İlk kitabı çok satmıştı. Muhtemelen ikincisi de en az o ölçüde ilgi görecek, ‘ennnneee’, ‘yek yeaa’, ‘allam ya reppim’ nidalarıyla dolaşan, annesinin deyişiyle ‘nohut kadar’ bir çocuktan, bir popüler kültür fenomeninden, Uğur Gürsoy’un Fırat isimli çizgi kahramanından söz ediyorum. Gırgır okumuş insanlarla, orada çalışmış çizerlerle konuşursanız, eğer hâlâ mizah dergilerini izliyorlarsa elbet, Fırat’ı, Oğuz Aral’ın Avni tiplemesine benzettiklerini duyarsınız. Kuşak farklılığını, nostalji payını, “hep aynı şeyler anlatılıyor” bıkkınlığını düşünerek bu kıyaslamayı bir parça abartılı bulabilirsiniz. Ama Fırat’ı tanımlayan, ne anlattığını imleyen bir benzetme olduğunu kabul etmek gerekiyor. Fırat tıpkı Avni gibi kenar mahalle hayatını resmediyor. Sokaklar, Avni’ye göre daha kısıtlı ama hiç yok değil. Boş arsalar, top depükleyen bebeler, çağla toplanan ağaçlar yine var. Fırat’ta küçük bir çocuğun gözünden büyükler -ki hiç birisinin yüzü görünmüyor-, hasımlar, tv karşısında geçirilen saatler, komşu teyzeler, ablalar, diğer çocuklar, hayaller, ‘oyuncaklar’ resmediliyor ve diyalektler aktarılıyor. Avni de koşut sayılabilecek bir çocukluk hikâyesine dayanıyordu. Aral, hafif kıt zekâlı, Avanak namlı kahramanını delikanlılıktan çocukluğa taşıyarak mevcut mizah anlayışına denenmemiş bir yenilik katıyordu: Çocuksu naiflik… Türkiye’deki çizgicilik geleneği büyük ölçüde yetişkinlere yöneliktir. Çocukları düşünerek üretilmiş ve popüler olmuş bir çizgi roman pek görülmediği gibi bu yönde bir talep de olmamıştır. Avni’deki çocuksu naiflik, öncesizliği nedeniyle okurlara mutlaka yeni gelmiştir. Avni ile Fırat arasında böylesi bir illiyet kurmak bu bakımdan doğru. Önemli bir başlangıç noktası Avni... South Park, Calvin ve Hobbes, Spongebob gibi başka çalışmalarla Fırat arasında koşutluk kurabilmek yine mümkün. Çünkü Avni’nin ve geniş anlamıyla Gırgır dergisi mizahının üzerinden uzun yıllar geçti. Başka hayatlar ve zamanlar yaşandı. Doksanlı yılların ikinci yarısında, mizah dergiciliğinde cinsellik ve argo temelli, underground eğilimli Leman anlayışının hakimiyeti vardı. Bağıran, küfreden, sıçan, geğiren tiplemeler dolduruyordu sayfaları. Gırgır mizahı televizyona taşınmış, dergisi gereksizleşmişti. Yeni dergiler, özel kanalların anlatamadığı hayatlara üşüşüyorlardı ister istemez. Uzun uzun küfrediyorlardı balonlarda. O günlerde dahi, o lümpen dilin, sert ve edeb dışı hoyratlığın dışında duran, Erdil Yaşaroğlu ve Selçuk Erdem özelinde gelişen, naif, yerellik takıntısı olmayan, orta sınıf beğenilerine hitap eden, grotesk esprilerden bütünüyle kaçınan ve deyim yerindeyse politically correct tavırlı, giderek yükselen başka türlü bir espri akımı daha vardı. Uğur Gürsoy, daha sonraki dönemde, Penguen’den ayrılanlardan, Uykusuz’un kadrosunda yıldızlaşmakla birlikte bu ayrışma ekseninde hayat bulan isimlerden bana göre. Her dergi kendine bir Gogol ve bir palto seçiyor işte…Paltodan çıkan yeniler, selefine benzeyen-benzemeyen ve benzediğini-benzemediğini iddia eden hususlar içeriyor. Şurası kesin: asla bambaşka bir şey olamıyor. Fırat, annesinden dayak yeme pahasına ‘sıç bok’ ‘götü bok yemiş’ gibi komik küfürler sarfediyor ama okur, argoya değil çocuğun küfrederken duyduğu meydan okuyucu hazza ve büyüme arzusuna tebessüm ediyor. Ahmet Yılmaz’ın yurdum insanlarında, Kıllanan Adam’ındaysa küfre ve küfürle harmanlanmış tespitlere-çelişkilere gülünüyordu. Erdil ya da Selçuk Erdem’in yerellik dertleri yoktu dedik ama onların paltosundan çıkan Fırat, salça ekmek yiyerek dolaşan, orta ve orta-alt sınıftan okura ‘aynı ben’ dedirten aşina bir yakınlıkta duruyor. Fırat’ta televizyonlarda, yerli dizilerde rastlanılmayan bir çocukluk betimleniyor. Edepli, psikolojisi hesap edilen, aradan çıkmamış, doğumu tasarlanmış orta ve orta-üst sınıfın çocuklarından değil çünkü. Mizah dergileri yaramaz çocukları sever; Fırat, Ömercik ya da Yumurcak değil mesela… Kötü Kedi Şerafettin, Garfield’i nasıl sevmiyorsa… Onlar televizyonun yalanı. Fırat’ın annesinden tokat(lar) yiyeceğini biliyoruz, Batı Avrupa’da olsa ebeveynlik hakları elinden alınacak bir anne karşımızdaki. Anneler, memlekete benzetilmez mi hamaset edebiyatında? Sadece ayaklarını, bazen poposunu, aralıklarla oğluna fırlattığı terliklerini gördüğümüz mutsuz bir anne işte… Yoksul, öfkeli, tahammülsüz… Fırat’ın naif komikliği onu tolere edebiliyor. “Travmayla yaşanmaz ki. Aile ailedir. Tokadı da yersin, terliği de” demiş bir röportajında Gürsoy. Büyüyünce hatırlanacak değil unutulacak küçük travmalardan söz ettiğini vurgulamış. Annenin hırçınlığı, belki de babanın yokluğundan kaynaklanıyor. Babanın yerini dolduran bir ‘dayı’ var. Fırat’ın babası sağ mı değil mi belirsiz, hiç gözükmüyor: “Her Türk çocuğun babasıyla arası nasılsa, benimki de öyle. Dördüncü cümleden sonra tıkanır muhabbet. Karşılıklı sevgi göstermeye çalışmak ama yıllarca gösterememek...” demiş mesela. Eskiden bu sorular sorulmazdı. ‘Her Türk çocuğu’ diye başlayan -çoğunluğa oynayan- ve itirafı andıran tahliller de yapılmazdı. Çizgi romanlar travma nedir bilmezdi. Çelişkiler, mizah kadar hüznü de çağırır. Katmanlı bir anlatı Fırat; şizofrenik nitelikleri mizahla resmediyor. Mahalleyi yakacağını söyleyen, tepede sigara tüttüren ‘erken kaybeden’ bebeleri içimiz burkularak seyreyliyoruz. Tekinin askerde bir abisi var, ‘o gelince çözülecek her şey’, tarayacak herkesi… Fırat’ı dövmekten söz ediyorlar, en zayıf olana, kendi yarattığı hayali arkadaşından bile korkan küçük bir çocuğa yükleniyorlar. Sevimli ve naif sunumuna rağmen hüzünlü, yaralı, kafası karışık bir hikâye Fırat…Ve evet, güzel…
1 yorum:
güzelmiş meğersem :P =)
Yorum Gönder