Perşembe, Haziran 25, 2020

Kayıp Bir Ressamın Evrak-ı Metrukesi




Yüz yıl önce diyelim, matbaa teknolojisinin yetersizliği nedeniyle gazeteler-dergiler pek fotoğraf kullanamaz, basın ressamlarına başvurur, onların ürettiği görsellikten faydalanırlardı. Gazete-dergi dağıtımı ülke çapında yapılamadığından satışlar yüksek değildi ve bu durum ressamlara ödenen telifi doğrudan etkiliyordu. Hemen bütün ressamlar bir gazeteye ve birden fazla dergiye iş yetiştirmek durumundaydı. Seri üretim yapabilen, o disiplini gösterebilen ve o profesyonelliği başarabilen ressam sayısıysa çok fazla değildi. Yayıncılar, onlara mecbur kalmamak içim profesyonellerin alternatiflerini arıyor, yetenekli gençleri, akademiden öğrencileri, meraklıları devşirmeye çalışıyor, ucuz maliyetli isimler bulmaya uğraşıyordu. Bu çerçevede her dönem sürekli çalışan isimlerin yanında piyasaya girip çıkan pek çok ressam namzedi oluyor, çoğu sebat etmiyor, kaybolup gidiyordu. İzzet Ziya, geçen yüzyılın ilk yarısında çalışmış, sonradan kaybolup gitmiş basın ressamlarımızdan biri. Taha Toros ve Nüzhet İslimyeli'nin yazdıkları dışında hakkında doğru düzgün bir malumata dahi sahip değildik. Bahriye Çeri ve Ali Birinci, onun hakkında kıymetli bir albüm-kitap yapmışlar. Kitap, İzzet Ziya'nın dergilerde kalan ilüstrasyonlarını ve biyografik nitelikli ayrıntılı bir önsözü içeriyor.

Öğreniyoruz ki, bir dönem saray ressamlığına kadar yükselen İzzet Ziya, cumhuriyet'te de nitelikli bir devlet memuru olmaya devam etmiş; az çizmesinin, geniş aralıklarla üretmesinin gerekçesi böylelikle anlaşılıyor. Babıali'nin nekes patronlarından sıtkı sıyrıldığında kaçıp gidebiliyormuş, 'la havle' çekip devam etmek zorunda kalmıyormuş. İzzet Ziya'nın 1919-1936 yılları arasında çizdiği kimileri karikatür, çoğunluğu hikâye-roman resimlemelerinden oluşan albüm, basın ressamlığı bakımından zihin açıcı bir panorama oluşturuyor. İzzet Ziya, 1935'te, Yedigün'de yeniden çizmeye başladığında 52 yaşındaymış, o yaşta tazelenmek-iştahlanmak takdire şayan. Çizmeyince bileğiniz kütükleşir, eskisi gibi çizebilmek, kıvraklık kazanabilmek için tekrar ve tekrar çalışmanız gerekir. İzzet Ziya, bunu göze almış, üstelik yirmili yıllarda çizdiklerine göre daha olgun çalışmalar çıkartabilmiş. Vefatında Ankara'da yaşadığına göre, çizdiklerini İstanbul'a postayla gönderiyor olmalı.

Basın ressamlığı, endüstriyel üretim anlamına gelir, sanattan çok popüler beğeniye ve önemli ölçüde taklide dayanan bir tekrar içerir. Onar yıllık aralarla basındaki görsellik incelenirse popüler ve taklit edilen bir üslup olduğu, bunun tekrar edilerek yaygınlaştırıldığı görülebilir. Her yeni gelen çizerden o popüler-hâkim üsluba benzeyen üretimler istenir. Örneğin bizde 1920'li ve 30'lu yıllarda Fransız gazeteleri ve orada hâkim olan görsellik taklit edilir. Dergi ve gazetelerimizde imzaları farklı olmakla birlikte birbirine benzeyen ilüstrasyonlar görürüz. Benzeşme derken 'Parisienne' bir üslup, belirginleştirilmiş bir kibarlık, elegant kadın ve erkekler resmediliyor demek istiyorum. En fazla iki kişinin, ekseriyetle bir kadın ve bir erkeğin yan yana, göz göze, 'ruhen' yanak yanağa getirildiği mizansenler de denebilir çizilenlere. Arka plan ve bir iç derinlik yoktur. Sessiz sinema tasarımı kadın ve erkekler tek bir duyguya odaklanmış biçimde ağlamaklı ve endişeli ifadelerle bakınırlar... Az sonra büyük bir sır ifşa edilecek, ayrılık olacak, kavuşamayacaklar, hüsran, facia, bedbahtlık vs yaşanacaktır sanki.

İzzet Ziya, bu resimlerdeki imzalardan biri… En ünlüsü değil. Fransız çizerlerini andırıyor, o yılların pek çok karikatürist ve basın ressamı gibi özgün durmuyor çizdikleri. Neden diğer ressamlarımız kadar hatırlanmıyor sorusu az üretmesinden, mevcuda yeni bir yorum getirememesinden kaynaklanıyor bana kalırsa. İzzet Ziya, kendine özgü bir başkalık taşımadığından, kendisinden talep edileni yaparak, siparişi tamamlayan bir zanaatkâr gibi duruyor. Münif Fehim, İhap Hulusi veya Ramiz ölçüsünde bir basın ressamı değildi ama el hak, talebe cevap verebiliyordu. Örneğin elleri iyi çizemiyordu ama önemli olan eksajere edilmiş yüz ifadesiydi. İzzet Ziya bunu kotarabiliyordu.

Yirmili yıllarda basınımız için Fransızları modelliyor dedik, otuzlu yıllarda İzzet Ziya'nın daha olgun ve oturmuş çizgilerini yayınlayan Sedat Simavi'nin ünlü Yedigün dergisi frankofon etkiyi sürdürmekle birlikte, başka bir görsel iklimin ve modanın içindeydi. Amerikanlaşma yaşayan bir Fransa vardı artık, çizgiler de ona göre değişmişti. (Babıali, Amerikanlaşmayı uzun yıllar Fransa üzerinden takip etti.) Şevki ve Sururi gibi American Style ressamların giderek öne çıkması da bu yüzden oldu, tek etkiye değil arkaplan ayrıntısına dayanan, dekoratif unsurların azaldığı, çizgilerin berraklaştığı, kadınların ve erkeklerin vücut özelliklerinin daha fazla belirginleştirildiği yeni bir resim anlayışı oluşmuştu. 'Kamera' daha geriden kuruluyordu artık. Yüz ifadesi kadar mekân tasviri de önem kazanmıştı. İnsanlar o güzel kadınların nasıl bir mekânda yaşadığını görmek istiyordu. İzzet Ziya, otuzlu yıllarda daha iyi çiziyormuş ama yine yeni değilmiş demek istiyorum. Modern üslup, bir kez daha başkaları tarafından temsil ediliyormuş. İzzet Ziya, yaşasaydı, ne kadar değişirdi, yeni biçime nasıl uyum sağlardı, kestirmek güç. İyi eğitimli bir saray ressamının, çini mürekkebiyle ve ucuzcu gazetelerle serencamı hayli ilginç elbette. Çizme iştahı gösteren arzulu bir adam mıydı yoksa ilerleyen yaşlarında düşkünleşerek maddi imkânsızlıklar yüzünden, beklenmedik bir ihtiyaçla Babıali'ye mi gitmişti, bilmiyoruz. Kitaptaki bütün çizimleri incelediğimde bende kalan tortuyu, melodramatik bir keder olarak tarif edebilirim. Belki abartıyorum, İzzet Ziya, yalnız ölen ve hatırlanmayan biri, sanki öyle, fazlasıyla romanesk geliyor bana.

Radikal Kitap, 18.4.2014

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails