Kimin nasıl ve neden şöhret olduğunu anlamak her zaman mümkün olmuyor. Ama bir kez şöhret olmuş birisinin kalıcı olup olmayacağı televizyon karşısında bir marka tasarımcısı ya da emprezaryo edasıyla oturan yüzbinlerce seyirci tarafından tartışabiliyor. “Tutmayanlar” çabuk unutuluyor. Örneğin her yıl onlarca pop müzikçi bir görünüp bir kayboluyor, çoğunun değil bir tek şarkısını-yüzünü bile hatırlamıyoruz. Sokağı ve takvimi yakalayanın yaşadığı, kendini yenileyemeyenin, değişen şartlara uyum sağlayamayanın kaybolmaya mahkum olduğu bir düzenek bu.
Sanatta popülerliğin ölçütü doğal olarak “kalite” (iyi film, iyi müzik ya da iyi oyunculuk vs) değil, hani olursa fena olmaz elbette ama şart olarak görülmüyor hiçbir zaman. Koşullara bağlı olarak beklentiler değişiyor: Cinsel cazibenin, güzelliğin, ayrıksı çıkışların, komik şarkı sözlerinin, akılda kalıcı deyişlerin, ilginç jest ve kıyafetlerin öne çıkartıldığını hepimiz biliyoruz. Burada asıl hayati ilke medya temsilinin başarısı. Şöhreti biçimlendiren medyada verilen sınavların başarısı. Bunun için de mutlaka önceden tasarlanmış bir “konsept” olmak gerekmiyor. İşin sırrı, olağanüstülük beklentilerine uygun olabilmek. Televizyona çıkmak, önemli ölçüde şöhretli olmayı gerektiriyor ya da şöhret olmak için televizyona çıkmak bir basamak olarak görülüyor. Orada “yaşayanlar” bize fazlasıyla sihirli gelebiliyorlar. Çünkü giyimlerinden davranışlarına, konuşma biçimlerine varıncaya kadar varoluşları sahneleniyor.
Neredeyse kuraldır, sıradan insanlar ancak çıldırdıkları, intihar ettikleri ya da öldürdükleri/öldürüldükleri zamanlarda medyada temsil edilirler. Şöhretli olmanın gereği de buna yakın bir şeydir; şöhret sahibi mutlaka olağandışı davranmak zorundadır. Yaptığı lüks villaları satan bir işadamının konuşulmaya değer bir hiç yanı yoktur. Ama o kişi büyük paralar harcayan, güzel kadınlarla pahalı mekanlarda görülen, bar çıkışlarında kavgalar yaşayan biriyse hemen hatırlanır. Yaşadığı toplumun zihnini meşgul etmeyen şöhret olamaz. Ajda Pekkan’ın bir popstar olarak kırk yıldır varolmasının nedeni, skandalları, bitip tükenmez aşk hikâyeleri ve estetik mucizeleridir. Onun bu kadar konuşulmasını sağlayan belki de en son şey şarkıcılık performansıdır herhalde. Mazbut ve sıradan bir yaşantısı olanın şöhret olması mümkün değildir denemez ama bunu değil kırk yıl, kırk gün yaşatması bile zordur. Bu kadar çok insanın “buhar olmasının” esbabı mucibesi de budur aslında. Herkesin kaldırabileceği bir süreç değildir bu. Gerçek kişiliklerini bir kenara koyarak “oynamak” kadar, başarısızlık halinde reddedilme ve küçümsenme tehdidi de vardır. Çoğu şöhret, kendisine çıkış sağlayan “rolü” taşıyamaz olur, rol ve hayat o kadar iç içedir ki, bıkkınlık ve kaçma arzusu her şeyin önüne geçer. Epeyce bir skandal da bu bıkkınlık ve kaçma arzusundan kaynaklanmaktadır. Gerçek yüzlerini anlatma gereği duyan veya medyadan duyduğu bıkkınlığı haykırma arzusu taşıyan şöhretlerle karşılaşırız.
Kimi şöhretler, kendiliğinden buhar olmazlar, cezalandırılarak yok edilmek istenirler. Bunun nedeni şöhretin toplumun medya tarafından temsil edilen/dayatılan beklentileriyle uyuşmamasıdır genellikle. Toplumlar, yıldızlarını önemserler ama asıl yücelttikleri, yıldızların sahne aldıkları o alandır. Yıldızları üreten alanı oluşturan “kurallar” o toplum kimliğinin belirleyicileridir çünkü. Kurala uymayan oyun dışına alınmalıdır. Ahmet Kaya’nın son döneminde yaşadıklarını sadece DGM’ye bağlamak mümkün mü? Öte yandan her şöhretin parçalanma sürecinin bir de geri dönüşümü vardır, yeniden hatırlanırlar-tekrar sahiplenilirler. Kimileri ise daha en baştan “kurtarılırlar”, “yalnız bırakılmazlar”. Çoğu şöhret kendisine yönelik cezalandırma-ehlileştirme girişimine yine medya aracılığıyla cevap verir, şöhretini kavgasıyla sürdürür. Yalnız bırakıldığından söz ederken, seyircisiyle konuşmaktadır. Şarkılarını, posterlerini, imgelerini vd alıp kendisini “evine götüren” seyirciden yardım istemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder