Televizyonda, “geniş halk katılımlı” bir tartışma programında, konuşmacılardan biri kendisine yönelen tepkilere sinirlenerek, yönetici “abi”yi müdahale etmesi için uyarmıştı. O da, kendine özgü babacan, paylayıcı ve hakbilir tonlamalarıyla “Memleket bu! biz böyleyiz, kanımız kaynıyor, dobrayız, küfrederiz, bağırırız, ağlarız, güleriz” diye Türk milletinin karakteristiklerini sıralamış, müdahale isteyen konuşmacıya: “Bunlar halkın sesi, sokakta ne diyorsa, nasıl konuşuyorsa burada da onu yineleyecek” diyerek tribüne oynamış, alkış almıştı. İki açıdan dikkat çekiciydi, bu konuşma. İlki, halkın sesi ve rengi olma iddiası taşıması, diğeri yapılan biz tanımlamasıydı.
Özel televizyonlarla, tribüne oynamak, aleni bir halk dalkavukluğu (veya yüksek kültür ehline meydan okumak) sıradan bir durum haline geldi. Oysa tribünler için oynayan futbolcu, yuhalanmak için de ilk akla gelendir. Hoş, karşımızdaki de futbolcu değil, doğuran ve öldüren televizyon. Primetime ahlakçılığı, futbol lafazanlığı, açık konuşan sohbetler, gözyaşı kesesi melodramlar, paparazziler ve daha neler / kimler var onun içinde. Ama tribüne oynamak, televizyon eklektizmine hâkim olan ve giderek güçlenen bir tavır oldu. Hacivat’ın ırzına geçme arzusu, Karagöz’ün attığı tokatları aşmış durumda. Seyirci nezdinde bir şarkıcı-oyuncunun tartıştığı “prufesür”ün ya da bir başka oyuncunun meydan okuduğu “entel”lerin kim(ler) olduğu umursanmıyor bile. Gol attığı sürece hatırlanacak ve tribüne çağrılacak televizyon yıldızları çünkü onlar. İçimizden birileri oldukları ise her şeyden daha kesin!: Dobra ve delikanlı; sanatçı ve sıradan; duygusal ve esprililer. Ama Beyoğlu Güzeli, Bihruz Bey, Bobstil ya da muhallebi çocuğu değiller.
İnsanların kendilerini övmeleri bütün topluluklarda kötü karşılanır. Ama “biz” dolayımıyla “yazılarak”, adrese teslim edilen mektuplar nasıl da okşayıverir o kolektif ruhu. “Tribün için yumruk şov”, Karagöz olmak, kamuoyunun vicdanına havale etmek, bayrağa sarılmak, delikanlıca konuşmak, gerektiğinde kameralara ağlamak, görünmez bir nakkaşın istiflediği bir Türk portresini oluşturuyor. Dobra, pervasız, dürüst ve samimi olmayı hangi halk sahiplenmez ki?
Anlatılan “Biz” nasıl bir halk resmi? Öfkeli, aç, saldırgan, sabırsız ve kenara itilmişliğin lime lime ettiği bir psikolojiyle bir taşra var metropollerde, hayatımızda. Gözden kaçtığını sanmıyorum, Deli Yürek’in erkek kahramanlarının yanında alımlı, nezih muhitlerin kızları nasıl sakil kalıyor, derslerini alıyor ve şaşırıyorlardı: “Siz nasıl insanlarsınız anlayamıyorum”. Hacivat’ın kulakları çınlasın! Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde burjuvaziyle çatıştığı, sitenin fakir delikanlılarıyla dertleştiği sahneler kadar canlı kimi karşıtlıklar kurulmuştu dizide. Bir çiftçinin oğlu, Kenan İmirzalıoğlu, erkek güzeli olarak geçtiği televizyonda ülkesi için savaşmış bir komandoyu, Protestan bir Müslüman’ı, adaletli bir kahramanı ve “gerçek bir milliyetçi”yi oynuyordu. Statlarda ve meydanlarda birdenbire yükselen “Allahü ekber” nidalarıyla ilgisi olmadığını söyledi. Ülkücü değilim demeye getirdi, gizemli ve kapsayıcıydı orası muhakkak. Yılmaz Erdoğan’ın “solcu değilim” deyişi kadar açık konuşmadı hiç.
Yazılı kültürün eridiği –ölmediği- bir dünyada televizyon dizileri ve onun yıldızları milli kimliği üreten, her defasında her yeni duruma karşı tanımlayan medya kanonumuz oldular. Ortak özelliklerin üretimi, kültür yoluyla dilsel ve etnik bir tekbiçimcilik yaratmaya çalışan ulus-devletlerin alâmetifarikasıdır, şüphesiz. Oysa bu metinler ve isimler, devlet aracılığıyla yürütülen bir kültür misyonunun, üzerinde anlaşılmış aktörleri değiller. Karmaşık bir puzzle’ın parçaları olarak duruyorlar ortada, bazen dağılıp bazen birleşiyorlar. “Erkek” ve milliyetçi Miroğlu, “muhalif” ve komik Yılmaz Erdoğan, “özgür” ve başarılı Hülya Avşar. Üçü de o “halk” için birer modeller aslında, üniversite bitirmemişler, metropollere göçmüşler ve aynı aktüel puzzle’ın önemli birer parçasını oluşturuyorlar. Sonuçta prime time kanonu bu...
[Yazı, 2000 yılında chivi.com için yazıldı]
Özel televizyonlarla, tribüne oynamak, aleni bir halk dalkavukluğu (veya yüksek kültür ehline meydan okumak) sıradan bir durum haline geldi. Oysa tribünler için oynayan futbolcu, yuhalanmak için de ilk akla gelendir. Hoş, karşımızdaki de futbolcu değil, doğuran ve öldüren televizyon. Primetime ahlakçılığı, futbol lafazanlığı, açık konuşan sohbetler, gözyaşı kesesi melodramlar, paparazziler ve daha neler / kimler var onun içinde. Ama tribüne oynamak, televizyon eklektizmine hâkim olan ve giderek güçlenen bir tavır oldu. Hacivat’ın ırzına geçme arzusu, Karagöz’ün attığı tokatları aşmış durumda. Seyirci nezdinde bir şarkıcı-oyuncunun tartıştığı “prufesür”ün ya da bir başka oyuncunun meydan okuduğu “entel”lerin kim(ler) olduğu umursanmıyor bile. Gol attığı sürece hatırlanacak ve tribüne çağrılacak televizyon yıldızları çünkü onlar. İçimizden birileri oldukları ise her şeyden daha kesin!: Dobra ve delikanlı; sanatçı ve sıradan; duygusal ve esprililer. Ama Beyoğlu Güzeli, Bihruz Bey, Bobstil ya da muhallebi çocuğu değiller.
İnsanların kendilerini övmeleri bütün topluluklarda kötü karşılanır. Ama “biz” dolayımıyla “yazılarak”, adrese teslim edilen mektuplar nasıl da okşayıverir o kolektif ruhu. “Tribün için yumruk şov”, Karagöz olmak, kamuoyunun vicdanına havale etmek, bayrağa sarılmak, delikanlıca konuşmak, gerektiğinde kameralara ağlamak, görünmez bir nakkaşın istiflediği bir Türk portresini oluşturuyor. Dobra, pervasız, dürüst ve samimi olmayı hangi halk sahiplenmez ki?
Anlatılan “Biz” nasıl bir halk resmi? Öfkeli, aç, saldırgan, sabırsız ve kenara itilmişliğin lime lime ettiği bir psikolojiyle bir taşra var metropollerde, hayatımızda. Gözden kaçtığını sanmıyorum, Deli Yürek’in erkek kahramanlarının yanında alımlı, nezih muhitlerin kızları nasıl sakil kalıyor, derslerini alıyor ve şaşırıyorlardı: “Siz nasıl insanlarsınız anlayamıyorum”. Hacivat’ın kulakları çınlasın! Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde burjuvaziyle çatıştığı, sitenin fakir delikanlılarıyla dertleştiği sahneler kadar canlı kimi karşıtlıklar kurulmuştu dizide. Bir çiftçinin oğlu, Kenan İmirzalıoğlu, erkek güzeli olarak geçtiği televizyonda ülkesi için savaşmış bir komandoyu, Protestan bir Müslüman’ı, adaletli bir kahramanı ve “gerçek bir milliyetçi”yi oynuyordu. Statlarda ve meydanlarda birdenbire yükselen “Allahü ekber” nidalarıyla ilgisi olmadığını söyledi. Ülkücü değilim demeye getirdi, gizemli ve kapsayıcıydı orası muhakkak. Yılmaz Erdoğan’ın “solcu değilim” deyişi kadar açık konuşmadı hiç.
Yazılı kültürün eridiği –ölmediği- bir dünyada televizyon dizileri ve onun yıldızları milli kimliği üreten, her defasında her yeni duruma karşı tanımlayan medya kanonumuz oldular. Ortak özelliklerin üretimi, kültür yoluyla dilsel ve etnik bir tekbiçimcilik yaratmaya çalışan ulus-devletlerin alâmetifarikasıdır, şüphesiz. Oysa bu metinler ve isimler, devlet aracılığıyla yürütülen bir kültür misyonunun, üzerinde anlaşılmış aktörleri değiller. Karmaşık bir puzzle’ın parçaları olarak duruyorlar ortada, bazen dağılıp bazen birleşiyorlar. “Erkek” ve milliyetçi Miroğlu, “muhalif” ve komik Yılmaz Erdoğan, “özgür” ve başarılı Hülya Avşar. Üçü de o “halk” için birer modeller aslında, üniversite bitirmemişler, metropollere göçmüşler ve aynı aktüel puzzle’ın önemli birer parçasını oluşturuyorlar. Sonuçta prime time kanonu bu...
[Yazı, 2000 yılında chivi.com için yazıldı]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder