![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Asıl anlatacağım ise şu, bu grev benim ve ailem için önemli... Henüz ben yokum, babam ve yakın arkadaşları bu grevi yaşıyorlar, Ankara'dan Bolu'ya zoraki gönderilmişler, aylarca maaş alamıyorlar ve en sonunda tazminatları ödenerek işten atılıyorlar. Annem, babam ve üç yaşındaki abim, sıkıntılı günler geçirmişler, öyle ki annem hamileymiş ve üzüntüden düşük yapmış...
Bu noktada ben devreye giriyorum, annem düşük yapmasa giremeyecekmişim!
O "çocuk" düşmese, yüzde yüz ben olmayacaktım, bizimkiler üçüncüye, hele arka arkaya çocuğa hayatta girmezlerdi. Biraz danaya girmek gibi oldu ama... işte ne zaman "durumlarını"toparlamışlar, bir yıl sonra pat diye ben girmişim devreye...
Makara yapıyorum ama Singer Grevi olmasa ben doğamazdım diye yıllardır konuşurum.
![]() |
![]() |
Pencereden gözüken beyfendi de İhap Hulusi'nin Kulüp rakısından çıkmış gibi... Şarapla liköre sırtarıyor sanki...
![]() |
![]() |
Dükkan, ara sokakta bir yerde, eski bir apartmanın altında, en fazla üç metre eninde içeriye doğru beş metre derinliğindedir, girişte bir masa var, raflarda seyrek malzemeler filan... Hani öyle büyük işlerin çevrildiği bir yer değil, her sabah ve akşam önünden geçiyorum, büyük işler yapıyoruz diyen adamı, masaya yayılarak uyurken o kadar çok görmüşüm ki... şaşırmam o yüzden...
Üstelik küçük yaştan bellemişim, küçük iş büyük iş olmaz esnaflıkta, bazen bir olur bazen beş, seçmeyecek, kibirlenmeyecek, müşteriyi boş çıkarmayacaksın, e bi de komşuyuz...
Neyse, o işi, kırık dökmeye gerek kalmadan başka bir ustaya yaptırdım, tesadüf bu ya, o uyuyan adam, benim Nevzat ustanın eniştesi çıktı, konuşmuyorlarmış ama akrabalarmış filan, "evet" dedi "onlar büyük işler yapıyorlar", hayret etmekle birlikte üstelemedim.
Takıldım tabii, o kadar zaman oldu, dükkanın önünden her geçtiğimde mutlaka dönüp bakıyorum, benim Nevzat ustanın eniştesi ya uyuyor, ya eprimiş tumanını çekiştiriyor, ya da büyükçe bir cam bardakla çay içiyor, ancak o kadar, başka bir halini görmedim, telefonla konuşurken görmedim, dükkana giren çıkan müşteri görmedim, büyük işlerin koşuşturmasını görmedim... Hani büyük işin bir getirisi olur, arabası değişir, kıyafeti değişir, tabelası cilalanır, yok yahu bir numarası...
Bence benin Nevzat ustanın eniştesi çalışmıyor, değil büyük iş, herhangi bir orta ölçekli iş yapmıyor... Kıt kanaat geçiniyor.
Matrağa vurarak anlatıyorum ama bu enişte beye artık nasıl bilendiysem-koşullandıysam, zihnimdeki klişelerden biri oldu. Senaristiz ya, sektörden birileri çıkıyor karşıma, büyük işlerden söz ediyorlar, ikna etmek ve cezbetmek için konuşuyorlar ama hepsi gevezelik, olduğu da yok, olmuşluğu da yok. Ha evet, inanan çıkıyor, çünkü insanlar inanmak istiyorlar, o zamanlarda aklıma bizim enişte geliyor, yüzümde muzip bir tebessümle gülüp geçiyorum.
![]() |
Şimdi çok anlaşılmıyor, google var, her yerden kitap satın alınabiliyor, bulunabiliyor, herkes herkese daha kolay ulaşabiliyor...Yurt dışından kitap ve dergi getirebilmek için ne kadar uğraştığımı düşünüyorum da, tam bir trajediydi...Gerçekten yokluktu, kırıntılarla idare ediyorduk. Yazışmalar yaptığım için biliyorum, geri dönüşler aylar sürebiliyordu.
1985-1989 aralığında sanat dergilerinde muhtemelen birbirlerini izleyerek (taklit ederek) çizgi roman dosyaları yayımlandı. Günlerce dergileri evirip çevirmiş, çıkan her yazıyı hatmetmiştim. memleket çizgi romanıyla ilgili yazıların nerdeyse tamamı izlenimsel, nostaljik yazılardı, yalan yok, biraz da ergen cesaretiyle daha iyisini yazabilirim gayreti verdi bana.
Derken... diyeceğim, iddialı bir kitapla karşılaştım. Maurice Horn'un ünlü çizgi roman ansiklopedisine, Ankara'da Cinnah Caddesinin başındaki Amerikan Kültür'ün Kütüphanesinde rastladım. On dokuz yaşında falanım, yaşadığım heyecanı anlatamam, hemen kopyasını çektirmiş, fotokopi ucuz ve yaygın bir şey olmadığı için bütün paramı harcamıştım. Görselde gördüğünüz üç siyah cilt, sağda duran orijinal kitabın fotokopiden yapılan kopyaları... O kadar önemliydi ki, ciltleyip saklamış, yeri geldikçe kullanmıştım.
Horn, çizgi romana ve karikatüre tüm dünyada itibar katan bir isimdi, derlediği kitaplar pek çok bakımdan halen aşılamadı. Günümüzde ansiklopedi denilen şey cazibesini kaybetti ama o yıllarda, yetmişli yıllardan söz ediyorum, o birikimin akademik bir karşılığı vardı, çok çok önemliydi. Geçen hafta sahaflarda kitabın orijinalini bulunca hemen satın aldım... Garip bir his, aşağı yukarı otuz yıllık kopyalar böylelikle boşa çıkmış oldular...
Söylemesem olmaz, ansiklopedinin girişinde güzel toparlanmış betimleyici bir çizgi roman tarihi makalesi vardır. İlk okuduğumda, bizde yayınlanan pek çok yazıda bu makalenin alenen çalındığını, kaynak gösterilmeden kullanıldığını keşfetmiştim. İngilizceden çevrilmiş, altına imzaları atılmıştı, hırsızlık cesaret ister, çalar gidersiniz, böylesi bir hırsızlıksa, ki bunun adı intihaldir, er ya da geç ortaya çıkar, Sinan Gürdağcık mesela bunu yapmıştı, Bravo'da çıkan yazısını okumuş, cidden büyük saygı duymuştum, meğer Maurice Horn çevirisiymiş, o yaşta, o kıtlıkta ve o kapalılıkta nerden bileceğim... Aşağıdaki görselini paylaştığım dosya da aynı yazıdan apartılmıştı. Yıllarca güzel yağmalandı Horn... Diğer yandan en azından benim gibi pek çok insana ilham, sayısız araştırmaya kaynaklık etti.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
2011 yılında, Mor Menekşeler isimli bir senaryom dizi olarak yayımlanmıştı (17 Ekim), hayatımı değiştirdi, çok istediğim, hayalini kurduğum bir şeydi senaristlik. Hayatımı değiştirdi dedim, söyleyip geçiyorum, bunu çok istedim, değiştirsin diye çok çalıştım. Üstelik bunu ekiple filan değil tek başıma yazdım, arada birileri olsun diye uğraştım ama bir türlü olamadı. 29 bölümün yükünü tek başıma çektim.
Şöyle anlatayım, senaryo yazarken, İletişim'de editör olarak çalışıyordum, her ay en az iki kitabı yayıma hazırlıyordum, türlü türlü işlerim vardı. İki ayrı üniversitede üç ayrı ders veriyordum. Derslerden ikisi, yüksek lisans ve doktora dersleriydi, sonuncusu lisans dersiydi ve haftada iki kere yineleniyordu. Gerçekten çok yorucuydu, lisans derslerinin bitiminde bildiğiniz kilo kaybediyordum. Çok çok sayıda insanla uğraşıyordum. Rejiden sürekli telefonla aranırdım, kavgalar olurdu, revizyonlar, ikmaller, talepler, yayınevinden işler çıkardı, öğrenciler, eş dost telefonları...Galiba düzenli olarak bir yerlere de yazı yazıyordum.
Tek tek sıraladığıma bakmayın, mutluydum, başediyordum, hiç sızlanmadım, 42 yaşımda hayal ettiğim işin kıyısında olduğumu bilerek çalıştım. Daha tempolu, daha odaklı biri oldum, özgüvenimi artırdım, her koşulda çalışabilmeyi öğrendim. İnsan teki, mutluysa başka türlü yaşayabiliyor, kendini yeniden kurabiliyor, onu artık biliyorum.
Hatırama yükseldim dedim, burada keseyim... Dizide Zafer Algöz'ün canlandırdığı Yorgancı İshak'tan bir alıntı yaparak bitireyim:
"Sana bir şey diyeyim mi Ömer. Bana akıl soruyorlar, nasihat istiyorlar. Bir kaçını söylüyorum. Bir gün şunu fark ettim. Vakti zamanında o nasihatlere sahiptim, sonra baktım ki o nasihatler benim sahibim olmuş. Artık düşünmeden söyler oldum onları. Kesin konuşayım, doğrusu budur diyeyim istiyor insanlar. Hayat böyle değil oğlum. Hep sınayacaksın kendini. Sınamazsan doğru bildiğin bile akıp gidiyor avucundan. Bakma öyle!"
![]() |
Amerika'daki benzerlerinden ilham aldığı tahmin edilebilir, Alpkurt'un bizdeki ilk-öncü isim olduğunu da düşünüyorum, daima bunu yaptı çünkü, esprili bir karikatürünü, bir bantını hatırlamıyorum, daima portreler çizdi...
Dakika vurgusu ve iddiası önemli... Bu kadar kısa sürede sizi çizebiliyorum demek bir sanatçı meydan okuması olarak görünebilir, yalnızca o değil...
Şöyle anlatayım, bu fotoğraftan çeyrek asır sonra bile vesikalık fotoğraf çekimi en az yarım saat sürerdi, çekilmiş-basılmış fotoğrafları neredeyse bir hafta sonra alabilirdik...
Yani bir dakikada çizilir derken ben süratliyim, fotoğraftan hızlıyım demek istiyor.
Biliyorsunuz, yüz yıl önce fotoğrafın yükselişi, sadece sanat tartışmaları yaratmadı, maddi sonuçları oldu, örneğin portrecilikle geçinen sokak ressamlarını "bitirdi", günbegün yaptıkları işi ucuzlatmalarına neden oldu, genç kuşaklar için bir meslek olmaktan çıkardı... Cazibesini yitirdi, fotoğrafla rekabet edemezdi-edemedi... Fotoğraf o kadar yaygınlaştı ki resmi evraklarda bir şart olarak kullanılır oldu, kimliklere dahil edildi vesaire...
Alpkurt'un iddiası elbette romantik bir iddiaydı, zamanelikle baş etmek mümkün değildi, bugün böylesi karikatür çizenler yok değil, süratinden çok, esprisinden, yorumundan, komikleştirmesinden dolayı ilginç ve cazibeli olabiliyorlar...Olabileceği de, doğrusu da o zaten...
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Bugünden bakınca güzel uydurulmuş bir yazı gösterisi aslında, "boş yapma" diyorlar ya şimdi, boş yapan bir yükselme...Laga luga...Hadi yazının iddiası doğru diyelim, sahiden var böyle birileri, ütüye, cilaya, kol düğmelerine, kravata, şapkaya şekile şüküle takılmayan [takılmamayı tercih eden] insandan sanatçı olamaz mı, laf-ü güzaf, tabii ki asıl üniforma Ortaç'ın kafasında...Hemen her yazısı anti-entelektüelizm'in "alevli" bir örneği olarak kullanılabilir.
Üniversite ilk sınıfta HCIV 101 dersinde rahmetli Engin Özgen Hocayı ilk gördüğümde şunu düşünmüştüm, keçi sakallıydı ve popüler kültür o sakalı Yahudilere, kötü adamlara, kibirlilere (sonradan entel denilen yarı aydınlara) yakıştırıyordu, arkeoloji alanının önemli isimlerindendi, o vasat yakıştırmayı ciddiye almıyordu, hesaba katmıyordu, sırf o yüzden daha ilk anda bana cesur gelmişti... Bakmayın şimdilerde, Orta Anadolulu Aleviler, Halktv izleyen abiler filan keçi sakal bırakıyorlar ama eskiden daha azdı, sosyal hayatta iddialı olmayı gerektiriyordu.
O yıllarda bıyıklıydım, bütün hocalarım bana o bıyıkla diplomat olamayacağımı söylerdi, sınavı kazanamazmışım, bıyıklıları elerlermiş filan... Bıyık, modern değildi, taşraydı, Asyaydı şu bu... Atatürk bıyıklarını kesmişti... O kadar saçma geliyordu ki söylenenler. Şimdi sakallıyım, ilk bıraktığımda anneme, "Levent AKP'li mi oldu" filan diye sormuşlar... Laf uzamasın, hep beraber yuvarlanıyoruz işte, eksikti fazlaydı, meseleydi değildi geçiyor ömrümüz...
![]() |
![]() |
Bir insan niye icra memuru olur? Soru saçma gelebilir, ekmek parası hepimizi türlü türlü işler yapmaya sevkedebiliyor. Uzaktan bakınca bunu söylemek mümkün, haklı bir gerekçe… gerçi biraz yakından bakınca farklı düşünebiliyorsunuz, icra dairesinde bir sürü memur var, herkes olmuyor, herkes seçilmiyor, herkes emekli olacak kadar devam etmiyor... Sonuçta içlerinden özellikli birilerini seçiyorlar, yapabilecek olan, zinhar yapamayacak olan var çünkü…
Borcu olanın kapısına dayanıp, ağlayana, yalvarana aldırmadan alacağı tahsil ediyorsunuz, ne var ne yok misliyle götürüyor, soğuk bir yüzle bir gösteri yapıyor, eşe dosta, konuya komşuya insanı rezil ediyorsunuz. Sizden tam da bu isteniyor, ağlamalar, inlemeler, yalvarmalar berhava olmak zorunda… Şöyle mi öğretiliyor acaba, “yılmayacak, affetmeyecek, vazgeçmeyecek, acımayacaksın, ha evladım, durmayacak vuracaksın gözünün üstüne…”
O sebeple asıl mesele icra memurunu seçmekle başlıyor, böyle bir işi yapacak birini bulmak, o karakterde biriyle yola çıkmak zorundasınız, yolda bunalacak, koyverecek, yalpalayacak, borçluyla empati kuracak biri olmamalı … Ta en baştan, yıllarca çalışacak, (sevmiyor görünse de) işini sevecek doğru bir memur bulunmalı.
Sahiden “edebi” olarak düşündüm bu meseleyi… İcra memurunu seçen amirin yerine kendimi koyarak düşündüm. Nasıl birini seçmeli dedim. Sahiden narsist, empati yoksunu biri olmalı değil mi? O fasıl tamam, hep kandırıldığını, hep haksızlığa uğradığını düşünmeli, dünyaya karşı kendini alacaklı gibi hisseden, her ne olursa olsun mağdur olan bir adamdan çok güzel icra memuru çıkar diye düşünüyorum. Nitekim çıkıyor da… Narsistik kişiliklerle karşılaştığımda aklıma icra memurları geliyor.