Emanet Şehir, ilk haliyle, geçen yıl yayınlanan Dumankara,
Hayat Bir Yangındı albümü için yazdığım sekiz sayfalık bir hikâyeydi; yine
Berat çizecekti, yetiştirememiş, dâhil edememiştik. Yazarken aklımda Ankara’da,
1950 öncesi yıllarda, İnönü dönemiyle (1938-1950) özdeşleştirilebilecek
entelektüel havayı kıyısından köşesinden anlatmak vardı. O yıllarda, klasikler denilen,
sanat, edebiyat ve felsefenin temel kitapları, Bakanlık eliyle tercüme
ediliyor, çok sayıda kültürlü ve yetenekli insan bu iş için istihdam
ediliyordu. Ankara küçük yer, bir avuç entelektüel ve gidilebilecek üç beş mekân
var… O insanlar kabile gibi bir arada dolaşıyor, birlikte yaşıyorlar. Akşam
toplantıları, hafta sonu gezmeleri, Baraj kıyısında piknikler, aşklar,
çekememezlikler, küçük facialar, içkili yemekler, sanat sohbetleri şu bu… Sonra
birdenbire o iklim değişiyor. Önce “sıcak”, sonra “soğuk” savaş, tercüme işini giderek
büyüyen bir ivmeyle sekteye uğratıyor… Şehre göç edenler İstanbul’a dönüyor,
çeviriler tavsıyor, Ataç’ın, Hasan Âli Yücel’in, [İsmail
Hakkı] Tonguç’un karizması alaşağı ediliyor veya olmamışçasına solup gidiyor.
Bunu bir kayıp, bir mağlubiyet, kültür tarihimiz için hayıflanılacak bir milat
saymak mümkün.
Doğrusu ben bu yoğunlaşmadan ve siyasi çekişmelerden çok,
hasbelkader orada olup da bir katkı getiremeyen kifayetsiz muhterisleri,
taklitçileri, "pozörleri" merak ediyordum. Yeteneği, zekâyı,
yaratıcılığı, çığır açanları biliyor, akla getiriyorduk ama vasatları
hatırlamıyorduk işte. Vasat derken mevcut estetiği yineleyen, yeni bir şey
söylemeyen, o büyük [S]anata ve estetiğe sığınarak-saklanarak kendini var edenleri
kastediyorum. O günler yaşanırken herkesin tanıdığı, o entelektüel ortamın
içinde olan, hasbıhale katılan, o dönem geçtiğindeyse kimsenin hatırlayamadığı,
esamisi okunmayan yazar-şair namzetlerinden söz ediyorum. Arşivleri
karıştırırsanız bir şeyler yazanları vardır ama yazdıklarıyla değil herkesin
suyuna giden halleriyle hatırlanmaları gerekir. Sevilmeyene kızarlar, sevilene
taparlar, ışığın pervanesidirler, herkesin kızdığına kızıp güldüğüne gülerler
vs… Özetle hiçbir bakımdan “başka bir şey” söylemezler, bazıları “hiçbir şey”
söylemezler. Çıkış noktam vasatlıktı; o bohem ya da entelektüel çevrenin içinde
olan yeteneksiz birini, “yazamayan”, “başaramayan” birini anlatmak istiyordum.
Bu vasat adamın bir yalancı olması fikri bana ayrıca
ilham veriyordu. Sürekli yalan söyleyen, söylediği yalanlara kendi de inanan
biri kadar heyecan verici bir başka edebi figür, inanın bilmiyorum. Ona mitoman
mı desek acaba? Hepimiz az ya da çok yalan söyleriz, kendimizi ya da
başkalarını savunmak adına da yaparız bunu. Yaşamak için yalan söylemek ve o
yalanları hatırlamak zorunda kalmak başka bir şeydir, hayatını o yalanlara göre
istiflemek daha başka bir şey… Bir arkadaşıma göre yalanın kokusu varmış, insan
baştan ayağa parfüm kokar gibi yalan kokarmış… Siz ne dersiniz bilmiyorum ama
bu ifade bile bana baştan ayağa romanesk geliyor…(...)
[Emanete Hıyanet Etmeden başlıklı sonsöz'den...]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder