Perşembe, Nisan 10, 2014

Emanet Şehir Yarın Çıkıyor




Emanet Şehir, ilk haliyle, geçen yıl yayınlanan Dumankara, Hayat Bir Yangındı albümü için yazdığım sekiz sayfalık bir hikâyeydi; yine Berat çizecekti, yetiştirememiş, dâhil edememiştik. Yazarken aklımda Ankara’da, 1950 öncesi yıllarda, İnönü dönemiyle (1938-1950) özdeşleştirilebilecek entelektüel havayı kıyısından köşesinden anlatmak vardı. O yıllarda, klasikler denilen, sanat, edebiyat ve felsefenin temel kitapları, Bakanlık eliyle tercüme ediliyor, çok sayıda kültürlü ve yetenekli insan bu iş için istihdam ediliyordu. Ankara küçük yer, bir avuç entelektüel ve gidilebilecek üç beş mekân var… O insanlar kabile gibi bir arada dolaşıyor, birlikte yaşıyorlar. Akşam toplantıları, hafta sonu gezmeleri, Baraj kıyısında piknikler, aşklar, çekememezlikler, küçük facialar, içkili yemekler, sanat sohbetleri şu bu… Sonra birdenbire o iklim değişiyor. Önce “sıcak”, sonra “soğuk” savaş, tercüme işini giderek büyüyen bir ivmeyle sekteye uğratıyor… Şehre göç edenler İstanbul’a dönüyor, çeviriler tavsıyor, Ataç’ın, Hasan Âli Yücel’in, [İsmail Hakkı] Tonguç’un karizması alaşağı ediliyor veya olmamışçasına solup gidiyor. Bunu bir kayıp, bir mağlubiyet, kültür tarihimiz için hayıflanılacak bir milat saymak mümkün.

Doğrusu ben bu yoğunlaşmadan ve siyasi çekişmelerden çok, hasbelkader orada olup da bir katkı getiremeyen kifayetsiz muhterisleri, taklitçileri, "pozörleri" merak ediyordum. Yeteneği, zekâyı, yaratıcılığı, çığır açanları biliyor, akla getiriyorduk ama vasatları hatırlamıyorduk işte. Vasat derken mevcut estetiği yineleyen, yeni bir şey söylemeyen, o büyük [S]anata ve estetiğe sığınarak-saklanarak kendini var edenleri kastediyorum. O günler yaşanırken herkesin tanıdığı, o entelektüel ortamın içinde olan, hasbıhale katılan, o dönem geçtiğindeyse kimsenin hatırlayamadığı, esamisi okunmayan yazar-şair namzetlerinden söz ediyorum. Arşivleri karıştırırsanız bir şeyler yazanları vardır ama yazdıklarıyla değil herkesin suyuna giden halleriyle hatırlanmaları gerekir. Sevilmeyene kızarlar, sevilene taparlar, ışığın pervanesidirler, herkesin kızdığına kızıp güldüğüne gülerler vs… Özetle hiçbir bakımdan “başka bir şey” söylemezler, bazıları “hiçbir şey” söylemezler. Çıkış noktam vasatlıktı; o bohem ya da entelektüel çevrenin içinde olan yeteneksiz birini, “yazamayan”, “başaramayan” birini anlatmak istiyordum.

Bu vasat adamın bir yalancı olması fikri bana ayrıca ilham veriyordu. Sürekli yalan söyleyen, söylediği yalanlara kendi de inanan biri kadar heyecan verici bir başka edebi figür, inanın bilmiyorum. Ona mitoman mı desek acaba? Hepimiz az ya da çok yalan söyleriz, kendimizi ya da başkalarını savunmak adına da yaparız bunu. Yaşamak için yalan söylemek ve o yalanları hatırlamak zorunda kalmak başka bir şeydir, hayatını o yalanlara göre istiflemek daha başka bir şey… Bir arkadaşıma göre yalanın kokusu varmış, insan baştan ayağa parfüm kokar gibi yalan kokarmış… Siz ne dersiniz bilmiyorum ama bu ifade bile bana baştan ayağa romanesk geliyor…(...)

 [Emanete Hıyanet Etmeden başlıklı sonsöz'den...]


Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails