Nasıl taraftar olunur sorusunun cevabı açık değildir. Gönül kimi severse güzel odur derler ya, nasıl sevdiğimizi o anı yaşarken çözemeyiz, derinlerden gelir cevabı; çoğunlukla akıl baliğ olduktan sonra yapılan bir tercih değildir bu. Beşiktaşlı olmamın gerisinde, Yetmişli yıllarda takımın sürekli yenilmesi, alay konusu olması ve yaşadığı maddi krizi aşabilmesi için para toplanması yatıyor. Çocuk yaşta “arabacı” olarak gırgıra alınmam, tam olarak anlamadığım müstehzi ifadelere muhatap olmam sanıyorum bu tercihimi güçlendirerek inada bindirdi. Kenar mahallelerde yoksunluklar içinde büyümem, hep çalışmak zorunda kalmam sanırım solculuğumu da bulaştırdı Beşiktaş’a. Proleter takımı olarak tanımlanması nasıl da cuk oturmuştu gönlümden geçene. Ne saray oğlanı ne de burjuva çocuğuydu benim takımım. “Sabırlı, özverili, yenilmekten kendine pay çıkaran” bir taraftarlıktı benimkisi.
Büyüdüğüm zaman anladım ki takımlarla ilgili bu sosyolojik iddialar çok da doğru değildi. Birileri işi saray arabalarına / asalete diğeri dolmuşçulara / halka getiriyordu. Bir sürü “Ülkücü” ve “Devrimci” tanıdım Beşiktaşlı olan. Herkes kendi durduğu yerden taraftarlığını tanımlıyordu. Ama solcular arasında ortak bir şey keşfetmiştim; bir düşman! Bu düşmana duyulan husumet pek tartışılmadan kabul görüyordu. Zengin, başarılı, tahammülsüz, şöhretli Fenerbahçe sağla özdeşletirilmişti.12 Eylül’de buna Kenan Evren kararıyla 1.Lige çıkarılan Ankaragücü eklendi. İkinci ligdeyken gerçekten büyük başarıyla kupa şampiyonu olan takım, haksız bir kararla birinci lige çıkartılmıştı. Paşa’nın Fenerbahçeli oluşu bunu pekiştirmiyor değildi. Ne de olsa Ankaragücü formasının rengi sarı-lacivertti. Halen, oynadığı futbolla ilişkilendirilerek değerlendirilmez Ankaragücü takımı. Futbolsever Sol entelijensiyanın Fenerbahçe ve Ankaragücü düşmanlığını rasyonelleştirme çabalarını ve bu husumetin yıllardır sürdürülüyor olmasını anlayamam. Bir insanın hem solcu hem de Fenerbahçeli olması, onun solculuğundan şüphe duyulmasına neden oluyorsa bunun adı saçmalıktır. Bir takımın taraftarı olmanın nedenleri tek biçimli değildir ki! Bir futbolcuyu, bir kaleciyi ya da bir maçı severek o takıma kapılabilirsiniz. Ya da öyle garip bir seyircisi vardır ki “darmadağın olursunuz”. Maça birlikte gidilen bir “abi”yi ya da “baba”yı hiç saymıyorum. Maç sonrası ağlayan bir oyuncu, “para herşey değildir” diyen bir kaleci, son dakikada atılmış bir golün neşesi, titreyerek oynayan genç bir oyuncu, büyük bir yenilgi, karizmatik bir hoca, deli dolu bir stoper, yorulmak bilmez bir “hamal”, haksız bir hakem kararı gönül kubbenizi titretebilir. Ve tüm bunların hiçbirinin rasyonel yanı yoktur. Ankaragücü seyircisini hiç sevmemiş, Fenerbahçe’den nefret etmiş ve arada az buçuk da top “depmiş” bir gençlik yaşadım. Beşiktaşlı olmayı solculukla özdeşleştirdim. İlkgençlik çağlarımın inatçı bir inancıyla vehme kapıldığımı da çok geç farkettim.
Sol futbol entelijensiya kaç zamandır dört büyükleri –daha çok İstanbul’u- kastederek “futbol oligarşisi terimini kullanır oldu. Oligarşi, kendi kurallarını kendi koyan bir avuç kişinin hakimiyetine dayalı yönetim biçimi olarak geçer terminolojide. Futbol muhabbetlerinin diliyle söylersek saha dışı/masa başı kararlarından hakemlerin eyyamcılığına kadar her şeyin bu azınlığın istediği biçimde geliştiğini mimler. Ve bu anlamda doğru bir tespittir, futbol adına sahaya bakılabiliyorsa eğer “kirlenmenin” baş sorumlusu onlardır; zengine, kayırılana, doymazlığa bir öfke duyuluyorsa en önce onlara gıcık olunmalıdır. Bu tespiti yapabilmek taraftarlık ile futbol seyirciliği arasında bir mesafe koyabilmeyi getirir: bu takımlardan herhangi birinin taraftarına, olumsuz özelliklerine rağmen “onu” sevmeyi, kendisine ve takımına eleştirel bakabilmeyi “öğretir” ya da ondan kopmayı kolaylaştırır, çünkü oligarşilere karşı olmak solculuğun insiyakıdır. Hep söylenir ama taraftarlıktan futbol seyirciliğine “kadrolu” geçmek ise –takım tutmamak anlamında- çok mümkün değildir. Bu tür iddialar olabilir, tipik “akademisyen” tavrıdır ki iyi niyetle istisnadır diyelim. Şu da belirtilmeli bir takımın taraftarı olmak zamanla ve kaçınılmaz olarak futbol seyirciliğini getirir. Onbirateş-Gölbaşı veya Antep-Adana maçından da keyif almayı sağlar. 6 Numaranın adını öğrenirsiniz, solak liberonun kontrollü oyunundan hoşlanırsınız. Hakemin oyunu kesmesine kızıp kaçan gollere verilen emek adına hayıflanırsınız. Bunlar kaçınılmazdır.
“Futbol hayat gibidir”, kapitalizmin avucundadır, eşitsizliklerden ve kirlenmeden bağımsız kalabilmiş bir alan değildir. Bu sebeple oligarşi tanımlamasına mesafeli durulması gerekiyor. Çünkü “taraftar” bir biçimde kullanılmaktadır ki, dramatize biçimi ve romantik söylemi itibarıyla duygusal bir ağırlığı vardır. İyi-kötü, azınlık-çoğunluk, zengin-fakir, haklı-haksız gibi bir ayrıma dönüştüğü için Beşiktaş’ın proleter takımı, Ankaragücü’nün faşist sayılması veya solcu olanın Fenerbahçeli olamayacağı gibi bir mantığa sahiptir. Solculukla ilişkisi yalnızca öznel olarak kurulabilir. Dost ahbap atışmasına mevzu edilecek küçük bir çekişme olabilir ancak. Temelindeki karşıtlık, “haklıdan, mazlumdan, iyiden, fakirden ya da halktan” yana taraftarlık futbolun doğası gereği olağandır. Hatta “Anadolu takımları” deyişiyle paraleldir. Şehir ve bölgecilik şovenizmi yapılması, milliyetçi hezeyanlarla sarmalanması oligarşi vurgusunun benzer bir “gıcık olma” paydasından çıktığı gerçeğini değiştirmez.
Bir de şöyle düşünelim: memleketin üç büyükler etrafında dönen garip bir futbol dünyası var. Bütün bir yıl boyunca üç büyüklerle oynanacak maçları bekleyen futbolcular, hocalar, Fenerli Cimbomlu maçları konuşan taraftarlar var. Hiç abarttığımı sanmıyorum bir koca “lig” var... Çoğu kulüp yöneticisi ve hocası üç büyüklerin kongre üyesi. İstanbul’a satılan oyuncuların gururu tribünlerde... İstanbul’a dönmek isteyen “ıskartalar” ile üç büyüklerde oynamak isteyen genç oyuncuların maç sonrası konuşmalarına dikkat ediyor muyuz? Özürler, hassas vurgular...
Oligarşi dışındaki takımlara, özellikle şehir şovenizminden uzak kulüp takımlarına duyulan sempatiyi ve taraftarlığı anlarım, ama onların “sol” değerlerle tanımlanmasına katılamam. Çünkü bu takımlar aynı kirlenmenin parçasıdırlar, aynı eşitsizliği kendilerinden daha küçük takımlara karşı yeniden üretirler. Kaldı ki galibiyetlerini oligarşiye karşı kazanılmış zafer, mağlubiyetleri solun ve azınlıkta olmanın çerçevesinde anlamlandırarak kendini “kaybedenler kulübünden” saymak ne kadar doğrudur? Bu romantizmdir ve taraftarlığa “şık” oturur, ama unutulmamalıdır ki romantizmin siyasi içeriği yoktur, Marksizm söylüyor bunu.
Derler ki “en iyi maç kazanılmış maç değildir” bu taraftarlığı aşan, içinde keyif ve sevgi taşıyan dervişane bir laftır. O yüzden olacak 92’de Danimarka’nın Avrupa Şampiyonu olması değil de, 74 ve 78’de finalde kaybetmiş Hollanda hatırlanır. Futbol oynamaktan keyif alan, futbol oynayan takımları özlüyorum. Yalnızca İstanbul takımlarıyla oynarken “koşan” takımları nasıl sevebilirim ki! İnançsız, ruhsuz, işine ve kendine saygı duymayan bir takımdır bu. Galip gelen ve iyi oynayan bir takım, her zaman galip gelebilir ve iyi oynayabilir demektir. Buna inanmayan ve bunu göremeyen bir takıma nasıl kapılabilirim... Walter Benjamin, “umut bize yalnızca umutsuzlardan ötürü verilmiştir” diye yazar... Ben bekliyorum, formamı çıkartmaya hazırım...
2 yorum:
"Yalnızca İstanbul takımlarıyla oynarken “koşan” takımları nasıl sevebilirim ki!"
Elinize sağlık.
Tanıl Bora tadında bir yazı olmuş. Beşiktaşlı olmanıza da çok sevindim. Sizin gibiler hep Beşiktaşlı oluyor zaten. (sizin gibiler. mantıklı, objektif, ve saire)
En büyük Beşiktaş
Yorum Gönder