![]() |
Pazartesi, Şubat 17, 2025
Duyurulur...
Pazar, Şubat 16, 2025
Kalbim Duracakmış Gibi
![]() |
Cumartesi, Şubat 15, 2025
Ot
![]() |
O kadın ve o adam, bir daha konuşmadılar ve yıllar yıllar boyunca hiç karşılaşmasalar da birbirlerini hiç unutmadılar.
Cuma, Şubat 14, 2025
Halidanım
![]() |
Perşembe, Şubat 13, 2025
Cringe
![]() |
Kavram aslına bakarsanız son on yıldır popülerleşti,
çeşitli internet platformlarında “Cringe compilation” adı altında toplanan kısa
videolarla yaygınlaştı diyelim. İnsanların utanç verici halleri çok sık paylaşılmaya
başladı demek daha doğru. Genellikle başarılı insanların hayat hikayeleri ya da
motivasyon sırlarının merak edildiği düşünülür. Oysa anlaşıldı ki başarısızlık
daha çok merak ediliyor, “sıçış hikayeleri” daha çok konuşuluyor. Cringe tam da
bu noktada devreye girdi, insanların yapaylıkları, utanılası halleri,
sıçmaları, saçmalamaları, yetersiz olmaları, onları seyredenlerin daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Cringeworthy denilen kötü oyunculuklar,
anlamsız özgüven, taklitler, utanç verici gösteriler, garip danslar çeşitli
biçimlerde seyirlik bir eğlence aracına dönüştü.
Eskiden, en azından benim gençliğimde “salaklığın teşhiri”
derdik, genellikle sağcıların yapay yükselişleri, büyüklenmeleri, teatral şairanelikleriyle,
içi boş özgüvenleriyle gırgır geçerdik. Bir tür ergen öfkesi ve küçümsemesi
içerirdi, okur yazar orta sınıftan aşağıya doğru bir tür “cehalet” eleştirisi olarak
okunabilirdi yaptıklarımız. Sonra anti medya filan başka bir şey oldu, salaklığı
teşhir solculuk bile sanılmaya başlandı. Halbuki oradan anca ergen hallenmesi
ve besili kolejli kıkırdaması çıkar, o da çıkarsa…
Cringe o kadar yayınlaştı ki “This is so cringe” deyişi
global popüler kültüre dahil oldu. İnsanlar eski yazılarını ya da
fotoğraflarını görünce daha en baştan (bir önlem alır gibi) bu çok krinç
demeye başladılar. Bu özürcü (apolejetik
) savunma herkesi etkileyen bir ruh haline dönüştü. Epey zaman oluyor, 14-21
arasında bir grup genç erkekle epey zaman geçirmiştim, fark ettim ki
internette linçlenmekten alenen korkuyorlardı, orada “konuşabilmek” için bir
eşik vardı ve eşiği henüz geçememişlerdi, kendi isimleriyle konuşamıyorlardı.
Hata yapmaktan korkuyorlardı aslında…
Cringe bu kadar çok konuşulunca rezil olma korkusunu
aşmaya yönelik bir ara niteleme de üretildi, “ciringe but free” ya da “but
based” deniyor buna, Türkçesi “boktan olabilir ama samimiyim-sahiciyim”
önkabulü ve umursamazlığı… Benim şarkım, benim fikrim, benim yayınımın riskini
azaltacak bir tür özürcülük daha… Cringe kültürüne yönelik tepkiler yine aynı
dönemlerde çıktı, insanların utanmadan paylaşım yapabilmesini savunan görüşler,
siz de şahit olmuşsunuzdur, genellikle tiktok kullanıcıları tarafından
başlatıldı. Onlara yönelik aşağılama ve tezyifi, doğallıkla, samimiyet ve
yerlilikle karşıladılar. Kendileri o yolla
savundular. Bir iki gün önce özürle ilgili yazmıştım, burada gelişen özürcülük,
tahkirden kurtulmak ve hoşgörülmek isteyen bir özür… Ortaanadolu ağzıyla
söylersem, “kusura kalman, durumumuz yok” diyerek beklentiyi düşüren bir özür…
Global popüler kültürde cringe kültürünün öldüğü, sıradan insanların dünyayı demokratikleştirdiği, içinden geldiği gibi davrandığı ve konuştuğu, kimseye hesap vermek zorunda kalmadığı falan filan söyleniyor…ama ortada bitme filan yok… Cringe, sosyal medyadaki nefret kültürünün ve onunla ilişkili linçleyici saldırganlığın doğal parçası olduğu için etki-tepki bağlamında çook yaşayacak bir şimdiki zaman kavramı…
Çarşamba, Şubat 12, 2025
Bir ki üç deneme
İki gün önce sosyal medya hesaplarımdan birinde kendimce küçük bir deneme yaptım, onu anlatacağım... Grip geçiriyorum, o gün de yataktan çıkamamışım... Hastalığın sıkıntısıyla bir süredir kurcaladığım ai işlerine devam ettim, yaptığım da şu: yapay zeka programları yardımıyla üçer dörder saniyelik canlandırmalar çıkardım, popüler algılar var, işte öpüşme kurgusu var, sarılma sekansı filan... Sevgililer için hazırlanmış tatlı tuzaklar...
Ben
onları kullanarak, gotik bir klip yaptım, o videolardan oluşan bir şey
hazırladım ve hesaplarımdan birinin hikaye kısmında paylaştım... Bir saat
sonunda da sildim... Tabii ki çok çok ilgi gördü, o sürede görenler varsa
benden beklemedikleri için şaşırmış olabilirler. Çünkü şöyle şeyler yaptım.
Gotik karakterli çizimlerden seçimler yaparak abartılı bir biçimde estetize
edilmiş kadınlarla "öpüştüm" ya da onlara "sarıldım".
Aslında paylaşırken bile kabul görmeyebilir diyordum ama yapay zeka, çizgiyle
ilgili "çıplaklıkta" daha sakin ve mesafeli davranıyor. Sanat
algısında bir esneklik var, global popüler kültürün kodlarında da böyle bir
tutum var aslında...
Ne ki
erotik olduğunu düşündüğü bir klibi hemen kapak sayfası yaptı. Onu öne
çıkarttı. Benim hikayemi görenler etine dolgun bir kadınla beni gördüler o
yüzden... Yanlış anlaşılmasın, ürettiğim ya da paylaştığım kliple ilgili bir
gerginliğim olmadı... Nasıl karşılanacağını görmek istedim, şöyle söyleyeyim,
hikaye paylaştığımda bir gün içinde ulaştığım en yüksek izlenme oranına kırk
beş dakikada ulaşıldı... Mesele sadece erotizmin kıyısında filan olmak değildi,
benim bir abi, hoca ya da "yazar" olarak başka bir portre çizmemle,
yani cringe kültürü ile ilgili de bir yönü oldu. Klip, hasta yatağımda ateşli
aklımın oyuncağı oldu. Cringe ile ilgili ayrıca yazacağım.
Merak
edenler olabilir, yaptığım kliplerden birini yukarıda paylaştım.
Salı, Şubat 11, 2025
Yapay zeka ve bana dair bir yorum
![]() |
Yaşadığımız dönemin en önemli keşfi olduğu için yapay zeka işlerini konuşup duruyoruz. Çevremdeki akademisyen arkadaşlarım chatgpt gibi programlarda kendilerini sormuşlar, haliyle ben de merak ettim. Önce “kim bu arkadaş” diye sordum, Wikipedia temelli biyografik bilgiler verdi. Tarzımı sorunca aşağıdaki metni paylaştı. Ansiklopedik bir ağırlığı olduğu için yorum, doğrudur eksiktir bilmiyorum ama bunu kim yazmış, nerden derlemişler merak ettim. Paylaşıyorum.
"Levent Cantek'in tarzı, genellikle toplumsal gözlemler, tarihsel arka planlar ve karakter derinliğiyle öne çıkan bir anlatıya dayanır. Yazdığı çizgi romanlar, grafik romanlar ve senaryolar, hem popüler kültür ögelerini hem de siyasi ve sosyolojik temaları bir araya getirir. Tarzını şu başlıklar altında özetleyebiliriz: Hikâyelerinde genellikle büyük şehirlerin sert gerçekleriyle taşranın durağan hayatı arasında sıkışmış karakterler yer alır. "Bozkır" ve "Emanet Şehir" gibi eserlerinde, Anadolu'daki taşra yaşamının karanlık ve melankolik yönlerini başarılı bir şekilde işler. Tarihsel ve toplumsal bir arka plan oluşturmaya özen gösterir. "Yeşilçam" dizisi, Türkiye'nin sinema sektörünü ve toplumsal değişimlerini bir araya getirirken, "Cumhuriyetin Büluğ Çağı" gibi çalışmaları, modern Türkiye'nin kültürel dönüşümünü ele alır. Çizgi roman çalışmalarında da 1970'ler, 80'ler ve 90'lar gibi belirli dönemlere dair güçlü referanslar bulunur. Sert ve gerçekçi bir anlatım dili vardır. Polisiye, suç ve kara film (noir) ögeleriyle beslenen hikâyeler anlatır. "Bozkır" dizisinde, kasvetli ve psikolojik derinliği olan bir anlatım tercih etmesi bu yönünü açıkça gösterir. Karakterleri genellikle kusurlu, çatışmalarla dolu ve gerçekçidir. Çizgi roman kültürüne yakınlığıya tanınır. Çizgi roman ve grafik roman anlatısında, görselliğin gücünü metinle birleştirerek atmosfer yaratmada ustadır. Hikâyelerinde hüzünlü, melankolik karakterler ön plandadır ama mizahi bir dil de kullanır. Özellikle alt sınıflara, kaybedenlere ve yalnızlara dair bakışı sert olduğu kadar ironiktir. Eski Türk filmlerinden, Yeşilçam melodramlarından ve kara film geleneğinden etkilenmiştir. Genel olarak, Levent Cantek’in tarzı; kentli taşra çatışmasını, sert gerçekçiliği, toplumsal tarih anlatısını ve sinema-referanslı hikâye anlatıcılığını harmanlayan, çarpıcı ve etkileyici bir üsluba sahiptir. Özellikle çizgi roman ve televizyon senaryolarında, derin karakter analizleri ve güçlü atmosfer yaratma yeteneği ile öne çıkar."
Pazar, Şubat 09, 2025
Helal Olsun!
![]() |
Biliyorsunuz, genellikle ölüm döşeğinde, ayrılık ya da
vedalaşma anlarında helallik istenir. “Hakkını helal et” diyen kişi, geçmişin
hesaplarını kapatmak ister. “Üç günlük dünya” deriz, “gelip geçiyoruz,
büyütmeyelim, uzatmadan kavilleşelim” denir. Özür ise daha farklıdır;
pişmanlıkla gelir, kabullenmeyle başlar, olmuş bitmiş bir hatanın itirafıdır.
Helalleşme, İslam ve Doğu toplumlarına özgü, özür
dilemekse evrensel bir anlam taşıyor gibi geliyor bana. Galiba bu yüzden içinde
yaşadığımız kültürel yarılmanın bir sonucu olarak, sağcılarımız pek özür
dilemiyor, her defasında helallik istiyor. Özür ve helallik aynı cümle içinde
pek yan yana gelmiyor. “Bir haksızlık yaptıysam özür dilerim, hakkını helal et”
dendiğini duymamışsınızdır. Sanki bunun yerine, “Kusura bakma…” ile başlayan
cümleler geliyor; “hakkın geçtiyse affet”, “bilmeden bir kusur ettiysem
bağışla”… Cevaplar da duruma özgüdür: “Helal olsun”, “lafı bile olmaz”, “başım
üstüne”… Sonunda tokalaşılır, sarılınır, erkeklerse omuzları mutlaka patpatlar.
Birine “hakkını helal et” dediğinde, insanların mırın
kırın ettiğini “etmiyorum” dediğini duymadım. Özellikle cenaze namazlarında…
İmamın “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorduğu anlarda bu yaşıma kadar bir
aksini görmedim. Çocukken, merhum ya da merhumenin tabuttan mücella bir duman
gibi yükselip cemaate, muvahhiş bir edayla “Benden yana hakkınız varsa helal
edin” dediğini hayal ederdim. Haliyle korkardım o hayalimden. Sonra “Helal
olsun” diyenleri düşünüp kendi kendime gülerdim: İsterse demesinler…
Bu korku kadimdir ve hep vardır. Ölmeden, öbür dünyaya
geçmeden günahlardan arınmak istiyoruz. Kul hakkı yemek büyük günah çünkü;
helallik alınmadığı sürece Allah’ın da o hakkı affetmeyeceğine inanıyoruz.
İnsanlar bu yüzden helallik istiyor, titriyor-çırpınıyor.
Aslında bu korku sadece İslam’a özgü değil. Bütün
dinlerde, hatta yükselen yeni dinsel öğretilerde bile benzer bir endişe düzlemi
var. Bu dünyayı iyi yaşamayan, suçlu ya da borçlu olanlar, bir sonraki hayatta
cezalandırılırlar. İyi ve kötü eylemlerimizin bizi aşan bir hesabı olduğuna
inanıyoruz, ya da bunun bir versiyonuna inanıyoruz.
Hazreti Adem, cennetten kovulduğunda kabahatliydi. O da af dilemek, özür dilemek istiyordu. "Vicdan, dinden önce vardı" derler ya… İşte o hikâye de ta buralarda başlıyor.
Cumartesi, Şubat 08, 2025
Renkler
![]() |
Renklerle ilgili fotoğrafın iki kontrastı var; birincisi, erkeklerin kıyafetleriyle fondaki çarşaf, nevresim, bez ve poplinin renk ve desen farklılığı... ikinci kontrast ise aynı farklılığı içerisi-dışarısı olarak okuyabilmemiz. İçerisi daha renkli, dışarısı daha ciddi ve koyu... yani ilki kadınlara ait ve kadınsı, diğeri erkeklere ait ve erkeksi...
Arada yazarım, Aziz Nesin siyah, gri, kahverengi gibi renkler dışında kıyafetler giymez, çocuklarına da kadınsı bulduğu için giydirmezmiş... "Erkeği bozar" gibi bir mantığı olmalı. Eşcinsel sanılabilir, bir işaret olarak görülebilir, yanlış anlamalara sebep olabilir diye düşünürmüş veya...
Türki devletlere gidenlerle konuşursanız, hemen hepsi anlatabilir, ahali, Türkiye'den geldiğinizi görür görmez anlıyormuş. Kılık, kıyafet ve renk seçimlerimiz onlardan farklıymış. Bir arkadaşım, yirmi yıl önceki Türkiye gibi giyiniyorlar demiş, bir başkası hep siyah giyiniyorlar yorumu yapmıştı. Üniversitede çalıştığım yıllarda, epeyce Türki öğrenci vardı, yanıma gelip giden, benden okumak için roman olan çocukları düşünüyorum da hepsi, kumaş pantolonlu, gömlekli, gri ya da mat renkliydi. Seçimler sadece yoksullukla ilgili değildi, zihniyetle alakalıydı.
Totaliter rejimler tek renk üzerinden kendilerini kurarlar, e biliyorsunuz, lgbt bayrağı meydan okuyarak ve bile isteye çok renklidir...Çok saçma olduğu aşikar da bu klişeleri aşmak kolay değil... Arada portakal renkli tişört giydiğimde dikkat çektiğimi ve daha çok insanın bana baktığını biliyorum, gay sanılıyor olabilirim, Hollanda'da olsam, milliyetçi sayılırdım muhtemelen...
İdeolojinin işleyişi gereği, siyasi iktidarlar gündelik hayatı tanzim etmeye çalışır, muhalifler de direnirler, bitimsiz bir mücadele... Renkler de payına düşeni alıyor...
Cuma, Şubat 07, 2025
Komşumun halleri
![]() |
Meğerse bir hırsız olabileceği şüphesiyle evine giremiyormuş, dairesinden çıkarken ışıklar kapalıymış, geldiğinde açıkmış filan... "Evham yapıyor olabilirim" diyor ama neredeyse titriyor, o aşağıda biz balkondayız, yardımcı olabilmek adına "isterseniz ben eve girebilirim, birlikte kontrol ederiz" diye bir şey önerdim.
Öyle de yaptım, aşağı indim, anahtarı alıp daireden içeri girdim, odalara baktım, bir şey yoktu, sonra onu çağırdım, kontrol etmesini bekledim ve evden ayrıldım. Hayat kolay değil, evham, endişe, anksiyete, sıkıntı her hamlemizde bizi zorlayabiliyor. Önemli bir şey yaptığımı da düşünmüyorum.
Benim için ilginç olan bundan sonrası...
Bu teyzeyle bir biçimde komşuyduk ve doğal olarak karşılaşıyorduk. O geceden sonra sayısız kez yan yana, yüz yüze, karşı karşıya gelmişizdir, bir kere olsun bana selam vermedi, selamı geçtim, yüzüme bakmadı, bütünüyle ben yokmuşum, sanki bir görünmezmişim gibi geçip gitti yanımdan.
Önceleri şaşırmıştım, sonra giderek meraklanmaya başladım, bir biçimde kendisine yardımcı olmuş birisine insan bir merhaba der, bir tebessüm eder gibi geliyordu bana... Galiba diyorum, bana ve dış dünyaya karşı bir zaaf gösterdiği için kendini suçluyor ve benden (bizlerden) utanıyordu... Belki, kendisiyle alay ettiğimizi ve küçük gördüğümüzü düşünüyor, o evhamını unutmak istiyordu falan filan... Aklından ne geçtiğini bilemiyorum.
Bu hissi daha sonra çok düşünmeye başladım, biliyorsunuz çeşitli savunma mekanizmaları var, insanlar kendilerini rahatsız eden hisleri (ve ona bağlı hatıraları) bilinçaltına itebiliyorlar, bu yüzden benden uzak duruyor olabilir, belki bana minnettar kalması gerektiğini düşünüyor ve borçluluk hissi onu rahatsız ediyor. Hiç bilmiyordum, “Indebtedness Theory” diye bir şey varmış, insanlar başkalarına minnet duymayı istemiyor ve borçlu hissettikleri insanlardan bile isteye uzaklaşıyorlarmış. Terapist bir arkadaşım, evham yaptığını ve abarttığını düşünerek “utanmış” ve kendince durumu rasyonalize etmiştir demişti. Mealen yazıyorum, bilişsel uyumsuzluktan söz etti. Yalnız yaşayan annem, bu hikayeyi dinlendiğinde yalnızlıktan içine kapanmış, nasıl teşekkür edeceğini bilemez olmuştur diyerek beni kederlendirdi. Sosyal anksiyete ve buna bağlı kapanmadan söz ediyordu aslında.
Şunu düşündüm hep, acaba evine giderken bizim evin balkonuna bakabiliyor mudur? Sahiden değerli, ikisi de benden yaşça büyük iki “arkadaşım” bir gün manen şiddetli bir kavga ettiler. İkisiyle de konuşuyorum, biri diğerinin sıklıkla uğradığı kahvenin olduğu sokaktan geçemiyor, oradan biliyorum. Hayat zor derken, yapıp ettiklerimizi katmadan söylüyoruz bunu… Haa zor...
Perşembe, Şubat 06, 2025
Çarşamba, Şubat 05, 2025
Faydalı Bilgiler Ansiklopedisi 6
![]() |
Her büyüyen şehir, aşağı yukarı, elli yılda bir bu türden dönüşümler geçirir. Binalar yaşlanır, can güvenliğini tehlikeye düşürecek bir deformasyona uğrar vs... Veya bunlar bahane edilerek, aynı araziler yeniden alınır satılır, binalar yıkılır yeniden yapılır, birileri kazanır birileri kaybeder...
Kentsel dönüşüm, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklı yaşanıyor.
Ben resimdeki protestoyla ilgileneceğim. Biz "yıkmayın, uzak durun", "simsar", "yıktırmayız" demeye ne zaman başladık mesela...
![]() |
![]() |
![]() |
Üç kapakta da endişe var, kabullenme var ama açık biçimde niye yıkıldığını sorgulayan bir eleştiri yok...
1957-58 yılları İstanbul ve Ankara'da, evlerin yıkıldığı, caddelerin genişlediği, şehrin başkalaştığı, apartmanların çoğaldığı yıllar...O yılların yıkım hikayelerini dinlerseniz, insanlardab, özellikle yıkılan teneke mahallelerin, eski ve ahşap evlerin sakinlerinden en çok "ucuza" gitme şikayetleri duyuyorsunuz. İstimlak parasının azlığı, yeniden açılan davalar, itirazlar, üç kuruşa sokakta kaldık demeler vs vs...Gerisi, nostalji...Ah ne güzel komşulardık!
Protesto ve yıkıma yönelik isyan, 70'li yıllara kadar pek yok...Hiç yok demiyorum, mesela Sulukule 1950'li yılların sonundan itibaren boşaltılmak istiyor. Çingene mahallesi direniyor, kabullenmiyor...Fatsa'ya Gürcü direnişi dersek azımsamış mı oluruz? Oluruz ama bu farklılığı hesap etmemek saçma olur...Sulukule, Çingene mahallesi olmasa dayanabilir miydi, ben emin değilim. Yine 1957-58 aralığında Ankara'nın en eski mahallelerinden biri olan Hacettepe bu yıkıma dayanamıyor misal... O kadar kavgacılar, o kadar kabadayıları var, o kadar mahalle kültürleri var, yapamıyorlar işte...Karar alınıyor, 27 Mayıs sonrasında da yürürlüğe konuyor...Mahalle yıkılıp üzerine hastane yapılıyor. Oysa, hastane için yer mi yok Ankara'da...
![]() |
İlginç olan, bu evler yıkıldığında kimin para kazandığına ilişkin bir eleştirinin olmaması...
Yeşilçam, gecekondu mahallelerine göz koyan Müteahhit tiplemesini çok sevmişti... Pürosunu tüttüren, viski içen, şımarık çocuklar yetiştiren fabrikatörler 27 Mayıs öncesinde yok muydu? Vardı ama onları Yahudi olarak resmediyordu popüler kültürümüz.
Türk işadamlarına ve müteahhit olarak devlete ses etmeyi istememeşiz...
Veya "daha iyi eve çıkmak", "sınıf atlamak", "daire sahibi olmak" Türklerin hoşuna gidiyor...Eskisi yıkılsın yenisi yapılsın derken bir sorun görmüyorlar, kimse mutsuz değil...
Simsar, yine simsar ama bizimle paylaşırsa, ecicik bize de koklatırsa Vallaha billaha mesele yok galiba...
Salı, Şubat 04, 2025
Özür ve Telafi Gayreti
![]() |
Pazartesi, Şubat 03, 2025
Sevelim
![]() |
Fırsat kollayanları, |
![]() |
Volkanlıları, |
![]() |
umurunda mı dünya dedirtenleri, |
![]() |
büyük yelkenlileri, |
![]() |
westernleri, Bernet'i, |
![]() |
akıllı kapakları, |
![]() |
hahayt zamanlarını, |
![]() |
rekor için topluca delirenleri, |
![]() |
mahalle hikâyelerini, |
![]() |
iyi ki varlar dediğim fotoğrafçıları, Robert Doisneau'yu, |
![]() |
zoom in! detayları, |
![]() |
manyak kovalamacaları, |
![]() |
sinemayı, |
![]() |
ve çizgi romanları seviyorum. Aslını unutan bizden değildir Batman, kedilerden uzak dur! |
Pazar, Şubat 02, 2025
Marianne Faithfull
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Cumartesi, Şubat 01, 2025
Dizi dizi dizildiler
![]() |
Bunun ilk önemli sonucu, geç ödeme yapabilen kanalların, bu gecikmeye finansal olarak dayanabilecek büyük firmalarla çalışması demek. Bölüm ücretlerinin geri dönüşü üç ayı buluyor ve geçiyor çünkü. Bu sürede çalışanlar hak ettiklerini almaya devam ediyorlar, almadan vermeyi, kazanmadan harcamayı karşılayabilecek olanlar ancak büyük yapım şirketleri oluyor.
Tekelleşme deniyor ya, kanalların büyük firmalarla çalışmasının önemli bir başka sonucu daha var, o denli büyük sermayeniz yoksa, projeniz ne kadar iyi olursa olsun, mevcut şartlar gereği kanallar tarafından kabul görmüyorsunuz. En iyi ihtimalle büyük şirketlerle ortak iş üretmeye yönlendiriliyorsunuz.
Büyük şirketler ise işlerini asıl olarak yurt dışına satmak istiyorlar, ancak o zaman istedikleri ölçülerde para kazanabiliyorlar. Yurt dışında Türk dizisi demek soap opera demek, güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler demek. Biz içerde bu tür dizilere kadın hikayeleri diyoruz, onları yurt dışında tanınan oyuncularla çekiyoruz. Oyuncu menajerleri bu durumu anladıkları için o oyuncuların ücretlerini sürekli artırıyorlar.
Yapımcılar da satışı kolaylaştırmak için başarı kazanmış yabancı dizileri senaryo olarak satın alarak yeniden üretiyorlar. Bilinen ve satılan bir yabancı dizi, Türk uyarlaması olarak bir kere daha satılıyor. Biz bir de uzun bölümler ürettiğimiz için daha da ucuz oluyoruz şu bu...
Sorun şu ki, hele üç yıldır filan, biz dizi çekmiyoruz, yurt dışına satılacak kadın hikayesi çekiyoruz. Komedi dizisi çekilmiyor deniyor ya, çekilemez çünkü yurt dışına satılamıyor. Şöyle anlatayım Cem Yılmaz ya da Gülse Birsel, hatta Gibi dizisinin yurt dışında karşılığı yok. Yani bizim popülerimiz değil, yurt dışında popüler olanlar iş yapabiliyor ancak.
Sadece mizahi işler değil elbette, bizde kadın hikayeleri dışındaki her şeye "erkek işi" deniyor, çok azlar, bir iki kanalda numune gibi birer tane yayımlanan "erkek işleri" var, artık onlar da ancak içerde reyting alırsa devam edebiliyor. Küçülen ekonomi ve reklam pastası nedeniyle reyting de yetmiyor artık. Kurtlar Vadisi bugün başlasa beş bölümde kalkabilirdi. Veya ancak TRT'de yayımlanabilirdi.
Neden aynı oyuncular ve neden aynı yapım şirketleri sorusunun cevabını daha çok buralarda aramak gerekiyor.
Benim anladığım kadarıyla partinin kanalları yurt dışı satıştan pay almak istiyor, kendileriyle çalışmayan büyük yapım şirketlerine baskı yaptıkları da görülüyor. Onlarla çalıştıklarında yurt dışı satışı olan oyuncularla da iş yapmış olacaklar.
Kanallara gelince, yine görünen o ki, bu yıl, pek çok kanal el değiştirecek, yeni kanal patronları olacak...
Biraz hızlı yazdım, yok gezi, yok oğlan satıyor-kadın satıyor palavra demek istiyorum. Sorsan herkes biliyoruz yapıyor ama niyeyse yine de konuşuyorlar.