
Perşembe, Eylül 30, 2010
Çarşamba, Eylül 29, 2010
Salı, Eylül 28, 2010
Turist Döviz değil Frengi Getirir
Pazartesi, Eylül 27, 2010
Pazar, Eylül 26, 2010
Cumartesi, Eylül 25, 2010
Bihruz’un Çizgili Seyrüseferi

Mizah romanları, başlangıçta herkesin anlayacağı bir abartıya ihtiyaç duyar. Bu abartı, popüler bir yargıya veya geleneksel bir eleştiriye dayandırılır. Alafrangalığa yönelik bir eleştiri, ne Araba Sevdası’yla başlamış, ne de ilk kez Çamlıca’da serpilmiştir örneğin. Bu eleştirinin içinde yabancı karşıtlığı, kibir, anti-entelektüelizm ve dinsel ayrımlardan oluşan bir payda vardır. Hacivat’ın kibirli laflarını, Kavuklu kahkahasını nasıl hatırlamamız icap ediyorsa… alafranga karşıtlığında Ahmet Mithat’ı, Batı Avrupa edebiyatındaki snop ve dandy tiplemelerini hesap etmemiz gerekir. Araba Sevdası, pek çok farklı mecradan beslenerek üretilmiş bir mizah içeriyor. Bihruz Bey hiç yoktan varedilmiş bir karikatür değil, konuşulan ve bilinen bir zihniyete dayanıyor.
Hemen ekleyelim, modern bir mizah romanı, temel aldığı zihniyet kalıplarıyla yetinmez, dışına çıkarak bir alternatif geliştirir. Araba Sevdası’nın yenilikçiliği, kahramanı Hacivat olan ve Karagöz’e yer vermeyen (hiç yok demiyorum, buna değineceğim) bir anlatı olmasında belki de. Karagöz’e değil Hacivat’a acıyoruz (acıdığımız adama bir kez daha gülüyoruz) çünkü. Don Kişot’u andırır biçimde hayal âleminde dolaşan Bihruz’u çevresindeki herkes sömürüyor, kandırıyor ve alay ediyor. Bu noktada klişe, yozlaşmış bir toplum eleştirisiyle birlikte kullanıldığı için başarılı bir alternatif oluşturuyor. Hacivat’ın Farsça sözcüklerini nasıl anlamıyorsak Bihruz’un Fransızca ifadelerini de anlamıyoruz. Karagöz gibi her şeyi tersinden ‘okuyor’; yeni olansa ziyadesiyle hayallere dalması, gördüğü ve duyduğu her şeyi, görmek ve duymak istediği bir âlemin kodlarıyla anlamlandırması, işin encamında zamanını bir vehme kurban etmesi…
Abartı ve mevcut klişelerden faydalanmak hususunda Recaizade Ekrem hemen göze çarpmayan bir hamle daha yapmış. Alafrangalığı pekiştirmesi için ana hikâyenin gerisine Karagözler katmış… Bihruz, Çamlıca’da veya başka yerlerde insan içine çıktığında halktan insanlarla, sert erkeklerle karşılaşıyor. Sanki onlar hiç yokmuş gibi vehim ve ıstıraplarına yeniden dalıp yoluna devam ediyor… Romanda bahsi geçmemekle birlikte o ‘münasebetsiz’ adamlara o günlerin gündelik dilinde (işin içine şehre yeni gelmiş göçmenleri de dâhil ederek) ‘herif’ deniyor. Herif nitelemesi bugünkü Maganda adlandırmasının bir benzeri, teşbihte hata olmaz, öncüllerinden biridir. Madem lafı bugüne getirdik, devam edelim, Bihruz Bey de entel adlandırmasının ilk atası sayılabilir. Recaizade Ekrem, Karagöz-Hacivat dualizmini kullanırken, Karagöz’den korkulduğunu, Hacivat’ın acınası ölçüde masumlaştırıldığını gösteriyor ki bu bunlar sahiden yeni yorumlar. Araba Sevdasını bunca yıl yaşatan ve modern kılan, zekice yapılmış bu tersine çevirme olabilir. Romanda bir ‘entelin’ büyüme (ve kaybolma) hikâyesi anlatılıyor diye bir özetleme yapabiliriz, yanlış olmaz sanıyorum.
Araba Sevdası’nın çizgi roman uyarlaması çıktı, o sebeple yazıyorum bunları. Türkiye’deki mizah dergilerinde benzer temalı çok hikâye yayınlandı, okur ya da üretici olarak aşina olunan bir tipleştirme biçemine sahip Araba Sevdası. Zorluğu, romandaki otantik kıyafetlerin az bilinirliği, çevre ve mekânla ilgili malumat eksikliği vs… Aşılmayacak şeyler değil ama baştan ihtimam gösterilmesi gerekiyor. Çizgi romanda Recaizade Ekrem’in aurası iyi yansıtılmış bence, doğrusu hiç bilmediğim bir çizer Betül Gönüllü yapmış uyarlamayı. Çizgi niteliği her sayfada tutturulmuş değil, hele sonlara doğru… Başlangıçtaki kalabalık sahneler giderek seyrekleşiyor ve arkaplanı olmayan, hızlı çizildiği anlaşılan yakın planlar tercih edilmiş. Bunlar handikaplar… Diğer yandan sinematografik bir gözle gayret gösterildiği, sayfa istiflendiği anlaşılıyor. Bihruz’un mimiklerine önem verilmiş, hayal ve vesveselerle uğraşılmış, farklı tasarımlar denenmiş. Tiplemeler genelde iyi kotarılmış, süreklilik sorunu asgaride tutulmuş, bunlar da çalışmanın artıları… Yakın zamanlarda çıkan benzerleriyle kıyaslanırsa, Araba Sevdası için daha başarılı bir yerli çizgi roman uyarlaması demek gerekiyor…
Radikal Kitap,24.9.2010
Cuma, Eylül 24, 2010
Perşembe, Eylül 23, 2010
Çarşamba, Eylül 22, 2010
Salı, Eylül 21, 2010
Pazartesi, Eylül 20, 2010
Cevapsız Soru: Diziler Neden Seviliyor?

Peki, ama niye? Nasıl oluyor da yerli diziler bu denli ilgi görebiliyor? ‘Moda işte, neler geçmedi, dizi modası da geçer efenim’ demek mümkün. “İyi hikâyeler anlatıyorlar” diye övenler, “ortalama zekâya hitap ediyorlar, bildiğin mediocrity” vs diye eleştirenler de var… Ne dersek diyelim seviliyor, beğeniliyor, konuşuluyor, takip ediliyor sonuçta. Nicholas Garnham, popüler kültürü tartıştığı bir yazısında, geçmişte “biz buna kaçış derdik ve o sofu, püriten sosyalist günlerde bu kötü bir şeydi” diyerek özetlemiş kendince durumu. İnsanlar, dizileri gerçek hayatın acımasız koşullarından kaçabilme imkânı sağladığı için mi seviyor? Yapımcılara sorarsanız insanların geneli akşam işten eve gelip koltuğuna kurulduğunda kendisini rahatlatacak, stresten arındıracak bir şeyler seyretmek istiyor. O halde diziler kaçış formülüyle üretiliyorlar, seyreden de ne istediğini bilerek bunları tüketiyor. İşin ilk kısmını tartışmak gerek ama pek tartışılmıyor, ne diyoruz: “kapitalist dünyada televizyon şirketleri meta üreten ve dağıtan endüstriyel organizasyonlardır”, “Televizyon, diziler bağlamında hikâye ya da ‘enformasyon’ değil; doğrudan doğruya ideoloji üretir”, “Beklentileri belirler ve belirlediği beklentilere göre üretim yapar”. Sözün bittiği yer burası işte, çünkü bu belirleme, ne istediğini bilerek tüketen seyirci profilini bütünüyle imkânsızlaştırıyor. Kapitalizm her şeyi belirliyor buna göre. Dizilerin içeriğini konuşmak ya da ne anlattığını tartışmak gereksizleşiyor, çünkü bir dizi, anlam-hikâye ya da malumat değil sadece ideoloji içeriyor.
Yanlış demiyorum ama bu bana oldukça toptancı geliyor, işin üretim kısmını bakarsak belki meramımı bir parça daha anlatabilirim. Diziler, tv anlatılarının varolduğu kültürel koşullardan ayrı düşünerek üretilemezler. Ahlak ve eğitim sisteminin payandaları, milliyetçilik, anadil kullanımı içeriği daha en baştan belirler. Yani dizilerin dâhil edildikleri ekonomik arkaplan (globalleşme, yoğunlaşma, şirketlerin siyasal iktidarla ilişkisi) bu unsurlardan bağımsız değildir. Reklam gelirleri, dizileri vareden temel bir baskı aracı olabilir ama bu reklamverenlerin kültürel kodları hesap etmeden reklam verdiklerini göstermez. Dikkat edilirse içeriği sebebiyle eleştirilen dizilere yönelik kampanyalarda ilk akla gelen önlem, reklamverenler üzerinde baskı kurmak olmuştu. Geçmişte İtalyan ve Fransız mallarına yapılan milli boykot, çok farklı değildi bundan. Reklamverenleri politically correct davranmaya zorlayan bir kültür siyaseti var artık, bize hiç garip gelmiyor, alıştık. Politically correct tutumun bir nedeni, entelektüel anlamda mesaj ve hikâye üretimini gerçekleştiren ideologların üzerlerindeki baskıya verdikleri tepki olabilir. Her baskı bir direniş getirir. Medya sahipleri, ideolojik içeriği değil o içeriği belirleyen şirket çalışanlarını kontrol ederler. Aklı başında, entelektüel eğilimleri olan medya çalışanlarının etik kodların belirlenmesinde etken olduklarını biliyoruz. Bir diziyi içerik olarak ideolojiye indirgemek, meseleyi konuşulamaz kılıyor bana göre. Dizi üretiminde önemli olan çok başka etkenler var. İyi yönetmenler ve iyi senaristlerin varlığını göz ardı etmek, her şeyi medya patronunun istediği biçimde ürettiklerini düşünmek sadece haksızlık değil yanlış da olur. Bir hikaye anlatıldığını unutmamak gerek. Üretim kısmında çok fazla aktör var ve içerikler, değişmez bir düzlemde değil, toplumsal beklentilere göre sürekli değişerek yeniden ve yeniden biçimleniyor. Popüler kalabilmenin bir şartı bu… Buradan dizileri abarttığım düşünülmesin, aksine diziler küçümsenirken ideolojiye indirgenerek abartılıyor bana göre. İnsanların bu dizileri nasıl seyrettiği hiç hesap edilmiyor. Şöyle bir örnek vereyim. Sakarya Fırat dizisi, Güneydoğu ve Doğu’da seyrediliyor olabilir mi? Ondan geçtim, bölgedeki karargâhlarda seyrediliyor olabilir mi?
Raymond Williams, popüler kültürü, direniş ekseninde politik bir kültür olarak tanımlar. Kamusal alan içinde göz ardı edilen sayısız pratiği (argo, gündelik dil, giyim kuşam vb.) kapsadığını ve hemen hepsinin öyle ya da böyle televizyon gibi anaakım mecralara sızdığını belirtir. Asıl vurgusu, sızma ve dâhil olma, direnme ve tabi kılma olarak özetlenebilecek bir çatışma üzerinedir. Popüler kültür tam da bu çatışmanın bir ürünüdür. Michel de Certeau, popülerlik bahsinde başka bir yöne daha dikkat çeker; kültür endüstrisi aracılığıyla massedilen popüler kültür sanılanın aksine ehlileşmez, direnme potansiyelini bu kez sistem içi aygıtlardan elde etmeye başlar. de Certeau, direnme potansiyelinin en çok gündelik hayatta kendini gösterdiğini iddia ediyor ki dizilerin nasıl tüketildiğini bilmiyoruz derken o bilinmezliğe bakmak için bir sebep daha çıkartıyor bize. Popüler kültürün, dizilerin, olumlu ya da olumsuz anlamda, kültürel alanda sistemi dönüştürme, onu bütünüyle dönüştürme potansiyeli yoktur. Bir potansiyeli varsa –ki yok diyemeyiz- bu ancak mikro düzeyde ve gündelik hayat politikalarıyla oluşabilir, işlerlik kazanabilir. Popüler metinler, belli bir ideolojinin yeniden üretilmesi ya da bu ideolojinin yokedilmesi gibi bir amaçla kullanılamaz; bu tür iddialar güçlü bir biçimde varlığını koruyor ama hiç kimse popüler metinlerin nasıl izlendiğini (alımlandığını) sorgulamıyor. Diziler ve içerikleri, alımlayanların kültürel ortamlarında ve gündelik hayat pratikleri içinde anlam kazandığı için, popüler kültürü gündelik hayat pratiklerinden ayırmak mümkün değildir. Diziler neden çok seviliyor sorusunun bir cevabı yok, elde yeterli veri de yok ayrıca. Onların bu denli sevilmesine oflayıp puflamaktansa neden sevildiklerini düşünmek, makro verilerden çok daha az bilinenlere, izleyicilere yönelmek anlamlı geliyor bana. Popüler kültürü tartışmak, memleketi anlamanın yollarından biri… Hayatta ne varsa, ne yoksa… Popüler kültür ne anlatıyor bir bakmak gerek…
Birgün Pazar, 19.9.2010
Pazar, Eylül 19, 2010
Cumartesi, Eylül 18, 2010
Sarkastik Medya Eleştirisi

Bunu, tahkir ile sarkastizm arasında salınan, ‘yuh artık bu kadar olmaz’, ‘başka bir dünyada yaşamak istiyorum’ ifadeleriyle nitelenen, dumur olma biçiminde tezahür eden, geniş anlamıyla (siyasi) magazinin yediveren bereketine dayanan bir eleştirellik olarak tanımlayabiliriz. Sezyum, tam da bu noktada duruyor ve batıdaki karşılığıyla tipik bir geeker gibi ‘seyreyliyor’… Tv ve internet arasında gezinen, download ve zapping kültürünün bir parçası olan, kültür temelli bir eleştirellik kuran, zekâ ve dil oyunları yapan, otobiyografik nitelikte mahremiyetini döken, kendini komikleştiren bir yazar. Manşet düşünen bir gazeteci ya da slogan bulan bir reklamcı gibi aktüel yaşayan, açık ve doğrudan siyaseti, görsellere-eskilerin deyişiyle foto montaja yükleyen ‘jpeg ressamı’ ki burada Andy Warhol’un ‘ben kitap okumam sadece resimlere bakarım’ sözünü hatırlamak gerekiyor. Gırgır da Özal’ın portresini para birimi olarak kullanırdı, derginin her yerinde o imgenin ilgili ilgisiz yer bulması muhalefet göstereni sayılır ve takdirle karşılanırdı. Osmanlı karikatüristlerinin Abdülhamid’in burnunu evirip çevirmesi de buna benzetilebilir; imge posterleşir, ideolojinin yerine ikame edilir. Sezyum’un yönetici siyasetçilerin, genellikle Başbakanların yüz ve fotoğraflarını farklı görsellere taşıması, yeniden üretmesi, onları komikleştirmesi siyasi bir tavır, o bunu önemsemiyor bile olsa sonuçta bu bir gösterge, çünkü böylesi ‘resimlerle’ hatırlanıyor ismi.
Kaan Sezyum’un bana ilginç gelen yönü edebi arayışları ya da kıvrak bir dille yazılmış paragrafları değil. Ancak ve ancak muhatabı konuşursa konuşabilen, eleştirisini onun yapıp ettiklerine göre belirleyebilen, kendini karşıtına göre kimliklendirebilen anti medya (siyaset) korosunun dışında kalabilme çekingenliği ilginç. Geeker olduğunu söylemiştim, olumlu ya da olumsuz bir anlam yüklemiyorum buna, sadece onu taze tuttuğuna işaret ediyorum. Dâhil edildiği koronun ideolojik payandasızlığını fark ettiğini sanıyorum. Siyaseti ve siyasetçileri sevmeyen, bu sevgisizliğini güncel siyaset ve aktif siyasetçilere yoğunlaşarak kuran bir tutum, genç ergen sabırsızlığı ve öfkesiyle sürdürülüyor; güçlü bir toplumsal eğilim bu ve yakın zamanda pek değişecek gibi görünmüyor. Üstelik Türkiye’de hep sağ partiler iktidar olduğundan, siyaset ve siyasetçi sevmezliği solculuk sayılabiliyor.
Görünen o ki, ileride Başbakanlar ve hükümetler değişecek, yeni jpeg dosyaları açılacak, Sezyum kendinden ve tuhaf hayat detaylarından bahsettiği, bunları siyasetçi görselleriyle süslediği yazılar yazmayı sürdürecek… İnternette dolaşan Amerikan menşeli deyişlerden biri, sarkastik tutumun aptallığa karşı en doğal savunma hakkı olduğunu iddia ediyor. Yaşadığımız hayatın, siyasetin ve toplumun içine sızan, kendine özgü mecralar ve yazarlar yaratan sarkastik tutumun incelenmesi gerekiyor. Kaan Sezyum yazıları bunun nitelikli bir örneği bana kalırsa.
Radikal Kitap, 17.9.2010
Cuma, Eylül 17, 2010
Çizgiye Düşen İdeolojiler

Ticari bir ilgi olarak değerlendirmek daha doğru... Çizgi romanlar, en azından bugün için belirli bir ortalamanın üzerinde satıyor ve getirisiyle yayınevlerinin daha az satan kitaplarını kurtarabiliyor. Kendi adıma bunu yaşam mücadelesinin bir parçası olarak görüyorum. Diğer yandan tam da bu nedenden dolayı çizgi roman sevdiklerini, çizgi roman yayınlamak gibi bir arzu taşıdıklarını sanmıyorum. Politik bir ismin biyografik çizgi romanını yayınlayarak hem modadan ekonomik fayda faydalanıyorlar hem de siyasi ve kültürel duruşlarına halel getirmiyorlar.
Biraz daha geriye gitsek… Siyasi çizgi romanların çıkışı ne zamana dayanıyor?
Çizgi romanlar, gazete sahiplerinin gazeteleri daha çok insana nasıl satabiliriz arayışı içinde çıkmıştır. Az yazılı bol resimli bir anlatım tercihi sadece ticari değil siyasi bir tercihtir de. Daha fazla insanın ilgisini çekmek istiyorsanız çoğunluğun beklenti, öfke ve takıntılarını bilmek zorundasınızdır. Bir başka safha, popüler olan herşeyin siyasal iktidarın ilgisini çekmesidir. Örneğin radyoda ticari reklam kullanımı 1950’li yıllara kadar Amerika dışında ya yasaktır ya da çok sınırlı tutulmuştur. Devletler, kendi kontrolü dışında bir başka sesin konuşmasını istememişlerdir. Hemen her devlet, çizgi romanlara yönelik okur ilgisini kullanmak istemiş, propaganda amaçlı çizgi romanlar yaptırmış ya da sosyal, siyasi ya da pedagojik gerekçelerle onlardan yardım istemişlerdir. Amerika’yla birlikte savaşa katılmayan çizgi roman kahramanı neredeyse yoktur. Popülerliğin önemli bir ölçütü, yaşanan zamanı yakalamak olduğuna göre aksi de mümkün değildir. Sorunuzu siyaseti konu eden çizgi romanları düşünerek daraltmak bence eksik olur…
Neden?
Mesela sembolik olarak ilk çizgi roman kabul edilen Yellow Kid, bana göre, ilk politik çizgi romandır. Kimler komikleştirilmiş, kimlere karşı çıkılmış, neler savunulmuş diye baktığınızda liberalizmle ilgili tartışmaları, sınıf çatışmalarını görebiliyorsunuz. Bir genelleme yapacağım, çizgi romanlar, çoğunlukla gerçek dünyanın dışında bir evrende serüvenlerini yaşarlar, gerçeklik vehmini artırmak için aktüel gelişmelere değinirler, onları serüven adına vesile ederler. Naziler, komünistler, dünyaya hükmetmek isteyen hırslı kapitalistler serüven edebiyatının sıklıkla aklına getirdiği kötülerdir. Siyaset ve çizgi romanla ilgili popüler değerlendirmeler yapıldığındaysa Avrupa’da Tenten’in anti-komünistliği, Amerika’da Kaptan Amerika’nın emperyal gösterileri, Alan Moore’un anarşist kahramanı V bir çırpıda sayılır.
Türkiye'de siyasi çizgi roman devri ne zaman başlıyor?
Türkiye’de çizgi romanlar önce çocuk dergilerinde görülüyorlar, bu dergileri istisnasız öğretmenler çıkartıyor, içerikleri yerelleştiriliyor. Kahramanlar Türkleştiriliyor, milliyetçi vurgular istifleniyor. O sebeple bu ülkede ilk kez ne zaman yoğun ve yaygın oldularsa, siyasetle ilişkilerini de o tarihte kurdular demek zorundayız. Özellikle gazetelerde yayınlanan bantların dergilere göre daha politik nitelikli içerikleri olduğunu söyleyebilirim. Buna en iyi örnek, bizde çok sevilen, pek çok çizerimizi çizgi ve üslup olarak etkileyen, başarılı bir siyasi hiciv çalışması olan Al Capp’in Hoş Memo bantıdır. Bedri Koraman’ın ünlü Cici Can çizgi romanı bu diziyi model alır. Yine bizden bir örnek vermek gerekirse, ellili yıllarda popüler olan ve Fahrettim Kerim Gökay’ı tipleştiren Nihat Bali’nin Küçük Vali bantı, bir siyasetçiyi temel alması bakımından ilk olma özelliği taşıyor.
Siyasi çizgi romanların en rağbet gördüğü dönem ne zamandır mesela?
Bir toplumun siyasete geçmişten daha az ya da daha çok ilgi gösterdiğini ölçebilmek her zaman mümkün değil bence. Ama eğer bir popülerleşmeden söz edilecekse bu muhtemelen milliyetçi yanları mutlaka ağır basan bir popülerleşmedir. Böylesi bir popülerleşmeden beslenen ve onu besleyen popüler kültür ürünleri olması gerekir. İster istemez vulger bir rağbetten söz etmek durumundayız. Çizgi romanlar tam da bu dönemlerde mevcut açlığı giderirler, o açlık bittiği anda da unutulurlar.
Yani çizgi romanlar daha çok sağ anlayışa mı yatkın?
Çizgi romanlar çoğunluk değerlerine olan bağlılıkları nedeniyle herkesin kızdığına kızan, güldüğüne gülen bir içeriğe sahiptirler. Anti-entelektüelist ve anti-politiktirler. Siyasetçileri, kalem erbabını pek sevmezler. Cinsiyetçi ve ayrımcıdırlar, erkek anlatısıdırlar. Böyle baktığınız zaman genel anlamda sağcı bir yapıya sahiptirler, sol değerlerle üretilen muhalif işlerse her zaman sınırlı ve marjinaldir.
Türkiye'de yayınlanan siyasi çizgi romanlara dair dönüm noktalarından bahsetmek mümkün mü? 27 Mayıs, 12 Eylül gibi tarihlerin bu dönüm noktalarında etkileri vardır herhalde?
Bu dönüm noktaları, kültürel ortamı ne kadar etkiledilerse çizgi romanını da o ölçüde etkilediler. Türkiye’de çizgi roman üretimi, telif ücretlerinin cezbedici olması nedeniyle öncelikle ve asıl olarak gazetelerde gelişmiştir. Bunun anlamı şudur: tüm dünyada olduğu gibi çocukları değil gazetenin yetişkin okurunu da hesap ederek üretilmiştir bizim çizgi romanlarımız. Üreticilerinin tarih anlatıyoruz, eğlendirerek anlatıyoruz ya da unut(tur)ulan gerçekleri resmediyoruz iddialarını bu bağlamda düşünmek gerekir. Yetişkin bir okurun beğenileri hesaplanmıştır. Özellikle 27 Mayısın sonraki askeri müdahalelere kıyasla çizgi roman üretiminde daha fazla bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. En önemli tarihi çizgi romanlarımız altmışlı yıllarda ilk kez üretiliyor, tesadüf değil bu… Şunu da hatırlatayım, o tarihe değin yazılan Kurtuluş savaşı romanı sayısı da altmışlı yıllarda yazılanların toplamından hayli geride.
Sizce Türkiye'de yayınlanan en siyasi çizgi roman hangisidir?
En güzel anlamında soruyorsanız, çevirilerden Maus diyeceğim. Türkçede bir cemaat yayını olarak çıktı ve bence dağıtılamadı, hak ettiği ilgiyi görmedi. Gerçekten niteliksiz çizgi romanların reklamlarla çok sattığını görüyor ve Maus için üzülüyorum. Joe Sacco’nun çalışmaları, Yalınayak Gen ve Persepolis hemen sayabileceğim diğer yabancı örnekler.
Çizgiler üzerinden siyaset, muhalefet yapmak neyi sağlıyor sizce?
Bunun cevabı o anlatıyı üreten çizer ya da yazarın hayata nasıl baktığıyla ilgili. Muhtemelen yapabileceği en iyi şeyle derdini anlatıyor, anlatamasa eksik kalacak. Hayatla hesaplaşmadan ne sanat yapılır ne siyaset…
Siyasi çizgi romanlar kimlere hitap ediyor?
Bu tür çizgi romanlar daha az sattığı için okur profilini ona göre belirlemek gerekiyor. Bana göre çizgi roman okurları genellikle erkeklerden oluşuyor, kitap okurları ise kadınlar ve öğrencilerden… Siyasi çizgi romanlar, kitap ve çizgi roman okurlarının sınırlı bir kesimince satın alınıyor.
Cumhuriyet Dergi, 12.9.2010, Esra Açıkgöz ile yapılan röportaj.
Görseli Levent Gönenç'ten aldım
link
Perşembe, Eylül 16, 2010
Çarşamba, Eylül 15, 2010
Salı, Eylül 14, 2010
Pazartesi, Eylül 13, 2010
Pazar, Eylül 12, 2010
Veda’nın Çizgi Romanı

Birgün Kitap, 11.9.2010
Cumartesi, Eylül 11, 2010
Cuma, Eylül 10, 2010
Perşembe, Eylül 09, 2010
Salı, Eylül 07, 2010
Pazartesi, Eylül 06, 2010
Pazar, Eylül 05, 2010
Cumartesi, Eylül 04, 2010
Yalancı Dünyanın Yalancı Hikâyeleri

(...) Yukarıda değinmiştim, gerçeğin taklidin yerine, gerçeklik vehminin gerçeğin yerine ikame edilmesi, en çok tüketim safhasında ete kemiğe bürünüyor. Sanat-hayat ilişkisi ve bağlamı muğlâklaşıyor. Peki, bu yeni bir şey mi? Tarihsel olarak bakıldığında cevabı hayır bu sorunun... Bihter’in çizmelerinden şikâyet edenler, Cahide Sonku’nun Aysel eşarplarını, Clark Gable’ın, dolayısıyla Ayhan Işık’ın fanilalarını unutmasınlar… Popüler kültür tartışmaları, aktüele odaklanan bir perspektifle geliştiğinden, yaşanan zamana-bugüne kahırlanmak gibi bir yönü vardır. Sokaklardaki cinayetlerin nedeni dizilerde artan şiddet nedeniyledir, çocuklar kumara, genç kızlar fuhuşa, bütün toplum Amerika’ya meyletmektedir vs. Popüler kültür eleştirilerinin hafızası da yoktur. Dosyamızdaki diğer yazıları incelerken fark edeceksiniz, isim olarak geçen çoğu diziyi hatırlamayacaksınız. ‘Nasıldı, neydi?’ diye birbirinize soracaksınız. Tersi de var: Herkes Aşkı Memnu hakkında konuşmak ve yazmak istiyor. Türkan Şoray’la Şener Şen’in oynadığı bir dizi vardı, adı neydi? Yıllar önce de onu konuşmuştuk. Ali Kırca, Siyaset Meydanında tane tane konuşarak, es’ler vererek, duygu dolu ifadelerle Türkiye’yi kucaklayan bu güzel diziyi konuklarına sormuştu. Gözlerimiz dolarak, ‘keşke bitmeseydi’ ile ‘tadında bıraktılar’ arasında salınarak izlemiştik, konuşanları. Tarihsel bir bağlam olmadığı için popüler olana yönelik eleştiriler de aktüel bir bağlamda geliştiriliyor: En fazla ‘12 Eylül sonrasında…’, ‘neoliberalizm..’ ‘global medya’ vb milad veya açıklama noktalarıyla sahiden bu kadar mı kesin dedirten, her şeyi çözen ve bilen yorumlar yapılıyor. Bir öğrencim, ‘hocam bu dizileri Amerika yaptırıyor’ demişti, gülerek döndüm, baktım çocuk gayet ciddi. ‘Efendim, herşeyin de delili, kaydı kuydu olmaz, gözle görünüyor işte, uyutuyorlar bu halkı…’ Bir yönetmenden dinlemiştim, tv kanallarından biri izleme pratikleriyle ilgili bir araştırma yapmış. Orta Sınıftan çalışan kadınlar, dizileri aileleriyle birlikte geçirebilecekleri bir etkinlik olarak görüyormuş. Anne-baba, kardeşler artık kim varsa… Alt sınıflardan ev kadınlarıysa, dizileri tek başlarına, kocalarından ayrı izliyorlarmış. Koca akşamları kahvede, belki ilişkileri kötü, o futbol izliyor vs… Hayır, ev hanımı yan odada, mutfakta, küçük televizyonun başına geçiyor ve kimselere bulaşmadan ve kendine de karıştırmadan izliyormuş dizisini. Bana bu tür veriler daha ilginç geliyor, popüler kültür eleştirilerinde, örneğin dizilerin nasıl tüketildiğine dair daha fazla düşünülmesi gerekiyor, sözü döndürüp dolaştırıp oraya getireceğim, uyarmadı demeyin… (...)
Birikim, Ağustos-Eylül 2010, Gündelik Hayat, Tv Dizileri ve Popüler Kültür yazısından bir bölüm...
Çizgi: Turgut Demir
Cuma, Eylül 03, 2010
Perşembe, Eylül 02, 2010
Seyrüsefer Defteri 2

Çarşamba, Eylül 01, 2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)