Başıboş, Hollanda’da 2012’de yayınlanmış bir ilüstrasyon
albümü (De Harmonie, Amsterdam). Anlaşıldığı kadarıyla, İstanbul’da bir dönem
yaşamış, hatta kimi çalışmalarını sergileme imkânı da bulmuş, 1983 doğumlu genç
bir çizerin Gijs Kast’ın üretimlerinden oluşuyor. Biz millet olarak
diyelim, dışarıdan nasıl algılandığımızı merak eder, bir yabancının bizi nasıl
anlattığına dikkat kesiliriz. Doğrusu, ekseriyetle Arap ve Ortadoğu
hinterlandına ilişkin imge ve klişelerle niteleniriz. Dar sokaklar, tıkış tıkış
pazar yerleri, çarşaflı kadınlar, ezan sesleri, biteviye pazarlık sahneleri ve
erkek kalabalıklarıyla anlatılır İstanbul. Camii önünde pır pır uçuşan
güvercinler, Galata Köprüsü balıkçıları ve sokak kedileri sık resmedilen
manzaralardandır…
Son on yılda delice bir iştahla beşer beşer katlarını
çoğalttığımız gökdelenlerimiz, oryantal kameranın ne aklına ne gönlüne
girebiliyor demek ki. Turistler, Sultanahmet, Galata ve Eminönü civarında
gezerek bilinen ve merak edilen İstanbul turlarını tamamlıyorlar. Kendi
ülkelerinde görmedikleri teferruatlarla dolu bir açık hava müzesinde dolaşmak
turistlere ziyadesiyle yetiyor. Bütün büyük şehirlerin birbirine benzediği
dünyada eski halılar bulmak, fes satın almak, nargile fokurdatmak, göbek atmak,
kebap yemek onlara büyük hatıra gibi geliyor. Oysa biz fes’e burun kıvırıyor,
esnafın halıları döve döve eskittiğini, kebabın daha iyi yerlerde daha güzel
pişirildiğini biliyoruz. Bizim İstanbul algımızsa ihtişam yaratmak üstüne,
hayran bırakmak istiyoruz, turistin göz ucuyla bile bakmadığı büyük ve daha
büyük şeyleri teşhir etmeyi arzuluyoruz, aklımızda hep bu var. Yarış ediyoruz,
Ortadoğu ve Balkanların, Avrupa’nın en büyüğü, en gösterişlisi olmak istiyoruz.
Onlarsa dönüp dolaşıp bize kirli, sakil ve çirkin gelen şeylere, otantiğe
yöneliyorlar.
Gijs Kast, bu yabancı ilgisinin çok dışında kalan bir algıyla bakmamış
İstanbul’a. Kediler, elektrik direkleri, simitçiler, pencereden aşağı
sarkıtılan sepetler, klimalar, uydu antenleri, her yerde görülen bayraklar,
bina desenleri, martılar, ahşap evler, pencerelerden bakan teyzeler, tek farklı
aksesuarı renkli spor ayakkabıları olan çarşaflı kadınlar, baloncular,
merdivenler, sünnet çocukları, düğün fotoğrafları, pembe çoraplı ağır abiler,
büfeler, seyyarlar ilgisini çekmiş Kast’ın, tek tek çizmiş hepsini. Gerçi,
bütüne bakıldığında, tamamı, telefonuyla, dijital makineleriyle, geniş
objektifleriyle Galata’yı, gün batımını, simite pike yapan martıları, yan yana
duran kediyle köpeği fotoğraflayan turistlerin “resim” tercihlerinden zerre
farklı değil ama güzel çizilmişler.
Albüm belgeselvari bir tutumla hazırlandığından fotoğraf yardımı alındığı
anlaşılıyor. Kast, önce şehri dolaşıp fotoğraflar çekmiş sonra da onları
ilüstrasyona devşirmiş. Başıboş ismini seçmesi sanırım flaneur kavramını
çağrıştırmasıyla ilgili. Sevmeden veya irrite olarak çevresine baktığını
düşündürtmemiş, aksine böyle anlaşılmaktan çekinmiş, bu da çok belli. Gijs
Kast, kendine has bir çiniye ve tipleştirmeye sahip. Vücutla oranlandığında
tiplerindeki hafif büyük kafalar ve dar omuzlar ayrıca dikkat çekiyor. Ardışık
desenler kullanmış, birbirini takip eden görseller albüme neşeli ve ironik bir
hava katmış, bir müzik düşündüğünü hissettiren veya sayfalara bakana müziği
hatırlatan bir devamlılık bu. Özetle ilginç, sevimli ama bildiğimiz türden
oryantal bir auraya sahip Başıboş. Kast, devam ederse, çok daha iyi olacak bir
çizer.
[2014]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder