“İlk örnekleri şöyleydi”, “evvela Avrupa’da başladı” filan diyerek
lafı çevirsek de şu gerçeği değiştiremeyiz: Çizgi roman, hemen tüm
popüler sanatlar gibi Amerikalıdır, o etkiyle yaygınlaşmıştır. 1930’lu
yıllarda neredeyse dünyanın her ülkesinde yayımlanan Amerikan çizgi
romanları, kimileri ileride ünlü birer yazar-çizer olacak tüm çocukları
etkilemiş, ülke çizgi romanları o ürünleri taklit ederek gelişmiştir.
Sadece Avrupa’da tek tek ülkelerin çizgi roman tarihlerine bakarsanız,
istisnasız her yerde ilk denemelerin, Amerikan çizgi romanlarını temel
alarak hayranlıkla geliştirildiğini görebiliyorsunuz. Bu durum, Türkiye
için de geçerli, Fransa veya İtalya için de… Çizgi roman, o yıllarda,
tüm dünyayı etkileyen Amerikanlaşmanın önemli bir itici gücüydü demek
istiyorum. Amerikanlaşma, genellikle Hollywood ile hatırlanır; oysa
çizgi romanlar çocuklara yönelik hikayeleriyle aynı bağlamda daha başka
bir etki yaratırlar. İroniktir, ilk dönemlerinde yayımlandıkları
kültürlerde nasıl adlandırılacakları bilinemediği için en çok sinemaya
benzetilmişlerdir. Bizde de 30’lu yılların çocuk dergilerinde “sinema
romanı” adıyla takdim edildiklerini biliyoruz. Çocuklar dergide
okudukları Baytekin’i (Flash Gordon), Jungle Jim’i (Avcı Baytekin), sinemalarda ayrıca seyrettikleri için bu adlandırma seçilmiş olmalı.
Bu
bakımdan İtalyanlar bize benziyorlar, üstelik çizgi roman üretmeye
başladıklarında bu sinema büyüsünü işin içine isteyerek katmışlardır.
Altını özellikle çizelim; İtalyanlar, çizgi roman üretiminde Hollywood’u
modellerler. Kahramanlarını ünlü oyunculardan seçer, Robert Redford,
Daniel Day Lewis, Audrey Hepburn gibi oyuncuların başrolde olduğu
çizgili seriyaller üretirler. Hikayeleri, tahkiye dengeleri, gerçeklikle
ilişkileri, tempoları Hollywood senaryolarını andırır. İtalyan çizgi
romanları, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de yayımlandığı için bu
yaklaşım bizi de etkilemiştir. Bugün çoğu okur için çizgi roman
denildiğinde İtalyan kökenli, kurgu ve görsel devamlılıkları Hollywood’a
öykünen ve Amerikanvari olan westernler akla gelir. Onlardan biri olan Zagor’un
ünlü yaratıcı çizeri Gallieno Ferri, geçtiğimiz ay 87 yaşında vefat
etti. Bizde de sevilen, hayranları olan biriydi. Birkaç yıl önce,
Türkiye’ye gelmiş, imza günü yapmış, televizyonlara çıkmıştı.
Ülke çizgi romanlarının sanat algısı, üretim ve tüketim biçimleri
daima farklıdır. Nitelik-nicelik dengesi farklı bir mantıkla
kurulduğundan Amerikan ve Frankofon piyasasında çizgi romancılar yılda
yüz sayfa çizmeyebilirler, bu durum hiç de garipsenmez... İtalyanlar,
kısmen Latinler ve Japonlar dışında, çok sayfa üreten çizgi romancılara
rastlamak pek mümkün değildir. Japonlar için çok sayfa çizmek itibar
ölçütüdür, Frankofonlar için nitelik kaybı ve vasatlaşma… Türkiye’de,
uzun yıllar önce, 1955-85 yılları arasında, gazetelerde çalışan çizgi
romancılar günbegün süren üretimler yaptılar. Yine de, nicelik olarak
sanıyorum herhangi bir memleket çizeri Ferri kadar çok sayfa çizmemiş,
yakınına dahi yaklaşamamıştır. 20 bin sayfanın üzerinde üretim yapmış
bir çizerden söz ediyoruz. 1929 doğumluydu ve yanılmıyorsam son
çalışmasını, geçen yıl, Zagor’un 600. sayısı için çizmişti. 22
yaşından beri çizen biri var karşımızda, akla mantığa uymayan olağandışı
bir çalışma hikayesi Ferri’nin hayatı. Çok çizmek, masanın başından
kalkmadan çizmek, hastalanmadan, gündelik hayata bulaşmadan, ne olursa
olsun çizmek… Günde üç ya da dört sayfa yetiştirmeye çalışarak çizmek…
Piyasa mantığı belliydi, o dönemin bütün üreticileri çok çizmek ve çok
yazmak zorundaydı. Önemli olan devamlılıktı, Zagor’un yaşamasıydı, derginin çıkmasıydı vs. Pek çok şey söylenebilir ama bu çalışma temposu kabul edelim, tarif edilir gibi değil.
Zagor’un çıkışındaki fikir, aslına bakılırsa dönemi için göz alıcı parlaklıkta değildir. Tarzan ile Robin Hood karışımı
bir westerndir, tip olarak Robert Taylor modellenmiştir, edebiyata
değil sinemaya bakılarak bir hikaye tahayyül edilmiştir… Dergiyi
İtalya’da çoksatar yapan, başka dillere tercüme edilmesine sebep olan
şey, bana kalırsa, en azından başlangıçta bu aura değildi. Ferri’nin
garip bir dinamizmi vardı, iyi çizer olabilirsiniz ama sayfa üzerinde,
karakterlerinize bir hareket katabilmek özel bir yetenek ister.
Deseniniz, çinilemeniz ilginçtir ama kare içinde bir yerden bir yere
doğru evrilen bir akışkanlık kurmak, jestleri ve mimikleri buna göre
istiflemek kolay değildir. Zagor’un çizgi roman olarak asıl
gücü, aksiyonunu gösterebilmesiydi; ağaçtan ağaca atlıyor, baltasını
savuruyor, mutlaka birinin peşine düşüyor, dere tepe düz gidiyor,
yakalıyor, şaşalı biçimde kötü adamı tepeliyor ve naralar atarak evine,
Darkwood ormanlarına geri dönüyordu. Sahneler sürekli değişiyor, iş
diyaloglara kaldığında, araya mutlaka bir bağırış çağırış, bir kavga
katılıyor, her şey hareketli bir kamerayla kıpır kıpır resmediliyordu. Böylesi bir aksiyonu ancak Ferri kadar temposu yüksek bir çizer var edebilirdi.
Ferri,
kendi kuşağının bütün üreticilerine benzer biçimde 30’lu yıllarda
okuduğu Amerikan çizgi romanlarını, çizer olarak Alex Raymond’u izleyen,
onlardan ilham alan biriydi. Zagor’un sonu kavgayla biten,
yumruklarıyla etrafındakileri metrelerce ileriye savurduğu hararetli bir
öfkesi vardır. Ferri, bu çocuksu heyecanı, o dehşetli patlamayı -hiç
abartmıyorum- bayılarak çiziyordu. Siyah beyazın dağılımı, çininin
şiddetlenmesi, fırçanın belirginleşmesi, bir kareden diğerine geçen
süratli ardışıklık, dizinin her zaman en başarılı sahneleri oldu. Bu
kadar hızlı çizen, bu kadar çok çizen birinden deha ölçüsünde biriciklik
beklenemez. Önceleri daha yavaş ve uzun soluklu çizse, daha farklı bir
çizer olabilirdi gibi gelirdi bana. Sonradan anladım ki, hayır, Ferri
böyle çiziyordu, Zagor’un öfkesi gibi patlayarak, hafiften delirerek,
yumruklar savurarak… Ferri, başka türlü bir tempo bilmiyordu. Bir okur
ve seyirci olarak nasıl büyülendiyse, o ruhu arayarak, o ruha adanarak
çizdi. Büyümek isteyen çocukların yürek gümbürtüsü, kağıttan
sinemasıydı. Ferri, çizgi dünyasının sinemasal heyecanıydı. [2016]
Sabit Fikir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder