarlılıktır. Ama gerek eleştiri gerekse
duyarlılık olarak tanımladığımız hissiyat, analitik değildir, asıl olarak bir
tür vicdani serzeniş, siyasal romantizmle ifade edilebilecek bir tür
yakınmadır. Modernizmin dönüştürücü gücü karşısındaki çaresizlik, geçmişe
başvurmaya, bazen kaçmaya zorlar insanları. Geçmiş, bozulmamış olan “asıldır”.
Nostalji, geçmişe duyulan özlem ve melankoli duygularını harekete geçirir,
kendiyle var eder. Bir tür ümitsizlik kültürüne dönüşür; toprak, kültür,
gelenek veya geleceği temsil eden gençlik yozlaşmakta, yitirilmektedir.
Modernizm ve dolayısıyla kapitalizm, yozlaştırıcı ölçülerde her şeyi bir
örnekleştirmekte, her türlü özgün nişi ayrım yapmaksızın köreltmektedir. Altın
çağ nostaljisi genellikle bu dönemlerde devreye girer. Toplumsal değişim ne
kadar hızlanırsa nostalji o raddede güçlenir. Seksenli yıllarda beklenmedik
biçimde gelişen Beyoğlu nostaljisini düşünelim. Vakt-i zamanında kibar
hanımların ve seçkin beylerin en iyi kıyafetleriyle dolaştıkları semtin, mevcut
gelişimine hayıflanılmış, o günlerin gözde tahkir ifadelerinden biri olarak
magandalar, şehre yeni gelen göçmenler bir suçlu gibi değişimin sorumlusu sayılmıştır.
Oysa çok değil, birkaç on yıl önce, Beyoğlu, özellikle edebiyatta ve
gazetelerde romanesk bir imge olarak başka bir biçimde kullanılmıştır: Beyoğlu yabancıdır, Türklerin benliklerini
kaybedebilecekleri bir mekân, baştan çıkarıcı tekinsiz bir “dünya”, “bir türlü,
tamamen, bizim olamayan” bir yerdir. Ama bu Beyoğlu tahayyülü geçerliliğini
yitirmiş, hiç de kozmopolit olmayan, elimizden alınan, taşra tarafından işgal edilen
kibar bir muhit olarak vazedilir olmuştur. Turgut Özal dönemidir, yok sayılan
arabesk meşrulaşmış, kamusal alana faş etmiştir. Beyoğlu, arabeske ve “o yoz
müziğin” dinleyicilerine, dolayısıyla Özalizm’e karşı korunması gereken bir
mevzi konumuna getirilmiştir. Nostalji söz konusu olduğunda referans imgelerin
sıklıkla değiştiğini rahatlıkla görebiliriz. Bugün pek çok arabesk şarkıcı,
nostalji kültürümüzün bir parçasıdır, reklamlarda boy göstermekte, klasik
sayılmaktadır. Diğer yandan Beyoğlu elitizmi unutulup gitmiştir. Referansların
dönemsel olarak farklılık göstermesi kuşkusuz tuhaf değil. Her şeyden önce,
geçmişe bugünün dertlerinin içinden bakarsınız ve bugün, ister istemez dün’ü
belirler. Hal bu olunca, dün ve altın
çağ, farklılaşan bir bugün sorunsalıyla ve günün makbul olanına göre sürekli
yenilenir.
Memleketin nostalji kültürüyle ilgili özel bir durumdan
da söz edilebilir, kişisel olarak bunun kimi imgelerin yeniden ve yeniden
kullanılmasında önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Latin alfabesine
geçilmesiyle birlikte 1928 öncesini bilmek, gerektiğinde okuyup değerlendirmek
özel eğitim almış, sınırlı bir kesimin tekeline kalmıştır. Cumhuriyet, redd-i
miras politikası dolayısıyla geçmişi seçerek ve kendi imbiğinden damıtarak
aktarmıştır. Örneğin otuzlu yıllarda, bir başka ifadeyle cumhuriyetin altın
çağında, Osmanlı değil Orta Asya bir altın çağ olarak gösterilmiştir; bir milad
istenmiş, yeni tarihe ve kültüre bugünü vareden bir dün aranmıştır. İlerleyen
yıllarda 1923-1938 döneminin, 10.yıl mitolojisinin Orta Asya nostaljisine ikame
edilmesi ise ideolojinin işleyişi gereği kaçınılmazdır. Orta Asya nostaljisi ve
asıl’lık vurgusu kaybolmuş değildir ama
anaakım da değildir artık. Vurgulamak istediğim, cumhuriyet temel alındığı için
elde avuçta kalanın hepi topu seksen yıllık bir dönem olması. Ben buna
Cumhuriyet folklorunun sınırlılığı diyorum. Kapitalizm, yaygınlaşabilmek adına
resmi kültürle birlikte hareket etmek zorunda olduğu için, reddi miras
politikalarına uyum göstermiş, söz konusu sınırlılığı yeni yorumlarla çeşitlendirmiştir.
Atatürk, Metin Oktay, Türkan Şoray, Ayhan Işık, Deniz Gezmiş, Lüküs Hayat
Kabaresi, Hababam Sınıfı ya da Zeki Müren aynı ailenin ve iyiliğin temsilcileri,
nostaljinin ve cumhuriyet folklorunun aktörleri olarak gerçeküstü bir düzlemde
birlikte yaşıyorlar. Üstelik, sadece geçmişi ve kendilerini yadetmek için var
edilmiyorlar, siyasi bir tavırla farklı bir gelecek ihtimalini de taşıyorlar.
Nostalji hissiyatının sanayi toplumu evresinde,
modernleşme ve kapitalizme karşı gelişip yeşerdiği genel olarak kabul edilir.
Oysa bugün, kapitalizm uyumluluk yeteneği ve hızı sayesinde nostalji evrenini
ve ikonlarını, bir başka ifadeyle hasmını kimliklendirir hale gelmiştir.
Üstelik global ölçekli bir pazarlama yapıldığı için ülkelere özgü yerel
içerikler, global olan asıl’a ya benzetilmekte ya da benzediği ölçüde var
edilmektedir. Kapitalizmin nostaljinin asıl belirleyeni olduğu, resmi kültürün
ancak bu değişkene bağlı olarak kendini revize edebildiği bir çağda yaşıyoruz.
[2010 yılında yazmışım, bir konuşmaya dayanıyordu.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder