
Salı, Mayıs 31, 2011
Pazartesi, Mayıs 30, 2011
Pazar, Mayıs 29, 2011
Cumartesi, Mayıs 28, 2011
Cuma, Mayıs 27, 2011
Perşembe, Mayıs 26, 2011
Çarşamba, Mayıs 25, 2011
Cumartesi, Mayıs 21, 2011
Cuma, Mayıs 20, 2011
Ali Tekin Beşeriyet İçin Savaşıyor!
Çarşamba, Mayıs 18, 2011
Salı, Mayıs 17, 2011
Pazartesi, Mayıs 16, 2011
Cumartesi, Mayıs 14, 2011
Orta Sınıf Nostaljisi

Gırgır ve sonrasındaki dergilerde bu türden bir yoğunlaşma yaşandığı, üreticilerin anlatılardan daha fazla konuşulduğu söylenebilir. Elbette öncesi yok değil, özellikle gazete karikatürcüleri kendilerini ve yakın çevrelerini anlatılarına dâhil etmekte beis görmemişlerdir. Cemal Nadir’e, Bedri Koraman’a, Altan Erbulak’a veya Gırgır’ın yaratıcısı Oğuz Aral’a kendi hikâyelerinde kolaylıkla rastlayabilirsiniz. Öyle ki aralarındaki atışmalar, çizerin kahramanıyla karşılaşması espri evreninin bir parçası sayılagelmiştir. Benim bildiğim iyi bir örnek, Oğuz Aral’ın hikâyeye katılarak kendi kahramanı Hayk Mammer’i öldürmeye kalkışmasıdır: “Seni Ben yarattım Hayk! Ama pişman oldum. Gene ben öldüreceğim”. 1958 yılından bir alıntı yaptım, düşünün. Bugün, geçmişte oldukça istisnai duran bu eğilime bakarak söylersek, çok daha fazla çizer kendinden ve kişisel hikâyelerinden söz ediyor. Yanlış anlaşılmasın, bu eğilim, sadece çizgi romanı değil hemen tüm popüler kültür evrenini etkilemiş durumda. Büyük anlatıların çöküşü denilen şeyi dar kapsamıyla ele alırsak, kişisel hikâyelerin ve yerel tarihin popülerleştiğini, “ben değerliyim, benim geçmişim de değerli” mantığının meşrulaştığını, sanatı, kültürü ve akademiyi başkalaştırdığı fark edilebiliyor. Kendini ‘ben bir üslubum-ben bir dilim’ diye sunan çizerin, geçmişine yoğunlaşması, üst üste gelen ve birbirini tamamlayan olgular oldu. Geçmişte bir daha tekrarlanmayacak olanı yaşatmaya çalışmak, hikâyeleştirerek ona can vermek, kendini anlatan çizerlerin sürekli malzemesine dönüştüler. Bir başka ifadeyle, bu süreç, kendisi görünmek-müdahil olmak, mahrem olanı anlatmak ve kayıp giden zamanı tutmak olarak ifadelendirilebilir.
Ersin Karabulut’un Sandık İçi adlı yakın dönemin fenomen çizgi romanın sac ayakları da bunlar. Ersin dizinin ilk yıllarında kendisini, çocukluğunu, yaşadıklarını ironik ve dokunaklı bir dille teşhir ediyor, orta sınıf mahcubiyeti denebilecek bir tutumla nedamet getiriyordu. Eski çizgi romanlar, akide şekerleri, bayram gezmeleri, Cincin sakızları, filmler, modalar, Star Wars, hezeyanlar, çekingenlikler, mahalleler, Cihangir, sınavlar ve nemrut öğretmenlerden oluşan, okuruyla arkadaş olma niyetini defaatle vurgulayan iyimser bir anlatı evreniydi bu. Şimdilerde köşe yazarı gibi başka dertlerinden de söz eder oldu, bana anlatısını başka bir yöne çekmeye çalışıyor gibi geliyor. Eğer illa bir tarafa seyreyleyecekse, hatıralar ya da yaşanmışlıklar kadar kurguya dayalı yeni bir çevre ve tipleştirmeler evreninin inşasına yönelmeli sanki. Dizinin süregelen gerçekçilik ve mahremiyet vehmi zaten onu takip edecektir. Köşe yazarlığı meselesiyse mizahçı için kör bir Keloğlan kuyusu; insan yaşlandıkça yavaşlıyor ve hata yapma riskini azaltıyor, bu açığı da genellikle nasihat vererek kapatıyor. Türkiye’de mizahçıların yaşlandığını nasihatçiliğe, “çok yanlış yapılıyor çok” moduna geçtiklerinden çıkartabiliyorsunuz. Siyaset kültürümüz haddini bildirmeye bayıldığından mizahçı nerden gelmiş, kimmiş önemsizleşebiliyor. Bir bakmışsınız ‘ya bu ne diyor’ dediğiniz televizyon hatibiyle aynı havuzda yüzüyorsunuz…
Sandık İçi’nin bence gerçekten ilginç bir yönü var ve sanıyorum, bu anlamıyla Türkiye’de bir benzeri yok. Yazılıp çizilenlere bakılırsa, Ersin’in genellikle kendisiyle yaşıt olan okuru yakaladığı için başarılı olduğu düşünülüyor ve ilginçtir onun sıra dışı bir çizer, karelerarası devamlılığı iyi kullanan bir hikâyeci olması hiç akla gelmiyor. Yani çizgileri ya da kurgusuyla değil anlattıklarıyla okuruna dokunduğuna inanılıyor. Popüler kültür ürünleri içinde yaşadıkları kültürel ortamın söylemine müdahale eden ve doğrudan doğruya ondan beslenen anlatılardır. Sandık İçi, dönemine özgü deyiş, söyleyiş ve zihniyeti görünür kılabildiği için başarılıdır. Bu zaten bir veri, benim ilgimi çeken, Ersin’in ve okurlarının ergenlik sonrasında erken nostalji yaşamaları. Nasıl oluyor da bu kadar genç insan, bu denli vaktinden önce, çocukluklarını özlüyor? Nostalji, nasihat veren yaşlı adamların işi değil midir biraz… Veya toplumsal amneziye bir tepki olarak gelişmez mi? Lahmacun, çiğ köfte veya bıyık düşmanlığı yapıldığı için Beyoğlu güzellemesi yapılmadı mı mesela… Ersin, 1981 doğumlu, aşağı on yıldır çiziyor bu köşeyi… 2000’lerin başında, doksanlı yılları özleyen, yirmili yaşlarındaki okurlar bir eksiklik, zamana ilişkin bir tükenmişlik mi yaşıyorlardı?. Yoksa bu nostalji, onları yaşça büyük ve olgun gösteriyor, bu yüzden mi rağbet görüyordu?. Geçerken internet çağını unutmayalım derim, ilk kullanıcılar daha çok bu yaş kesiminden çıktılar. Nostalji, sanıyorum hiçbir zaman, bugünkü kadar minimalist ve dar yaş gruplarına dönük bir işlevsellik taşımamıştır. Sandık İçi, hızla değişen zamanı tutan ve güzel günleri hatırlatan içeriği nedeniyle başarılı bir ergen anlatısı, doksanlarda çocuk ve ergen olmuş orta sınıfların nostalji sığınağı.
Radikal Kitap, 13.5.2011
Cuma, Mayıs 13, 2011
Sıkıcı

Perşembe, Mayıs 12, 2011
Çarşamba, Mayıs 11, 2011
Salı, Mayıs 10, 2011
Cumartesi, Mayıs 07, 2011
Cuma, Mayıs 06, 2011
Perşembe, Mayıs 05, 2011
Çarşamba, Mayıs 04, 2011
Pazartesi, Mayıs 02, 2011
Seyrüsefer Defteri 10

Pazar, Mayıs 01, 2011
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)