Onbirinci yüzyıldan başlayarak neredeyse üç yüzyıl boyunca Hazar Denizi’nden Akdenize, Kızıldeniz’den Karadeniz’e ve Basra Körfezine kadar genişleyen bir coğrafi bölge, çeşitli din ve mezhep savaşlarına, büyük kargaşalara ve farklı milletlerin iktidar mücadelesine tanıklık etti. Bu kargaşa ortamı, sonraları üzerine düşünen, yazan ve kayıt düşen sayısız tarihçi ve araştırmacının, çoğunluğu rivayet ve mübalağaya açık, herkesin kendine göre yazdığı bir tarih, parlak miladlar ya da azımsanan, yok sayılan gelişmeler “üretebilmesine” olanak sağladı. Sırf bu yüzden aynı malzeme, tarih kadar edebiyata da kaynaklık ediyordu. Bugünlerde biri çok satan diğeri çok satmaya aday iki ayrı roman, bu kaynaktan beslenen anlatılardan; YKY’dan çıkan Amin Maalouf’un Semerkant’ı ve Freidoune Sahebjam’ın Telos’tan çıkan Dağın Şeyhi Hasan Sabbah. Yazımızın çerçevesini yeni çıkan, bu ikinci kitap oluşturmakla birlikte, benzerlikler ve ayrılıklar hususunda, ilkiyle kimi karşılaştırmalar yapacağız.
Kitaplar hakkında öncelikle söylenebilecek şey her iki yazarın da Fransa’da yaşayan, “öykülerini” kendi dillerinde –Arapça ya da Farsça- yazmayan Doğu kökenli kişiler olmaları. Oryantalist edasıyla demeye dilim varmıyor ama her iki yazar da –kendi aralarında derecelendirmekle birlikte- doğum yerlerini bir batılının beklediği, düşlediği, “tanıdığı” bir doğu resminden anlatıyorlar. Bu konuda maharetli olan hiç kuşku yok ki Maalouf. Her iki kitabın oryantalist klişelerini sıralamak ayrı bir yazının konusu. Bizim çıkış noktamız şu önkabulden menkul: her iki roman da batılılar için yazılmış, oryantalist ve tarihsel ayrıntılarla bezeli birer serüven romanı.
Maalouf ve Sahebjam, aynı dönemi ve kişilikleri merkez alarak aralarında epey bir yaş ve kuşak farkı olan, belki birbirini hiç tanımamış üç önemli tarihsel kişiliği biraraya getirerek hikaye etmişler. Her iki kitapta da Şair Ömer Hayyam, Selçuklu Veziri Nizamülmülk ve Alamut Kalesinin Şeyhül-cebeli Hasan Sabbahı arasında ilişkileri ve iktidar mücadelesi anlatılıyor. Aslında daha çok Nizamülmülk ile Sabbah arasındaki hesaplaşmayı ve ihtirası konu ediyorlar. Yapılan, üçü de birbirinden daha “tahrik edici” olan kişilikleri birarada düşünmek. Selçuklu Sultanı Melikşah önünde Büyük Vezir Nizamülmülk tarafından hile ile küçük düşürülerek sürgüne yollanan –ya da kendisi kaçan- Hasan Sabbah öyküsü, sözlü kültürün hoşa giden –hoş da olan- yapısından miras sanki. Bizde de Timur’la Nasreddin Hoca ’yı, Baltacı’yla Katerina’yı, Alparslan’la Bizans İmparatoru’nu biraraya getiren aynı kolektif zihnin ürünü değil mi? Gerçi, Maalouf, kitabının bir yerinde bu üç insanın biraraya gelmesinin en azından belli düzeylerde imkansızlığının altını çiziyor: “Kitaplarda yer almış bir öyküdür. Üç arkadaştan söz eder. Derler ki: Binli yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah. Derler ki, her üçü de Nişapur’da okumuştur. Ama doğru değildir bu! Nizam, Ömer’den otuz yaş büyüktü. Hasan da tahsilini Nişapur’da değil, Rey’de ve doğduğu kent olan Kum’da yapmıştır” (Maalouf,66) Yazılanlar tarihsel olarak doğrudur da. Maalouf bu konuda, Sahebjam’a göre daha iddiasız ve daha tarih dışı bir yerde duruyor. Sahebjam ise kitabın sonuna koyduğu kronolojik tabloyla handiyse size tarihi anlattım bile diyor.
Tarihi romanlarla ilgili olarak sıkça yapılan “bu anlatılan tarihi gerçeğe uymuyor” türü iddia ve tartışmalarından hoşlanmadığımı belirtmeliyim. Örneğin Prens Nizar’ı, Fatimilerin küçük veliahtı olarak anlatmak, romanın dramatik etkisini mutlaka artırır. Oysa Nizar, ailenin büyük oğludur ve asıl alışılmadık olan onun iktidar hakkından mahrum bırakılmasıdır. Sahebjam, bu tarihsel gerçeği sanıyorum “bilerek” değiştirip, Sabbah’ın hayatını daha çetrefilleştirmiş. Ama yine de şu kronolojik ciddiyet ve haliyle yazarın “hassasiyeti” insanı tahrik ediyor. Nizamülmülk ve Sabbahoğlu’nun aynı okulda okumuş olmaları bırakın yaş farkını, daha hayatî bir gerekçeyle neredeyse imkansızdır: Nizamülmülk, Şafii bilginlerinden İmam Muvaffık’tan ders aldığı ve onun yetiştirmesi olduğu için, Şiiliğe karşı mesafelidir veya Sabbah’ın inanışları düşünülürse İmam Muvaffak’tan ders almayacağı da –birbirine düşman olan mezhepler sebebiyle- kesindir. Şafiilik, Sunnilik içinde Hanefi ve Malikilik arasında bir yerde gelişen bir koldur. Şii düşüncesine yakın olan Fatimilerin büyük davetçisi İbn-Attaş’ın etkisiyle İsmailiye mezhebine giren Hasan Sabbah’ın sırf bu sebeple Fatimi Halifesi’nin yaşadığı yer olan Mısır’a gittiği tarihçilerin kaydıdır. Mezhep savaşları sebebiyle sırf Ömer ya da Ali adını taşıyan insanların hoşnutsuzluk yarattığı ve hatta Hasan Sabbah kadar kinci ve tutkulu bir Şii’nin Ömer’e isminden, daha da önemlisi hayat tarzından dolayı yaklaşmayacağı bile düşünülebilir. Maalouf, güzel yakaladığı bu ayrıntıyı Sabbah ile Ömer Hayyam arasında geçen bir diyalogta kullanır. Sabbah, Halife Ömer’in Ali’den yana olan Şiilerce sevilmemesini vurgulayarak: “Kum ve Kaşam’ın ayakkabıcıları yaptıkları kunduraların tabanına Ömer diye yazarlar, katırcılar hayvanlarını “Ömer” diye çağırırlar ve her sopa vuruşta bu adı keyifle tekrarlardı. Avcılar, sonuncu oklarını atarken "bu da Ömer'in kalbine" ” diye bağırırlardı” (Maalouf,57).
Her iki yazarın Sabbah ve Hayyam tiplemeleri birbirinden epey farklı. Maalouf’un Sabbah’ı fiziksel görümünü vasat, oldukça sıradan, hatta korkutucu iken; Sahebjam, onu, son derece etkileyici, cezbedici bir erkek biçiminde tanımlıyor. Semerkant’ın iktidar kavgasından uzak, kalender, “gönül adamı” Ömer Hayyamını Sahebjam, aşağılayarak, takiyyeci, eğlenmekten başka bir şey düşünmeyen “çok haysiyetsiz davranışlarıyla tanınan, zaman zaman dalkavukluk etmeyi seven ve özellikle muhataplarını öfkelendirmekten kaçan”(s.275) biri olarak tanımlıyor. Semerkant’ta geçen “Sabbah, kesin doğrultulardan, tartışılmaz gerçeklerden söz ederken bile, Ömer kuşkulu bekliyor, düşüncelerini belirtmede aceleci davranmıyor, nadiren tercihte bulunuyor, bilmediği bir şey olursa bilgisizliğini içtenlikle söylüyordu”(Maalouf,59) bölümü farklılığın başka bir göstergesi.
Aslında Sahebjam’ın, Sabbah’a olan yaklaşımı hayli ilginç. Çoğu yerde onu bir ermiş ve peygamber gibi gösteriyor. Sabbah, sürekli olarak neyi nasıl yapması gerektiğini söyleyen “mistik bir ses” duyuyor. Tamamı şifreli, yananlamlı, gizem dolu, geleceğine çobanlık eden bilgece sözler bunlar: Ona güvenme, sakın yapma, tedbirli ol, o adamdan kendini sakın! türü gaipten gelen uyarılar. Bu mistik Sabbahoğlu’nun İran milliyetçiliğiyle birarada anlatılması daha da ilginç. Gerek öfke dolu konuşmalarda, gerekse gaipten gelen seslerde Türklere karşı mücadelede, Büyük İran hayali mevcut. Bu sözlerde kendisini, ülkesini hainlerden ve Türklerden kurtaran, hayran olunan (..) bir kahraman olarak düşleyen (s.74) bir Sabbah vardır karşımızda: “Allah’ın adına ve geleneklerimizin anısına, Türk istilacıyı ve hain köpekleri devirecek, ülkemizin geçmiş çağlardaki değerlerini yeniden ortaya çıkaracağım” (s.41) “Biz, Arap prenslerinin, Türklerin ve Moğolların eski geleneklerimizi ayaklar altına alan herkesin korkudan titremesini istiyoruz” (s.175). Benzer yaklaşımları Sabbah’ın mücadele ettiği kişiliklerin tanımlanmasında da görebiliyoruz: Nizamülmülk, yemekte sakalının kılları arasına yuvalanan pirinç tanelerini elinin tersiyle temizleyen, eşek eti yiyen biri (s.48-9). Melikşah’ın “domuz sucuğuna benzeyen parmakları” (s.128) var. Çoğu zaman komik kaçan ırk temelindeki yanlı saptamalar, mevcut mezhep çatışmalarının sebep olduğu kargaşayı kaçırıyor. İşin ilginci tüm bunları Sabbah değil Sahebjam düşünüyor. Nizamiye medreselerinin kurucusu Nizamülmülk’ün sunniliğinin değil de, İranlı olmasının, “ihanetinin” üzerinde duruyor. Romanın geçtiği o coğrafi bölgede yaşananları millet temelinde bir mücadeleye indirgeyerek, Sabbah’ı İran milliyetçiliğinin öncülerinden saymak gibi bir yola başvuruyor. Ona mistik bir “ton” yüklemesi, evliyalığa çıkarması da bu tarafgirliğin sonucu.
Bütün bunlar bir yana, serüven kurgusuna denk düşmeyen, fazlalık, âtıl duran, hani anlatılmasa olur dedirten ayrıntıları Hasan Sabbah’ta tespit edebilmek mümkün. Sadece iki örnek vereceğim: Sabbah, misafir olduğu bir İsmailiyenin yanında iken, evin kızı gece yarısı yanına gelerek, kendisini beraberinde götürürse ona yardım edebileceğini söyler. Sabbah, alayla bu teklifi kabul etmez. Hatice adlı kız öfkeyle zehir zemberek laflar eder: “Bu yaptığına pişman olacaksın. Evet, beni dinlemediğine çok pişman olacaksın. Bir gün bana ihtiyacın olacak” (s.167) İnsan bunu okuyunca romanın içerisinde o “bir gün”ün geleceğini, Hatice’nin tekrar ortaya çıkacağını düşünüyor ama nafile ne o bir gün geliyor ne de Hatice yeniden zuhur ediyor. İkincisi, sinirli, öfkeli ve kinci, mutlaka hesaplaşmak istediklerine karşı son derece sabırlı biri olarak anlatılan Sabbah’ın bu özelliklerine ters düşen bir ayrıntı. Nizamülmülk'ten öğrendiğimize göre, geçmişte, hakarete uğrayan bir Ermeni tarafından Sabbahoğlu’nun sol yanağında iz bırakan bir yara açılmış (s.46). Buna rağmen Sabbah, beklenenin aksine ne Ermeni düşmanlığı yapıyor ne de o yara izinin sorumlusuna, kendisine kötü davranan sayısız insana yaptığı gibi cezasını veriyor. Hatta sanki o olay hiç yaşanmamış gibi davranıyor. Onun için, Kahire’de kendisine rakip olan ve şehirden kaçmasına sebep bir başka Ermeni’ye olan kini önceliklidir. Alamut Kalesinde kendisini ziyaret eden Hiristiyanlara karşı duyduğu kuşkuda Kahire’de yaşadıkları daha önemlidir: “Hiristiyanlarla ilk deneyimi yıkımla sonuçlanmıştır. Emir ve elinin altındaki adamlar çıkarlarını kollayarak İslam dinini kabul etmiş olan Ermeniler değil midir?” (s.353). Sol yanaktaki yara izinin bu durumda bir önemi yoktur. Neden bir serseri değil de Ermeni bunu yapmıştır veya niye yüzünde yara izi vardır sorusu gereksizleşiyor. Okuyucu olarak beklentimiz, doğallıkla bu ayrıntılardan “bir şey” çıkacağı, o ayrıntının, tekrar öne çıkarak kurguyu tamamlayacağıdır. Hayat ile kurmacanın farkı da budur. Çehov’un deyişiyle tüfek varsa mutlaka patlamalıdır. Hani yazar vardır, kahramanını otobüse bindirir, trenden indirir. Okuyucusuyla oyun oynar, onu anlatının “yazarlığına” zorlar. Hasan Sabbah, bu türden bir “oyun” anlatısı değil, geleneksel anlamda serüven kalıplarını kullanan bir anlatı. Bu yüzden anlattığımız ayrıntılar yazarı tarafından açıkça atlanmış hatalar.
Son olarak bana göre Hasan Sabbah, Semerkant’ın gördüğü ilgi sebebiyle yayınlanmış bir roman. Serüven romanı özellikleri taşımasına rağmen, ilki kadar başarılı olmayan, buna rağmen kolay okunan, meraklısı için çarçabuk tüketilecek bir kitap. Tipik bir best-seller. İki kitabı ve eğer bulunabilirse Karaoğlan’ın Alamut Kalesi’ni (İlk yayını Milliyet, 1969) birarada okumak eğlenceli olabilir. Meraklısı için, Suat Yalaz’ın Hasan Sabbah’ının, sürekli esrar çeken, keyfine düşkün biraz tonton bir tip olduğunu belirtelim.
SAHEBJAM, Freidoune, (1998), Dağın Şeyhi Hasan Sabbah, Çev. Faik Baysal, Telos Yy., İstanbul.
MAALOUF, Amin, (1993), Semerkant, Çev.Esin Talu-Çelikcan, YKY, İst.
[Bu yazı, Virgül dergisinin Haziran 1998 sayısında yayımlanmıştır.]
Kitaplar hakkında öncelikle söylenebilecek şey her iki yazarın da Fransa’da yaşayan, “öykülerini” kendi dillerinde –Arapça ya da Farsça- yazmayan Doğu kökenli kişiler olmaları. Oryantalist edasıyla demeye dilim varmıyor ama her iki yazar da –kendi aralarında derecelendirmekle birlikte- doğum yerlerini bir batılının beklediği, düşlediği, “tanıdığı” bir doğu resminden anlatıyorlar. Bu konuda maharetli olan hiç kuşku yok ki Maalouf. Her iki kitabın oryantalist klişelerini sıralamak ayrı bir yazının konusu. Bizim çıkış noktamız şu önkabulden menkul: her iki roman da batılılar için yazılmış, oryantalist ve tarihsel ayrıntılarla bezeli birer serüven romanı.
Maalouf ve Sahebjam, aynı dönemi ve kişilikleri merkez alarak aralarında epey bir yaş ve kuşak farkı olan, belki birbirini hiç tanımamış üç önemli tarihsel kişiliği biraraya getirerek hikaye etmişler. Her iki kitapta da Şair Ömer Hayyam, Selçuklu Veziri Nizamülmülk ve Alamut Kalesinin Şeyhül-cebeli Hasan Sabbahı arasında ilişkileri ve iktidar mücadelesi anlatılıyor. Aslında daha çok Nizamülmülk ile Sabbah arasındaki hesaplaşmayı ve ihtirası konu ediyorlar. Yapılan, üçü de birbirinden daha “tahrik edici” olan kişilikleri birarada düşünmek. Selçuklu Sultanı Melikşah önünde Büyük Vezir Nizamülmülk tarafından hile ile küçük düşürülerek sürgüne yollanan –ya da kendisi kaçan- Hasan Sabbah öyküsü, sözlü kültürün hoşa giden –hoş da olan- yapısından miras sanki. Bizde de Timur’
Tarihi romanlarla ilgili olarak sıkça yapılan “bu anlatılan tarihi gerçeğe uymuyor” türü iddia ve tartışmalarından hoşlanmadığımı belirtmeliyim. Örneğin Prens Nizar’ı, Fatimilerin küçük veliahtı olarak anlatmak, romanın dramatik etkisini mutlaka artırır. Oysa Nizar, ailenin büyük oğludur ve asıl alışılmadık olan onun iktidar hakkından mahrum bırakılmasıdır. Sahebjam, bu tarihsel gerçeği sanıyorum “bilerek” değiştirip, Sabbah’ın hayatını daha çetrefilleştirmiş. Ama yine de şu kronolojik ciddiyet ve haliyle yazarın “hassasiyeti” insanı tahrik ediyor. Nizamülmülk ve Sabbahoğlu’nun aynı okulda okumuş olmaları bırakın yaş farkını, daha hayatî bir gerekçeyle neredeyse imkansızdır: Nizamülmülk, Şafii bilginlerinden İmam Muvaffık’tan ders aldığı ve onun yetiştirmesi olduğu için, Şiiliğe karşı mesafelidir veya Sabbah’ın inanışları düşünülürse İmam Muvaffak’tan ders almayacağı da –birbirine düşman olan mezhepler sebebiyle- kesindir. Şafiilik, Sunnilik içinde Hanefi ve Malikilik arasında bir yerde gelişen bir koldur. Şii düşüncesine yakın olan Fatimilerin büyük davetçisi İbn-Attaş’ın etkisiyle İsmailiye mezhebine giren Hasan Sabbah’ın sırf bu sebeple Fatimi Halifesi’nin yaşadığı yer olan Mısır’a gittiği tarihçilerin kaydıdır. Mezhep savaşları sebebiyle sırf Ömer ya da Ali adını taşıyan insanların hoşnutsuzluk yarattığı ve hatta Hasan Sabbah kadar kinci ve tutkulu bir Şii’nin Ömer’e isminden, daha da önemlisi hayat tarzından dolayı yaklaşmayacağı bile düşünülebilir. Maalouf, güzel yakaladığı bu ayrıntıyı Sabbah ile Ömer Hayyam arasında geçen bir diyalogta kullanır. Sabbah, Halife Ömer’in Ali’den yana olan Şiilerce sevilmemesini vurgulayarak: “Kum ve Kaşam’ın ayakkabıcıları yaptıkları kunduraların tabanına Ömer diye yazarlar, katırcılar hayvanlarını “Ömer” diye çağırırlar ve her sopa vuruşta bu adı keyifle tekrarlardı. Avcılar, sonuncu oklarını atarken "bu da Ömer'in kalbine" ” diye bağırırlardı” (Maalouf,57).
Her iki yazarın Sabbah ve Hayyam tiplemeleri birbirinden epey farklı. Maalouf’un Sabbah’ı fiziksel görümünü vasat, oldukça sıradan, hatta korkutucu iken; Sahebjam, onu, son derece etkileyici, cezbedici bir erkek biçiminde tanımlıyor. Semerkant’ın iktidar kavgasından uzak, kalender, “gönül adamı” Ömer Hayyamını Sahebjam, aşağılayarak, takiyyeci, eğlenmekten başka bir şey düşünmeyen “çok haysiyetsiz davranışlarıyla tanınan, zaman zaman dalkavukluk etmeyi seven ve özellikle muhataplarını öfkelendirmekten kaçan”(s.275) biri olarak tanımlıyor. Semerkant’ta geçen “Sabbah, kesin doğrultulardan, tartışılmaz gerçeklerden söz ederken bile, Ömer kuşkulu bekliyor, düşüncelerini belirtmede aceleci davranmıyor, nadiren tercihte bulunuyor, bilmediği bir şey olursa bilgisizliğini içtenlikle söylüyordu”(Maalouf,59) bölümü farklılığın başka bir göstergesi.
Aslında Sahebjam’ın, Sabbah’a olan yaklaşımı hayli ilginç. Çoğu yerde onu bir ermiş ve peygamber gibi gösteriyor. Sabbah, sürekli olarak neyi nasıl yapması gerektiğini söyleyen “mistik bir ses” duyuyor. Tamamı şifreli, yananlamlı, gizem dolu, geleceğine çobanlık eden bilgece sözler bunlar: Ona güvenme, sakın yapma, tedbirli ol, o adamdan kendini sakın! türü gaipten gelen uyarılar. Bu mistik Sabbahoğlu’nun İran milliyetçiliğiyle birarada anlatılması daha da ilginç. Gerek öfke dolu konuşmalarda, gerekse gaipten gelen seslerde Türklere karşı mücadelede, Büyük İran hayali mevcut. Bu sözlerde kendisini, ülkesini hainlerden ve Türklerden kurtaran, hayran olunan (..) bir kahraman olarak düşleyen (s.74) bir Sabbah vardır karşımızda: “Allah’ın adına ve geleneklerimizin anısına, Türk istilacıyı ve hain köpekleri devirecek, ülkemizin geçmiş çağlardaki değerlerini yeniden ortaya çıkaracağım” (s.41) “Biz, Arap prenslerinin, Türklerin ve Moğolların eski geleneklerimizi ayaklar altına alan herkesin korkudan titremesini istiyoruz” (s.175). Benzer yaklaşımları Sabbah’ın mücadele ettiği kişiliklerin tanımlanmasında da görebiliyoruz: Nizamülmülk, yemekte sakalının kılları arasına yuvalanan pirinç tanelerini elinin tersiyle temizleyen, eşek eti yiyen biri (s.48-9). Melikşah’ın “domuz sucuğuna benzeyen parmakları” (s.128) var. Çoğu zaman komik kaçan ırk temelindeki yanlı saptamalar, mevcut mezhep çatışmalarının sebep olduğu kargaşayı kaçırıyor. İşin ilginci tüm bunları Sabbah değil Sahebjam düşünüyor. Nizamiye medreselerinin kurucusu Nizamülmülk’ün sunniliğinin değil de, İranlı olmasının, “ihanetinin” üzerinde duruyor. Romanın geçtiği o coğrafi bölgede yaşananları millet temelinde bir mücadeleye indirgeyerek, Sabbah’ı İran milliyetçiliğinin öncülerinden saymak gibi bir yola başvuruyor. Ona mistik bir “ton” yüklemesi, evliyalığa çıkarması da bu tarafgirliğin sonucu.
Bütün bunlar bir yana, serüven kurgusuna denk düşmeyen, fazlalık, âtıl duran, hani anlatılmasa olur dedirten ayrıntıları Hasan Sabbah’ta tespit edebilmek mümkün. Sadece iki örnek vereceğim: Sabbah, misafir olduğu bir İsmailiyenin yanında iken, evin kızı gece yarısı yanına gelerek, kendisini beraberinde götürürse ona yardım edebileceğini söyler. Sabbah, alayla bu teklifi kabul etmez. Hatice adlı kız öfkeyle zehir zemberek laflar eder: “Bu yaptığına pişman olacaksın. Evet, beni dinlemediğine çok pişman olacaksın. Bir gün bana ihtiyacın olacak” (s.167) İnsan bunu okuyunca romanın içerisinde o “bir gün”ün geleceğini, Hatice’nin tekrar ortaya çıkacağını düşünüyor ama nafile ne o bir gün geliyor ne de Hatice yeniden zuhur ediyor. İkincisi, sinirli, öfkeli ve kinci, mutlaka hesaplaşmak istediklerine karşı son derece sabırlı biri olarak anlatılan Sabbah’ın bu özelliklerine ters düşen bir ayrıntı. Nizamülmülk'ten öğrendiğimize göre, geçmişte, hakarete uğrayan bir Ermeni tarafından Sabbahoğlu’nun sol yanağında iz bırakan bir yara açılmış (s.46). Buna rağmen Sabbah, beklenenin aksine ne Ermeni düşmanlığı yapıyor ne de o yara izinin sorumlusuna, kendisine kötü davranan sayısız insana yaptığı gibi cezasını veriyor. Hatta sanki o olay hiç yaşanmamış gibi davranıyor. Onun için, Kahire’de kendisine rakip olan ve şehirden kaçmasına sebep bir başka Ermeni’ye olan kini önceliklidir. Alamut Kalesinde kendisini ziyaret eden Hiristiyanlara karşı duyduğu kuşkuda Kahire’de yaşadıkları daha önemlidir: “Hiristiyanlarla ilk deneyimi yıkımla sonuçlanmıştır. Emir ve elinin altındaki adamlar çıkarlarını kollayarak İslam dinini kabul etmiş olan Ermeniler değil midir?” (s.353). Sol yanaktaki yara izinin bu durumda bir önemi yoktur. Neden bir serseri değil de Ermeni bunu yapmıştır veya niye yüzünde yara izi vardır sorusu gereksizleşiyor. Okuyucu olarak beklentimiz, doğallıkla bu ayrıntılardan “bir şey” çıkacağı, o ayrıntının, tekrar öne çıkarak kurguyu tamamlayacağıdır. Hayat ile kurmacanın farkı da budur. Çehov’un deyişiyle tüfek varsa mutlaka patlamalıdır. Hani yazar vardır, kahramanını otobüse bindirir, trenden indirir. Okuyucusuyla oyun oynar, onu anlatının “yazarlığına” zorlar. Hasan Sabbah, bu türden bir “oyun” anlatısı değil, geleneksel anlamda serüven kalıplarını kullanan bir anlatı. Bu yüzden anlattığımız ayrıntılar yazarı tarafından açıkça atlanmış hatalar.
Son olarak bana göre Hasan Sabbah, Semerkant’ın gördüğü ilgi sebebiyle yayınlanmış bir roman. Serüven romanı özellikleri taşımasına rağmen, ilki kadar başarılı olmayan, buna rağmen kolay okunan, meraklısı için çarçabuk tüketilecek bir kitap. Tipik bir best-seller. İki kitabı ve eğer bulunabilirse Karaoğlan’ın Alamut Kalesi’ni (İlk yayını Milliyet, 1969) birarada okumak eğlenceli olabilir. Meraklısı için, Suat Yalaz’ın Hasan Sabbah’ının, sürekli esrar çeken, keyfine düşkün biraz tonton bir tip olduğunu belirtelim.
SAHEBJAM, Freidoune, (1998), Dağın Şeyhi Hasan Sabbah, Çev. Faik Baysal, Telos Yy., İstanbul.
MAALOUF, Amin, (1993), Semerkant, Çev.Esin Talu-Çelikcan, YKY, İst.
[Bu yazı, Virgül dergisinin Haziran 1998 sayısında yayımlanmıştır.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder