Salı, Aralık 09, 2025

Ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Fotoğraftaki bir kül tablası. Kime göstersem imalı imalı gülüyor; trajediye mi, salaklığa mı, ergen zekâsına mı, vasatlığa mı, artık adına ne dersek ona gülüyor. Ben salakça buluyorum. Bunu tasarlayanların neyi düşünerek yola çıktığını, nasıl olup da rahatsız olmadıklarını hayal etmeye çalışıyorum. Bir süre önce paylaştığım ahşap kül tablasını hatırlayanlar olabilir; onda da çıplak bir kadın figürü vardı, sigaranızı o bedenin üzerine bastırarak söndürüyordunuz. Ona da gülen çıkıyordu.

Ürünün “dikkat çekeceğini” bilerek bu tasarıma başvurulduğu, erotik vurgunun ürünü benzerlerinden ayıracağı filan tahmin edilebilir şeyler. Anlamıyor değilim. Fakat tam da bu “pazarlama zekâsı”, kadın bedeninin hâlâ en ucuz afiş, en risksiz hakaret, en masum sayılan nefret nesnesi olmasına yaslanıyor.

Üstelik bu tür işleri üretmek ve satmak, “şimdiki zaman koşullarında” eskisi kadar kolay da değil. Ayıplanıyorsunuz, doğru bulunmuyorsunuz, hoş karşılanmıyorsunuz. Varyantları bol, ama tablo bu. Bir feminist de, bir İslamcı da, bambaşka gerekçelerle de olsa bu kül tablasına itiraz eder muhtemelen. Ortaklaştıkları yer, kadının aşağılanmasının hâlâ rahatça “espri” diye paketlenebilmesi.

Çocukken mahalledeki Ülkücü gençlerden biri, yanımızda dolanan sevimli bir sokak köpeğine “Stalin” adını koymak istemişti. Nedenini anlamamıştık. Biz yedi sekiz yaşındaydık, o taş çatlasa on beş. Bunu yaparak kendini önemli hissedecekti herhalde. Yıllar sonra asistanken, kütüphanede gazete taraması yaparken, kırklı yıllarda köpeğine Stalin adını verdiği için “komünistlik” suçlamasıyla yargılanan bir gencin haberine rastlamıştım; aklıma o Ülkücü çocuk geldi. Nefretin çeşidi bol; hedefi zamanla değişiyor, yöntemi pek değişmiyor.

Daha önce yazmıştım, yineleyeyim: yaşadığımız dönemin en kalıcı, en yaygın ayrımcılığı kadınlara yönelik nefret. Arada patlayan korkunç bir olay olduğunda, “anormal” olduğu için kahroluyoruz ya… Asıl mesele, tam da normalliğin içine gömülmüş marazlarda; gündelik şakalarda, hediyelik eşyalarda, “eğlenceli” bulunduğu için paylaşılabilen bu küçük aşağılama jestlerinde. Onları görünür kılmadan, büyük felaketlerin iklimini de anlayamayız.

Bir an için düşünelim: O kül tablasında yarı çıplak bir kadın yerine bir Müslüman din adamı olsaydı? Ya da tipik klişeleriyle kodlanmış bir Yahudi figürü, bir Arap, ya da transfer olup takımdan ayrılan bir yıldız futbolcu… Trump, Putin, veya bugün nefret etmeyi sevdiğimiz herhangi bir “figür”… Ne olurdu? Neye kızardık, neye gülerdik? Hangi hedefi “hak etmiş” sayardık?

Soruyu biraz abartarak kendimize şunu soralım: Bu tür nesnelere gülerken, ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Pazartesi, Aralık 08, 2025

Sahaflar

En az yetmiş yıl önce üretildiğini düşündüğüm bir gravür geçti elime. Muhtemelen bir öğrenci işi, ince ama tereddütlü çizgiler taşıyor. Taş duvarlı dükkânları ve ağaç dallarıyla gölgelenmiş avlusuna bakılırsa, Sahaflar Çarşısı’ndan ilham alınarak çizildiği aşikâr. Ressamın eli ürkekmiş; çekingenliği, çizgilerinden sızıyor. Tam da bu yüzden sevdim belki.

Sadece hoşuma gittiği için almadım. Nadir Kitap’ın olmadığı zamanlarda, İstanbul’a her gelişimde mutlaka uğradığım yerlerden biriydi burası. Yirmili yaşlarımın başında, sıcak bir yaz günü; kendimi çok çaresiz hissettiğim bir dönemdi. Orada öylece oturup o “manzaraya”, kitaplara, gölgelerin yer değiştirişine, ağır ağır dolaşan insanlara, zamanın yavaş akışına uzun uzun bakmıştım.

İnsanın her üzüntüsü zamana yeniliyor. Ne kadar büyük olursa olsun, gücünü kaybediyor. Elbette bir tortusu kalıyor; biz de konuşa konuşa, yaza yaza onu bir klişeye dönüştürüyoruz. O yıllarda “yazarak yaşamak” benim için gerçekleşmesi güç bir dua gibiydi.

Önümdeki tek gerçek ihtimal, beyaz yakalı bir işe girip hayata karışmaktı. Kendimden, yeteneğimden, kapasitemden şüphe duyuyordum. “İyi değilsin, vasatsın, senden çok var” denilmesinden korktuğum için yüzleşmeyi erteliyordum. Üniversite bitmek üzereydi ve yazmak, çocukluktan kalma bir inat gibi geride kalacak sanıyordum. Durup durup içleniyordum.

Sahaflar Çarşısı’nda tek başıma, cebimde çay ve simit parasından fazlası yokken, ne yapacağımı düşünmüşüm. Yıllar sonra bu gravürü elime aldığımda, sanki resme bakan ressam değil de benmişim gibi geldi. Belki de gravürü değil, o günkü hâlimin hayali sıkıntısını satın aldım. Kaybolacağını sandığım yarım nefesi…

Çarşı V1, by LeCe

Çarşı V2, by LeCe

Pazar, Aralık 07, 2025

Üzüntü ve muzkabuğu


Sosyal medyada spotify ile ilgili yılsonu değerlendirmeleri yapılıyor. Kullanıcılar da paylaşıyorlar. Neyi dinlediğimizle ilgili yaş ortalamamızı da çıkartmışlar... Yirmi yaşındaki oğlumun "yetmiş küsur" çıktığı bir yerde ben "yirmi dört" olmuşum. 2010'lu yılların sonundan şarkılar dinlemişim hep. E günde ortalama üç buçuk saat de dinleyince... 

Yeni olan izlemekle ilgili iştah ve açlığım olduğu için abartmış olabilirim ama bu yine de bana fazla geldi. O kadar değil Mıstık abi...

Bakışın hızı: Yazar, Fan ve Caps

Bir yazarla okuru (ya da artık arkadaş olmuş okuru) mesajlaşıyor. Hepimiz buna benzer caps’ler görüyor, gülümsüyoruz. Bu capsi bir arkadaşım gönderdi; yazarı tanımıyorum ama paylaşımına bakılırsa eli yüzü düzgün, pareolu fotoğrafları da olan biri. Görünen o ki beğeniliyor da.

Niye alaya alındıklarıysa okur okumaz anlaşılıyor. Daha ilk cümlede özensiz bir dille karşılaşıyoruz: “roman konu”, “sosyalajik”, “hersey” vb. Kendini “yazar” diye sunan birinin ilk tökezlediği yerin dil olması otomatikman güldürüyor. “Aşk, ihanet, sosyal sorunlar, ölüm, her şey var.” Tam bir tag listesi. “Yaşanmış gerçek hikâye” kalıbından ise oldum olası hoşlanmam.

Devamında şu cümleyi okuyoruz: “O yüzden yazarken daralıyorum gezerek yazıyorum evde yazılmıyor sürekli bir köşe arıyorum doğa içinde sessiz burası iyi geldi.”

Sanki yazarlık, sürekli “yazamıyorum ama çok hissediyorum” performansı gerektiriyormuş gibi. İlham hikâyesi, metnin kendisinden daha çok yer kaplıyor.

Okur “Dönemselse kesin intihar da var” diyor, yazar da “Çok zekisin 😊” diye cevap veriyor. İddia ile gerçek arasındaki makas açıldıkça komedi artar. Ortada edebiyat konuşması yok; sadece yazar imajı, fan ilişkisi ve dram pazarlaması var. İnsanlar da böyle şeyleri görünce “vasatlık pornografisi” diye dalga geçiyor.

Blogu takip ediyorsanız, görseldeki gibi caps’ler paylaşmadığımı bilirsiniz. İtiraf etmem gerek, vasatlık üstüne espri yapmak aslında hoşuma gitmiyor; epey ergen buluyorum. “Peki niye paylaştın?” derseniz, capsi gönderen arkadaşımı işaret edeceğim. “Yazarlık nasıl ve neden bu seviyeye geldi?” diye sordu.

Ona da söyledim: Kesin, tek bir cevabım yok. Bence eskiden de vasat yazar çoktu. Bugün kitap çıkarmak geçmişe kıyasla hem kolayladı hem ucuzladı; mesele biraz da maliyetlerle ilgili. Bu kadar çok yazar ve kitap olunca vasatlık sanki çoğalmış gibi görünüyor ama oran olarak bakarsak tablonun çok değiştiğinden emin değilim.

Fark bence şurada: Vasat artık çok daha hızlı teşhir edilebiliyor. Üstelik bu kadar kısa metinler kolayca sarakaya alınır. Kimse oturup kadının kitabını açıp okumuyor; okumak zahmetli iş. Herkesin yaptığı, göze ilk çarpanı, en kolay alay edilebilir olanı “tokatlamak”. Demek istediğim şu: Kimse derinleşmiyor; hızlı tepki veriyor. Biz de o hızın içinden bakıp “yazarlık ayağa düştü” diyoruz. Aslında düşen belki de daha çok, bakma hızımızın kendisi.

Cumartesi, Aralık 06, 2025

Ben

Annemden çıkmış, Anadolu Lisesi sınav başvuru formu...On bir yaşımdayım. Fotoğrafa bakıyorum ve başka birine ait gibi duruyor.  Fotoğraftaki çocuk “ben” değil de hakkında epey şey bildiğim ama pek tanımadığım bir akrabam sanki.

Biyolojik olarak aynıyız ama zihinsel olarak bambaşka birine bakıyorum.  11 yaşındaki Levent’in beyni, alışkanlıkları, korkuları, umutları bambaşka. 

Ben, o çocuğun devamıyım ama onu o kadar çok kez “yeniden yazdım” ki…  "Şimdiki ben", üzerinden defalarca geçilmiş, eklenmiş, silinmiş, düzeltilmiş bir versiyon. 

Çocukluk kırılgan bir dönem. İnsanlar genellikle kendilerini çocukluklarından bilinçli olarak ayırmayı tercih ediyormuş: “O, ben değilim; o sadece geçmişte kalmış biri.” Bu, hem korunma mekanizması hem de büyümenin doğal sonucuymuş.

Hal bu olunca yabancılık hissim tamamen normalmiş; hatta sağlıklı bile sayılırmış… Şunu da biliyorum: fotoğrafa bakıp “bu ben değilim” demem aslında “ben artık o değilim” demek.

Tersi olsaydı, 11 yaşındaki Levent, bugününü görse muhtemelen şaşırırdı. Yazarak yaşayabilmeme muhtemelen sevinirdi. Çok hayalini kurdum çünkü. 

Cuma, Aralık 05, 2025

Magnezyumla teselli

Geçtiğimiz günlerde yenilenmiş paketiyle “P*siflora” ilacını gördüm. Ergenliğimden hatırladığım için nostaljik geldi; eczacıya saçma bir biçimde “aa, bu hâlâ var mıymış?” filan dedim. O da magnezyum ilaçlarıyla rekabet edemediği için eskisi kadar satılmadığını söyledi. “Magnezyum ilaçları uykuyu da kolaylaştırıyor” diye ekleyince ayrıca meraklandım. Magnezyum ilaçlarının “sihirli uyku haplarına” dönüştüğünü, bu kadar popüler olduğunu bilmiyordum.

Magnezyum eksikliği diye bir şey var; kas krampları, uyku kalitesinde bozulma, yorgunluk ve o meşhur anksiyete artışına sebep olduğu söyleniyor. Hal böyleyken magnezyumun “sakinleştirici / kas gevşetici” etkisi yok değil ama bu daha ziyade eksikliği olan kişilerde anlamlı. Özellikle magnezyum seviyesi düşük insanlarda uykuya dalma süresini kısaltabileceği, uyku kalitesini artırabileceği, gece uyanmalarını azaltabileceği kabul ediliyor. Ama normal düzeyde magnezyumu olan birine “sihirli bir uyku” sağlaması "garanti" filan değil.

Uyku denince bilenler çıkacaktır; üç beş yıl önce melatonin çok konuşulurdu. Ben de dizi setinde tanışmıştım. Yoğun çalışıldığı ve uyku saatleri her gün birer ikişer saat kaydığı için, pek çok set çalışanının uyumayı kolaylaştırdığı için melatonin kullandığını söylemişlerdi. Hiç bilmiyordum. Uykuya dalma süresini kısaltıyor, uykuyu derinleştiriyormuş falan filan… Meğerse melatonin yıllarca “uyku takviyesi”nin kralıymış. Çok çok az doz kullanmama rağmen o derin uyku hâli hoşuma gitmedi; gözlerimi acıttı vs. Bir iki kullanım sonrası kestim.

Magnezyum anlaşılan,  melatoninin yerine gelmiş. “Doğal ve zararsız” bir uyku destekçisi sayılmış; vücudun zaten ihtiyaç duyduğu mineral olarak kabul görmüş. Üstelik bağımlılık yapmıyor, uyutamasa bile zarar vermiyor vs. denmiş. Tabii bu algı pazarlamaya da yansıdığı için ortaya kırk çeşit magnezyum ilacı çıkmış. “Uykuya, strese, kulunçlara, basura ilaçççç magnizzzyum” olmuş.

Kendisini optimize ettiğini zanneden orta sınıf, bunu başarabilmek bir sürü tırıvırı şey (bitkisel çay, meditasyon, mavi ışık filtresi vs) yapıyordu; yetmezmiş gibi aralarına akşam saat on gibi içilen magnezyumu da eklemiş. Magnezyum “basit mineral” statüsünden çıkarak, uyku vaat eden, stres azaltan bir wellness ürünü olmuş durumda. Eczacımın dediğine göre müşteriler en çok “hangi magnezyum daha iyi uyutuyor”u tartışıyormuş… 

Kimse “niye uyuyamıyoruz?” demiyor.

Mesai uzuyor, ekran süresi uzuyor, şehir gürültüsü artıyor, ekonomik kaygı kronikleşiyor, bildirimler hiçbir zaman susmuyor. Sonra bu bozulmuş uykuya “kişisel problem” muamelesi yapılıyor: Uyku hijyenin kötü, gece rutinin eksik, kendine iyi bakmıyorsun, optimize edemiyorsun.

Kapitalizm sorunu çözmüyor, biliyorsunuz, bize sorunlarımızla birlikte yaşayabileceğimiz araçlar satıyor. Bir süre sonra uyku, biyolojik bir ihtiyaç olmaktan çıkıp bir performans alanına dönüşüyor: İyi uyuyan “başarıyor”, kötü uyuyan “yapamıyor”. Gece uyuyamazsak mutlaka kendimizi suçluyoruz: “Demek ki rutinimi yeterince düzgün kuramadım, takviyelerimi doğru seçemedim.”

Magnezyumu da şeytanlaştırmaya gerek yok, biyolojik gerçeklik var. Gerçekten eksikliği olan, kronik hastalığı olan, ilaç kullanan, yeme düzeni bozuk pek çok kişi için faydalı olabilecek bir takviye. Mesele, bu mineralin etrafında örülen pazarlama hikâyesi. Bir süre sonra magnezyum hapı, şu sorunun etrafına örülmüş bir teselli nesnesine dönüşüyor çünkü: “Bu hayat tarzı sürdürülebilir değil, ama ben yine de sabah kalkıp işe gidebilmeliyim.” Hapı yuttuğunda aslında sadece magnezyumu değil, bu uzlaşmayı da yutmuş oluyorsun. Uykusuzluğun yapısal nedeni mıh gibi yerinde dururken, senin üzerine bir de kişisel başarısızlık hissi boca ediliyor.


Perşembe, Aralık 04, 2025

Dumanlı from İstanbul


İki günlüğüne birazcık iş görüşmeleri daha çok da hava değişikliği için İstanbul'daydım. Senaryo işleri dışında Orion stüdyolarını gezme imkanım oldu, fotoğraflar oradan. Bana anlatılanları dinlerken fonda değişen görseller eşliğinde çekilmiş fotoğraflar hepsi... Malum, teknolojik gelişmeleri takip etmeyi seviyorum. İlginç, ilham verici ve merak uyandırıcı şeyler gördüm, insan ister istemez ben ne yapabilirim diye düşünüyor. 

Yorumlar

Cemal Nadir

Şevki (Çankaya)

Necmi Rıza

Kemal Aratan
Hatırlayanlar olabilir, yapay zekâ mecrasıyla uğraşırken en çok global popüler kültürün işleyişini görmeye çalışıyorum. Zamana bağlı değişiklikler ve global bir denge tutturmanın zorlukları ilgimi çekiyor. Nihayetinde teknolojik gelişme, etik ve yerel hukuğun önünde gelişerek, firmalara global ölçekli kurallar koyma zorunluğu getirdi. Bir tür sansür kurulu işlevi görmeye başladılar. Örneğin çoğu kapak mevcut özen etiği ve kurallar gereği çizilemiyor, yazmıştım.

Mizah dergilerinin hafifliğiyle yağlıboya tablonun “ciddi” statüsü çarpıştığında ne tam nostalji, ne tam parodi olan ilginç bir şey çıkıyor Daha çok, o eski esprilerin altındaki sınıf, cinsiyet ve iktidar ilişkilerini bugünün gözüyle yeniden okumak gibi bir şeye varıyor.

Karikatürü gerçekçileştirmek genellikle rahatsız edicidir. Benim aradığım, iyi bir mizahın yapması gereken şeyi, resim üstlenebilir mi sorusunu sormaktı. Komiklik algısı o yönde gelişmediği için pek başarılı olmuyor bana kalırsa. Bunu burada paylaştığım örnekler üzerinden değil, yaptığım otuza yakın yorum üzerinden söylüyorum.

Çarşamba, Aralık 03, 2025

Deep Education


 

Sabah Duası (2)

Kaptan’ın seyrek defteri. Dipçiksever. Damda akan su. Pinhani’ye ağlayan bilirobeni. Başı bağlı kader mahkûmu. Neler neler yaşamış. Anlatsa filim olur. Tereddüt tam tekmil kafasını s*kiyor. Migren mitingi, beyne polis saldırısı, ağrılar ağrılar. Allah seni kahretsin dünya hırlaması. Aya bak yıldıza bak, kız dön bir bana bak. İki yıl geçti yüzümden seni görmediğimden Allahsız. 

Salı, Aralık 02, 2025

Barnum etkisi

Sosyal medyada bu tür paylaşımlarla hepimiz karşılaşıyoruz; bazen iştahla okuyoruz, bazen de göz ucuyla bakıp geçiyoruz. İlgi görmese bu kadar yaygınlaşamazlar. Çünkü dertleri bize çok basit anlatıyorlar, yaşadıklarımıza kişisel bir anlam yüklememizi sağlıyorlar.

Oysa reel tıp ve psikoloji literatürü, sıradan bir okurun rahatça kavrayamayacağı kadar karmaşık. Üstelik her birimiz farklı genetik kodlara, farklı hormon dengelerine sahibiz. Farklı sınıfsal koşullarda yaşıyoruz, farklı travmalarla yüzleşiyoruz. Bu gerçeklik çok katmanlı ve yorucu.

Buna karşılık bu tür metinler, üç dört sözcükle meseleyi “çözüyor”: “Şu hastalık işte şu duygu”. Akılda kalıyor, paylaşması kolay ve anlamakta zorlandığımız dünyaya karşı bize cep kitabı boyutunda bir kılavuzluk sunuyor.

Galiba asıl önemlisi, sıkıntılarımızla ilgili bir kontrol yanılsaması üretmeleri. “Eğer hastalıklarım duygularımla bağlantılıysa, demek ki düzeltme şansım var” hissi veriyorlar. Hal böyle olunca, genetikle, ekonomiyle, çalışma koşullarıyla, hayata dair rastlantılarla uğraşmaktan çok daha kolay ve katlanılır bir tablo çıkıyor karşımıza.

Bir de işin sağlık sistemi tarafı var. Beş dakikalık muayene, ezbere yazılan ilaçlar, kimsenin kimseyi gerçekten dinlememesi insanları ruhen hırpalıyor. Bu zeminde, “beden ile ruhu birlikte okuyoruz” iddiasıyla sahneye çıkan listeler cazip görünüyor. Elbette eylemlerimizin psikosomatik boyutları yok değil; var. Ama karşımıza çıkan şey, bu ilişkinin karikatüre indirgenmiş hali.

Verilen mesaj kabaca şöyle: “Başına gelenlerin bir anlamı var, düşüncelerini değiştir, hastalığın geçsin.” İnsanın içinden "oldu canım, hemen değiştiriyorum" demek geliyor. Böylece çalışma koşulları, çevre kirliliği, yoksulluk, sağlık politikaları buharlaşıyor. Hem “yanlış düşüncelerim” yüzünden suçlanıyorum, hem de bana bunun üzerine bir “çözüm” satılıyor.

Psikosomatik tıp diye bir alan var ve kimse onu konuşmuyor; onun yerine burç yorumlarını andıran, yarı mistik yarı pop-psikolojik ahkâm kesmeler dolduruyor ortalığı. Ucu açık, yuvarlak cümleler okuyoruz: Çok kişiselmiş gibi görünen ama aslında herkese uyabilecek kadar geniş ifadelerle dolu metinler.

Psikolojide bu durumu çok iyi anlatan matrak bir deney vardır. Öğrencilere aynı kişilik analizi metni verilir, ama her birine “bu sana özel hazırlandı” denir. Sınıfın büyük çoğunluğu metni okuyup “beni çok iyi anlatıyor” der. Öğrenciler kendilerine uyan kısımları seçer, gerisini görmezden gelir ve “Vay be, nasıl da bildi!” diye etkilenirler. Genel lafları kişisel kehanet sanma eğilimi tam olarak budur.

Amerikalılar buna Barnum etkisi diyor. Adını da 19. yüzyılda yaşamış ünlü madrabaz P. T. Barnum’dan aldığı söylenir. Ona atfedilen meşhur cümle malum: “Her dakika bir enayi doğuyor.” Bu tür listelerin popülerliği, biraz da bu cümlenin hâlâ ne kadar çalıştığını gösteriyor.

Pazartesi, Aralık 01, 2025

Tuzluktan çıkan şarj yüzdesi

Hikâyeyi bilirsiniz: Büyük şirketler önemli birini işe alacakları zaman onu yemeğe götürür, adayın sadece ne söylediğine değil, nasıl davrandığına da bakarmış. Mesela yemeğin tadına bakmadan tuz atarsa, anında elenirmiş. Bunu ilk duyduğumda çocuktum; tuz kullanma alışkanlığım olmadığı için içimden “yırttım” deyip kıkırdadığımı hatırlıyorum. Bu tür “seçme hikâyeleri” çoktur.

Yakınlarda döneme uygun bir versiyonunu duydum. İddiaya göre bankalar, telefonunun şarjını sürekli unutan, yüzde beşin altında dolaşan insanlara kredi önermiyormuş. Ankara ağzıyla söylersek, “kendine hayrı yok” diye düşünüp borç vermiyorlarmış. “Haydaa” diyebilirsiniz; bunu nasıl bildiklerini az çok tahmin etseniz bile, “olur mu ya, abartıyorlar” diye de tereddüt edebilirsiniz. Yemeğe tuz atma örneğini bu yüzden başa koydum. Kapitalizm, kendi çıkarı için erişebildiği her veriyi kullanmak istiyor ve bu konuda sürekli kendini geliştiriyor. “Veri sömürgeciliği” dediğimiz şey tam burada devreye giriyor.

Klasik sömürgecilikte şirketler ve imparatorluklar uzak coğrafyalara gidip toprak, maden, emek “çıkarır” ve sömürürdü. Bugün aynı mantık, zamanımız, dikkatimizi ve ilişkilerimiz üzerinde işliyor. “Bedava” kullandığımız uygulamalar; attığımız her adımı, yaptığımız her beğeniyi, her harcamamızı, sağlık verilerimizi, konumumuzu, sosyal çevremizi toplayıp işliyor; sonra da bu veriyi davranışlarımızı tahmin etmek, yönlendirmek ve satılabilir ürünlere dönüştürmek için kullanıyor.

Veriyi kim topluyor, nerede depoluyor, hangi hukuki rejime tabi, kim denetliyor, kim bundan ekonomik ve siyasal güç devşiriyor?” diye sorduğumuzda karşımıza “platformlaşma” ya da “platform kapitalizmi” çıkıyor. Ekonominin ve gündelik hayatın giderek aracılık yapan dijital platformlar üzerinden örgütlendiğini hatırlayın. Sadece telefonunuzdaki uygulama listesine şöyle bir bakmanız yeterli.

Artık arabayı, oteli, yemeği, diziyi, sevgiliyi, haberi, iş ilanını doğrudan değil; araya giren bir uygulamanın kendi kuralları, algoritmaları ve komisyon oranları üzerinden buluyoruz. Platform, bir yandan piyasayı “düzenleyen” taraf gibi davranıyor (puan vermemizi ve yorum yapmamızı istiyor, bize algoritmik sıralamalar sunuyor); diğer yandan o piyasadan kira toplayan görünmez bir arazi sahibi gibi sürekli pay alıyor.

Platform kapitalizmi, başka bir deyişle veri sömürgeciliğinin kurumsal motoru olmuş durumda. Elde edilen veriyi ekonominin merkezine yerleştiriyor, bunun etrafında yeni tekel biçimleri inşa ediyor ve tümünü de “doğal” bir dijital ilerleme gibi paketliyor.

Toprak, maden, emek derken kapitalizm, geçmişte handiyse hiç ilgilenmediği kişisel deneyim, dikkat ve ilişkilere bu yüzden bu kadar hevesle yöneliyor. Artık yemeğe tuz atıp atmadığımızı görmek için kimsenin bizi yemeğe çıkarmasına gerek yok; telefondaki şarj yüzdesi, uygulamada geçirdiğimiz süre, kaydırdığımız ekranlar fazlasıyla iş görüyor.


Pazar, Kasım 30, 2025

Ev



Evimi seviyorum. Bu aralar normalin üzerinde dışarı çıktığımdan, oradan kaçar gibi döndüğümden olabilir, iyice abarttım. Elle tutulsa, çocuk olsa mıncıracağım… Galiba dışarıda yaralanıyorum, galiba evde kendimi güvende hissediyorum. Bir ölçüt varsa eğer, olduğu gibi gidebildiğim ve sorgulanmadığım güvenli bir yer olduğu için seviyorum.

Üniversitede öğrenciyken arkadaşlar aralıklarla memleketlerine dönerlerdi, bir kısmı “eve gidiyorum” derdi. Başka bir şehir değil sığınılan, kavuşulan, hasret giderilen bir yer. Geri döndüğünde seni içeri almak zorunda oldukları bir yer de olabilir.

Evlendikten sonra, anne evindeki eski odam hiç benim odam gibi gelmemişti, şaşırmıştım. O zaman o odanın artık benim “kosmos”um olmadığını anlamıştım. Kitapseverler bilir, kitaplarınızı toparlarsınız, dizer, sıralar, temizler, sonra da uzun uzun bakarsınız. Tıpkı onun gibi, ilk evime gülerek baktığımı, günlerce evin varlığıyla güzel uyuduğumu hatırlıyorum.

Rilke, gerçek yolculuk insanın kendine yaptığı yolculuktur dermiş. Evimde, kendi evrenimde olmak bana yolculuk etmek gibi geliyor olabilir. Dışarıdan bakan biri için bir odadan diğerine giden, bir koltukta kıvrılan, yatakta serilen biri gibi görünebilirim.

Mıstık abi, yemin ediyorum, öyle değil!

Tanpınar, “İnsanın sevdiği bir ev olunca, kendine mahsus bir hayatı da olur,” diyor Huzur romanında; bu bana bir hayat ritmi gibi geliyor. İnsan eve döndüğünde, “kendi zamanına dönüyor.”

Elbette tehlikeli de… Çok şükür, “Hiç çıkmayayım,” demiyorum; en azından henüz. Çöp evin Levent amcası olmama daha var.

Malumunuz, evden günün belli saatlerinde çıkıyor ve yürüyorum.

Çok az insan gördüğüm için olabilir; hemen her insan bana ilginç geliyor. Alışana kadar, hafif bir voyeur gibi etrafı izliyorum. Çok sessiz bir yerde yaşadığım için kalabalık bir ortam beni rahatsız edebiliyor. İnsan dışarıda ruhen karışıyor, demek istiyorum; konum duygusunu kaybedebiliyor.

Eve döndüğümde gürültü dışarıda, karmaşa bende susuyor. Mis.



Cumartesi, Kasım 29, 2025

Slacktivism

Naber’de gördüm, tatlı bir espriymiş. Malum, hepimiz Instagram / WhatsApp / Facebook / Snapchat gibi platformlarda, 24 saat sonra kaybolan story’ler üzerinden yürüyen “politik” paylaşım pratiğinin içindeyiz.

Bir eylem afişini paylaşmak, hashtag’li dayanışma görseli koymak, “Şu kampanyayı imzalayın” linki eklemek ya da profiline siyah kare, gökkuşağı bayrağı, ülke bayrağı vb. koyup “yanındayız” demek…

Hiçbirimize sorun gibi gelmiyor; sorun olarak konuştuğumuzda da birbirimize hak verip yola devam ediyoruz. Hepimiz biraz story aktivistiyiz.

Yapılan eylem geçici, kaybolan ve çoğu zaman düşük maliyetli bir jestten ibaret. Parmağınla repost yapıyorsun; risk yok, bedel yok. Dışarıdan bakınca yoğun bir “muhalefet” havası var; ama gerçekte performans düzeyinde kalıyor.

Matrak olan şu: İnsanlar yaptıkları bu ufak jestlere öyle kapılıyor ki, bir şeyleri story’den düzelttiklerini sanabiliyorlar. Bunu da refleks olarak Z kuşağına atfediyoruz ama tavrın onlara mahsus olduğunu gösteren bir veri yok. Herkes bu havaya girebiliyor.

Akademide buna “slacktivism” (slacker + activism) deniyor: Koltuktan kalkmadan, düşük eforla icra edilen, yüksek sembolik aktivizm. Kısaca “tembel aktivizm” ya da “koltuk aktivizmi” diye çevrilebilir.

Haftalık Muhalefet'teki Betül, aslında tam da bu story aktivizmi / koltuk aktivizmi hâlini anlatıyor: Pazartesi’den cumartesiye kadar “Türkiye gibiyim”, “hiçbir şeye şaşırmıyorum”, “Türkiye simülasyonunda sıradan bir gün”, “yazıp yazıp siliyorum”, “haber seyretmiyorum”, “olmaz dediğimiz her şey oldu” gibi cümlelerle iç sıkıntısını ve memleket hallerini ekran başında, klavye başında, tamamen içe kapalı bir döngüye hapsediyor; fiili bir eylem, risk ya da bedel yok, sadece hisler ve laf.

Pazar gününe geldiğimizde ise televizyon spikeri, bu pasif, dağınık, çoğu kez otosansüre takılan iç monoloğu “amansız muhalefet” diye paketleyip bir başarı hikâyesine dönüştürüyor; sokaklarda konvoylar, “Betül! Betül!” sloganlarıyla inliyor, kitlesel coşku ortaya çıkıyor…

Slacktivism’in özündeki çelişkiyi yakalayan yer burası: hiçbir gerçek politik örgütlenme olmadan, sadece ekranda ve kafamızın içinde yaşattığımız muhalefet duygusunun, sanki kendiliğinden rejim değiştirebileceği yönünde tatlı ama yanıltıcı bir fantezinin içindeyiz.

Umut’un karikatürü, story’lerde paylaşılan afişler, like’lanan kampanyalar ve “yazıp yazıp silinen” cümlelerden oluşan bugünün muhalif jest ekonomisini, Betül’ün haftalık ruh hâli üzerinden gayet akıllıca evirip çeviriyor.

Cuma, Kasım 28, 2025

İnterregnum

Başka bir yazıda değinmiştim: Gramsci “interregnum” nitelemesini kullanırken Roma İmparatorluğu’nun kralsız kaldığı dönemleri hatırlatıyor, bir tür fetret devrinin ruh halini tarif ediyordu. “Eskinin ölmekte olduğu ama yeninin henüz doğamadığı zaman aralığı”ndan söz ediyor, muğlaklığı anlatırken kaotik ve hastalıklı semptomların çoğaldığını vurguluyordu. Bu, yalnızca siyasal iktidarın el değiştirmesiyle ilgili bir kriz değildi; enikonu bir dünya görüşünün, bir anlam düzeninin, bir hegemonya biçiminin çözülmesiydi.

Pek çok Marksist yazar “interregnum” kavramını yaşadığımız “şimdiki zaman” için verimli biçimde kullanıyor. Eski değerler hükmünü yitirir ama bir alışkanlık olarak sürmeye devam eder; yeniler ise doğmadan ömürsüzleşir, güdük kalır, daha ilk adımda yorulur. Kurumlar işlevsizleşir, otoriteler güvenirliğini yitirir, dil dahi eski anlamlarını taşımakta zorlanır. Gramsci’nin işaret ettiği o tutukluk tam olarak budur: tarihin kısa süreliğine kitlendiği an.

Bu kitlenmeyi yalnızca siyasetten okumak eksik olur; popüler kültür ve gündelik hayat da aynı boşlukta salınır. Evvelsi gün, yönetmen olmak için okuyan ve benimle meslektaşı gibi konuşan oğlum sinemaya dair “yeni bir şey olmalı” diyerek delikanlıca hallenince bikbik konuşmaya, bu interregnum halinin kültürel karşılığını sesli düşünmeye başladım. Bugünün tahkiyeleri, ister üreticisi ister tüketicisi olalım, bu aralıkta yeni bir iddia ortaya koyamıyor. Hiçbiri tam olarak geçmişe ait değil; geleceğe de değil. Eski biçimleri taklit ederken onları ironik, hatta bazen yorgun jestlerle dönüştürüyorlar.

Dijital kültür, eski otorite ve anlatıları yerinden etti ama yenilerini de kuramadı. Herkes “söz sahibi”, ama güven başka yerde aranıyor. Gerçeğin yerini alan sayısız “yorum” dolaşıyor; fakat anlamın kendisi eriyor. Gramsci’nin uyarısını hatırlayalım: “Kriz, eskilerin can çekişip ölürken yenilerin doğamamasından ibarettir.” Yine de bu ara dönem yalnızca hastalıkların değil, yeni tahayyüllerin de doğum yeridir.

Interregnum, iyimser bir yorumla tarif edersek, çöküş değil, bir doğum sancısıdır. Bugünün karmaşası, yeni bir hegemonya biçiminin, yeni bir dilin ve yeni bir hissiyatın henüz şekillenememiş halidir, onu yaşıyoruz. Tarihe bakılırsa yaşanan radikal dönüşümlerin çoğu, tam da böyle aralıklarda; her şeyin belirsiz olduğu, ama hiçbir şeyin tamamen bitmediği geçiş anlarında ortaya çıkar.

Elbette karamsar olmak için daha çok neden var. Yine de dünyanın dönüşümüne dair ihtimali (umut ya da avuntu) henüz elimizden tümüyle bırakamıyoruz.

Perşembe, Kasım 27, 2025

Vicdansız


Senaryosunu yazdığım Vicdansız, Tod platformunda yayımlanacak. İlk teaser geçen hafta paylaşıldı. Hikayeyi muamması ve fantastiği olan, modern bir masal olarak tanımlayabilirim. 18 Aralık'ta ilk yayını olacak...

Salı, Kasım 25, 2025

Sabah Duası (1)

Sevdiğini öldüren sevdasız. Kalpyiyen. Stajyer ismi. Veledizina şartları, şunla şu olmasın şeyleri. Tek çizginin sahipsiz bileti. Engelli afurtafur. Ruhunda izdiham. Bomba uzmanı. Dünyanın en hafif kırk dokuz kilosu. Kaybolan bavulu s*kerler. Seveni her gün s*kerler. Sataşkan. Cinli divane. Çeyrek ekmek hafakan. Bardak taşıran. Yüreksöken. Harp zengini. Liman mühendisi. Veyl sevene! Kurusun Yebent suyu!

Politik Düşünce Vasatı

İşte, medya, “ideolojilerin sonu” ideolojisinin yeniden üretildiği bir mecradır, bu ideolojinin biçimidir. Özellikle televizyonun gün be gün tekrarlanan, en “vahim” olayları bile olağan akışı içindeki vahamet efektleriyle sıradanlaştıran döngüsü, konformizmin en güçlü jeneratörüdür. O vahamet efektleriyle, çarpıcı sunumlarla, dramatizasyonlarla gün be gün tazelediği bir gündemle, heyecan ve merakı da canlı tutan bir rutini çevirir. Gündemin değişim hızındaki olağanüstü artış, rutin format içinde sürekli yeni içerik talebini kışkırtır; bu da belirli bir meseleye, bir soruya, giderek bir fikre konsantre ve angaje olmayı güçleştirir. Televizyonun esas itibarıyla bir eğlence mecrası olması, ister istemez “sulandırıcı” bir iğvanın kaynağıdır. Televizyonun zamansal yoğunluğunun ve hızının, sözün/düşüncenin kısa ve pratik formülasyonunu zorladığını eklemeliyiz buna. Bu vulgerizasyon veya popülarizasyon zorlaması, aynı zamanda konuların ve düşüncenin pratik hûlâsasını çekip çıkartmaya dönük bir zorlamadır, bu bakımdan politikleştirici bir etkisi olacağını düşünebiliriz. Yine, biçimin politik sözü yönlendirici, kısıtlayıcı etkisini görmezden gelmemek kaydıyla…

Medya, bir yanda enformasyon ile reklâmı (infomercials), enformasyon ile eğlenceyi (infotaintment) birbirine karışır hale getirdiği gibi diğer yanda toplumu kaotik ve istikrarsız bir yapıda resmeder, korku ve güvensizlik duygularını sürekli zinde tutarak otoriter zihniyetin yeniden üretimine katkı sağlar. Eğlence ve magazinin rasyonel nitelikli kamusal tartışmanın önüne geçmesi, herhangi bir kamusal meselenin iki görüş arasındaki münazaraya indirgenmesi, kişisel geçimsizlikle tanımlanır hale gelmesi, bu katkıyı pekiştiren bir karakteristiktir. Köşe yazarlarının bu dönemde gösterdikleri tepki ve refleksler çoğunlukla televizyon diliyle uyumlu hale gelir, hatta onunla yarışmaya kalkışır. Duygusal çıkışlar ve sansasyon, akılcı-mantıklı bir müzakereye galebe çalar. Televizyonda elini masaya vurarak konuşan, “dönekler, hainler” türünden ağır ithamlarda bulunan, handiyse ağlayacak kadar duygusallaşan, öfkelenen yorumcu-yazarlar, bu tarzın ustalarıdır. Sözgelimi Yalçın Küçük, bir keresinde, konuşurken elini masaya vurması için televizyoncuların telkinde bulunduğunu beyan ederken, medyanın dilini nasıl oluşturduğuna tanıklı etmektedir.

[MTSD, 9.Cilt, Dönemler ve Zihniyetler için Tanıl (Bora) ile birlikte yazdığımız yazıdan bölüm, Köşe yazarlığındaki değişim ve politik düşünce vasatı: Şu Köşeden Bu Köşeye]

Pazartesi, Kasım 24, 2025

Sahildeyiz

Hazır Ankara'ya kar yağmış ve içime bir Neşet Coşar oturmuşken... Eskilerden şen şatır bir sahil fotosu paylaşayım... Empati yapıyorum, kar fotoğrafları paylaşmıyorum, gören var göremeyen var...

Fotoğrafın bir hikayesi var tabii, hiç unutmam, fotoğraf çekilirken Raffaella Carra çalıyordu, “scoppia scoppiia” filan işte… Hiçbir Türk'e yakıştırılamayacak gayri ciddi bir melodi… Sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, egolar dahil olmuştu işin içine, ter ve gözyaşı fasılları olmuştu, e alfalar var, e mansplaining var, kolay değil tartışmak…

Meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…

Bu fotoğraf çekildikten yirmi yıl sonra sol baştaki abimiz “tarikatçı” oldu, kafirle bağlarını kopardı, bizle konuşmuyor, biz de o bizimle konuşmadığı için onunla konuşamıyoruz…

Hemen yanımdaki ufaklık “rakçı” oldu ve annesi, kızıyla bir konuşmamı istemişti, muhtemelen “seks yapacak bu kız korkusu” yaşıyordu… Bittabi böyle bir konuşma yapmadım. Yıl olmuş 1997 filan demiştim içimden… Yıl olmuş 2024’le aynı anlama sahip bilmeyenler için yazayım…

Onun yanındaki Fatih, otuz beş yıl önce Amerika’ya işçi olarak gitti, orada “bize çok benziyorlar, eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar” dediği çekik gözlü bir kızla evlendi, mutlu mesut iki çocuklu yaşıyor, geçen hafta mesajlaştık o kadar yıl sonra…

En sonda çömelmiş duran abim, ailemizin aşk avantüriyesi olarak Urla’da üçüncü evliliğini sürdürüyor… Aralıklarla annemi, rahmetli pederi, borsayı ve türlü geri zekalılıkları konuşuyoruz.

Kendimi anlatmayacağım, hiiiç sevmem öyle şeyleri…

Münazara hocalarımızdan kayıplarımız var, onu da tahmin edersiniz…

Ve ne var, dışarıda kar var…

Pazar, Kasım 23, 2025

Plauen ve Nadir

Plauen, Nazi karşıtı görüşleri nedeniyle hapse atılan ve savaşın son yılında, 1944’te hücresinde intihar ettiği söylenen bir Alman karikatürcü. Hakkında bildiklerim kabaca bu kadar… En bilinen işi ise Baba & Oğul. Bizi ilgilendiren tarafı şu: Cemal Nadir’in çizgisini ve espri anlayışını belirgin biçimde etkilemiş olması. Karikatür ve çizgi roman tarihimizin kurucu isimlerinden birini hem üslup hem fikir olarak etkileyen bir çizer doğal olarak ilgimi çekiyor.

Selma Emiroğlu’nun bir konuşmasında bu etkiden epey rahat söz ettiğini hatırlıyorum. Cemal Nadir’le çalıştığı yıllarda değil de, muhtemelen Almanya’ya göç ettiği dönemde Plauen’i keşfetmiş olmalı. Şaşırmamak da elde değil: Baba & Oğul, Cemal Nadir’in Dede ile Torun’una fazlasıyla benziyor. Üzerine çalışmak isteyen biri için son derece verimli bir karşılaştırma alanı.

Yakın zamanda Plauen’in kitabının çocuk edebiyatı serisi olarak Türkçe’de yayımlandığını yeni öğrendim. Önsözde çizerin intiharından özellikle söz edilmemiş; muhtemelen “özen etiği” ve “çocuk okuru koruma” refleksiyle hareket etmişlerdir diye düşünüyorum. Ama ilginçtir, içerdeki pek çok espri günümüz pedagojisine pek uygun değil, onu önemsememişler.

Plauen bugün daha çok çocuk edebiyatının bir parçası olarak hatırlanıyor. Yazının sonunda kapağını paylaştığım 2022 tarihli İngilizce baskı, çizimlere sonradan eklenmiş betimleyici cümlelerle revize edilmiş bir örnek. Bizdeki Cin Ali mantığında: okumayı kolaylaştırmak, pekiştirmek ve ardışık dizimi daha hızlı kavratmak için yeniden düzenlenmiş.

Plauen’in espri anlayışı, sessiz sinemadan bildiğimiz slapstick geleneğine yaslanıyor. Kolayca çözülen yalın çizgiler, beş-altı karelik ardışık sahneler, fiziksel temasa ve harekete dayalı bir komiklik… Her şey eylemlerle kuruluyor; mizah mutlak bir performans. İki muzip, meraklı ve yerinde duramayan karakterin küçük “eylem hikâyeleri”.

Sessiz sinemada oyuncular konuşamadıkları için hikâye abartılı jest, mimik ve hareketlerle anlatılıyor. Sinema büyük ilgi gördüğü için ilk çizgi romanların sinemayı taklit etmesini de anlayabiliyorum. Bizde de ilk dönemlerde çizgi roman yerine “sinema hikâyesi” veya “sinema romanı” dendiğini hatırlayalım. Üstelik bu taklit her yönüyle olumsuz değil. Balon ve anlatı yazılarını minimumda tutmak, ardışıklığı güçlendirmiş; kare içinde hareketin akışkanlığını artırmış.

Bu bağlamda Cemal Nadir’in Plauen’den etkilenmesini de anlıyorum. Çünkü Plauen moderndi; çizgisi akışkandı ve çağının ilerisinde espriler kuruyordu. Fotoğrafla yarışan bir resimsellik peşinde değildi zaten onu Ramiz Gökçe daha iyi yapıyordu. Onun aradığı şey hareketti.

Cumartesi, Kasım 22, 2025

Levendddd

Böyle bir marka varmış meğer; vakti zamanında marka tescili için başvuruda bulunulmuş... Kıkırdayarak hemen satın aldım, kaçar mı? “Levend C” ile bir süre bakıştık.

“d” harfi beni doğrudan rahmetli Suat Yalaz’a götürdü. Suat Abi tam bir narsistti; mansplaining’in yürüyen, konuşan, nefes alan hâliydi. Tanışır tanışmaz adımın son harfinin “t” ile değil “d” ile yazılması gerektiğini söyledi. Kimsenin bilmediği bir dil bilgisi evreninden bahsediyordu; saydı, döktü… Yetmedi, kitaplarını getirdi, bana imzaladı. Tabii “Levend’e” diye.

Bütün bunlar olurken of puf ederek boş boş baktım. Yahu isim bu; Leveng de olabilirdim. Suat isminin Arapça kökenini hatırlatıp “Peki o zaman sen de Suad mısın abi?” diye sorabilirdim ama bunu niye yapayım? Aramızda kırk yaş vardı; kendi adının farkında olmayan biri bana ders vermeye çalışıyor; imzalı kitap filan istemiyorum, üzerine bir de imzalı kitap hediye ediyor-tabii yine “Levend’e”. Ne adamdı. 

Ben, Levend C ve Suad Abi bu vesileyle bir kere daha konuşmuş olduk.

Cuma, Kasım 21, 2025

Ben, hayal kırıklığı

Uzun sürmüş bir gecenin ortasındaydım. 

Biri yanıma gelip benimle konuşmaya başladı, kimdi hatırlamıyorum, bir zerhoş, belki afyonlu bir kadın, hırıltılı bir sesi vardı, belki bir travesti, uzaydan gelmiş gibi dik dik bakıyordu. Belki Kriptonlu.

"Bu dünyanın sahibiyim" dedi bana, cevap veremeyecek kadar halsizdim. Sesler anlaşılmıyor, ışıklar bir toz kümesi gibi havada uçuşuyor, yüzüme çarpıyordu.

"Ben, hayal kırıklığı, bu dünyanın sahibi"

"Her şey neden bu kadar kısa sanıyorsun" dedi.

Uyandığımda Tabucchi okumak istiyordum. Dünya kirliydi.

Perşembe, Kasım 20, 2025

Paran kadar konuş!

Erkek romantik bir tirada başlamak üzereyken: “Bilseniz sizi ne çok…” diyecekken kadın hiç oralı olmaz: “Uzatmayın, ben israfı sevmem… Kaç paranız var, onu söyleyin.”

Bugünden bakınca karikatürün esprisi, kadının pervasızlığında. Komiklik, romantik jestleri buharlaştıran soğukkanlı gerçekçilikte; niyetini saklamayan doğrudanlıkta kurulmuş. Dergiler o yıllarda bu tip kadın tiplemelerine özel bir iştahla saldırırlar: Hem küçümserler hem de açıkça arzularlar. Bu çelişki, dönemin popüler mizahının en rahat okunan gerilimlerinden biridir.

Karikatürün ilk muhatabı erkek okurdur. Erkek figürünün gülünç duruma düşmesi (hafif bir “efemine” imasıyla birlikte) erkek okura bir tür rahatlama alanı sağlar. Mizahçıların gözünde romantizmin hiçbir kıymeti yoktur; ince duyguya ve düşünsel derinliğe karşı nerdeyse alerjik bir refleks gösterirler. Romantizm enikonu dövülür, efemine bulunan her şey alaya alınır. Bu da anti-entelektüalist yerli mizah geleneğinin temel reflekslerinden biridir.

Şöyle bir ters köşe düşünelim: Genç kadın okurlar bu sahneyi nasıl alımlıyor olurdu?

Erkeği boşa düşüren, lafı ağzına tıkayan kadın figürü, onlar için küçük bir özgürleşme anı sunuyor olabilir miydi?. Yüksek sesle sahiplenilmese bile bu pervasız kadına sempati duyulması gayet mümkündür. Kadının utanmaz cesareti, sınıfsal ve cinsel pazarlık gücünü eline alması, o dönemin kadınları için gizli bir özdeşleşme kapısı açabilir (miydi?).

Popüler kültür işte böyle tuhaf bir membadır: Kimin neye, nasıl güldüğünü kestirmek hiç kolay değildir. Aynı espri, farklı toplumsal konumlarda bambaşka anlamlara bürünür. Mizah daima çok katmanlıdır; kimi zaman hakaret olarak tasarlanmış bir söz, başka bir gözde güç verici bir jest hâline gelir.

Onat

Sinematek konuşması. İkinci Yeni’nin öykücü kıpırtısı. Şiirle akraba. Antep’in tozlu sıcağı. Onat’ın Antep’i, İshak. Onat’ın İstanbul’u, Pera. Göçmenler, kalanlar, gidenler, yarım yarım insanlar. Camus’nün Beyoğlu gezisi. Yoksulların sineması, hoyratlığa karşı iyicil ve masum çocuklar. Sinemayı edebiyata yaklaştıran öncü. Dost tebessüm, dayanışma ölçeği, kibirsiz dinleyen. Onat Kutlar, sanatın ve yeni sinemanın senaristi, sakin öykü. Renkli Türkçe.

Çarşamba, Kasım 19, 2025

Gazete okuyan beyfendi

Fotoğraf, 1955-64 arasında çekilmiş, beyfendinin okuduğu gazeteden çıkartıyorum bunu… Rahatlığın, dinginliğin ve “ev” hissinin içindeki ideolojik dokuyu fark ettiren bir kare.

Fotoğrafa bakınca, yorgun argın eve gelmiş koltuğa yayılmış birini görmüyoruz. Sadece onu görmüyoruz. Modernleşmenin ev halini, orta sınıfta özel alanın yeni ritüellerini ve erkek kamusallığının konforlu bir mekânda yeniden üretilişini izliyoruz.

Beyfendinin rahatlığı hemen dikkat çekiyor. Adam, ayaklarını sehpanın üzerine uzatmış, gazetesine gömülmüş, yüzünün görünmemesi, bireysel mahremiyetin altını çiziyor; o yılların fotoğraflarında sıkça rastlanan “poza hazırlanmışlıktan” eser yok. Bu daha spontan, sanki daha içsel bir an.

Mobilyaların dili, dönemin ruhunu ele veriyor. Koltuk, soyut-geometrik bir desenle kaplı: Cumhuriyet sonrasının modern ev dekoru anlayışının en popüler göstergelerinden biri. Bir yanda Batı’dan ithal edilen modernist çizgiler; diğer yanda yere serili geleneksel desenli halı… Bu çelişki değil, tam tersine dönemin tipik sentezi: modern olmak isteyen ama alışkanlıklarından da kopamayan bir toplumun ev içi düzeni.

Perdeler dantel motifli; salon “misafir gelir” ihtimali üzerinden kurulmuş en büyük oda. Sehpa ise neredeyse el işçiliğini andıran oyma yüzeyiyle yerli-modern bir "heykel" gibi. Ev, hem eskiyle barışık hem yeniye özenen bir ruh taşımakta.

Beyfendinin kıyafeti, ütülü pantolonu, desenli çorapları ve ev terliklerine bakıldığında, orta sınıf erkeğinin idealize hâlini anlatıyor: düzenli, bilgili, vakur. Gazete yalnızca bilgi kaynağı değil; statü işareti, dünyayla bağ kuran bir araç. Eve kapanmış olsan bile gazete okuyarak yine “dışarıda”, yine kamusal alandasın!

Ev içi modernleşmenin antropolojisini yapalım, gülümseyerek sıralıyorum: birey, özel hayatın konforunda dahi kamusal kimliğini sürdürüyor. Erkek, ev içi mekânda bile kendine ait bir “köşe” yaratıyor. Okur yazarlık elzem, çağ değişmiş, kamusal bilgi edinme, artık evde de mümkün olmuş Mıstık abi. Bir on yıl sonra salonlarda cilt cilt ansiklopediler sıralanacak.

Bir arkadaşım, fotoğrafı gördüğünde “nostalji peşindesiniz my dear” demişti, “hayır, modernliğin sıradanlığını arıyorum” demedim, laf uzardı, gülümsedim, geçtim.

Salı, Kasım 18, 2025

İmgelerle Konuşan Kaos

The Economist dergisinin The World Ahead 2026 kapağı epeyce ilgi uyandırdı. Justin Metz’in çizdiği kapak, gelecek yıllara yönelik küresel belirsizlikleri “kaotik dünya/gezegen” metaforu üzerinden anlatıyor. İyi düşünülmüş, editöryal olarak da doğru kotarılmış bir yorum.

Metz, üç yıldır World Ahead kapaklarını hazırlıyor. Minimal bir renk paleti kullanıyor; sembollerle ördüğü yoğun sahne istiflerini seviyor. İllüstrasyon ile enformatik grafik arasında salınan bir melez stile sahip. Bizde Cem’in (Dinlenmiş) yaptığına benzer bir üslupla çalıştığını söyleyebiliriz.

Kapağın özünde bir “risk haritası” mantığı var: savaş, kriz, kaos imgeleriyle önümüzde hayli olumsuz bir yıl olduğu ima edilmiş. Metz’den, gelecek yıl dünyayı etkileyecek olguları betimlemesi istenmiş; o da karmaşık görünen ama dikkatli bakınca bilinçli olarak katmanlandırılmış bir sahne tasarlamış. Çalışması, yaşadığımız hayatın dağınık, parçalı ve kesintili ritminin bir replikası gibi duruyor.

Üç halka kurulmuş: bana kalırsa ana gövde kapitalizmin sıkışması, ikinci katman jeopolitik çatışmalar, dış halka ise sosyo-ekonomik akış. Sağlık teknolojileri, zayıflama ilaçları, yapay zekâ, dikkat ekonomisi… Yani dünyayı yalnızca savaş değil, “davranışlar ve tüketim” de belirliyor deniyor.

Gözüme takılanları kısaca sıralayayım.

Mavi yumruk, küresel protestoları ve isyanın geri dönüşünü imliyor. Füzeler ve roketler, Ukrayna–Rusya savaşının bitmeyeceğini, hatta yeni fazlara yöneleceğini söylüyor. 250 yazılı pasta, derginin yıl dönümü kadar kapitalizmin yorgunluğuna da gönderme olabilir. Viking gemisi, NATO’nun kuzeye doğru genişlemesi; kırmızı tank ise Rusya’nın askeri baskısı ve enerji-politik şantajcılığı. Siyah takım elbiseli adamlar, siyaset sınıfının küresel ölçekteki tıkanmasını temsil ediyor. Gençliğimden beri sorulan “geleneksel siyaset bitti ama yerine ne gelecek?” sorusunun hâlâ cevabı yok.

Dolar işaretleri ve kırık zincirler, devlet borçlarının sürdürülemez seviyelere çıkmasını işaret ediyor. Enjeksiyonlar ve ilaç şişeleri, zayıflama ilaçları furyasını ve yeni salgın ihtimallerini çağrıştırıyor. Sağlık ekonomisinin 2026’da çok konuşulacağı söyleniyor; ne-nasıl gelişecek merakla bekliyorum. Yapay zekâ simgeleri, işgücünün dönüşümünü ve özellikle beyaz yakalıların işlev kaybı endişesini öne çıkarıyor. Oyun kumandası, “dijital dikkat ekonomisi”ne alaycı bir gönderme.

Kırmızı futbolcu, Körfez sermayesinin sporu küresel bir güç gösterisine dönüştürmesini hatırlatıyor. Tank ve deniz dalgaları, yükselen deniz seviyelerini ve iklim-güvenlik denklemindeki kırılganlığı imliyor. Maskeli figürler ise bana dijital yalnızlığı, kutuplaşma yorgunluğunu ve insanların giderek artan güvensizlik hissini düşündürüyor.

Meraklısı kapağı daha da ayrıntılı inceleyebilir; her simge kendi başına bir hasbihal ekseni zaten.

Kapak, abartılı mı, yoksa bizi boktan bir yıl mı bekliyor emin değilim. Dünyanın artık hiç durmadan kriz ürettiği bir eşiğe geldiğimizi anlatmak istemişler. Diğer yandan bana yeni bir şey olmayacak gibi geliyor, dünya bir süredir krizleri yönetemiyor, sadece erteliyor, yine erteleyecek gibi hissediyorum.

Pazartesi, Kasım 17, 2025

Maaile

Fotoğraf, büyük ihtimalle 1925-33 arasından. Cumhuriyet’in ilk on yılının tazeliğinden, “iyimser” zamanlardan birine ait. Bir tatil günü, muhtemelen bir sayfiye gezmesi… Maaile dışarı çıkılmış, belli ki hem hatıra bırakmak hem de kendilerine güzel bir gün armağan vermek istemişler. Oksijen, ömrü uzatıyor diyor Fransızlar, “hadi bir hava alalım”.

Hoşuma giden şey şu: Ağaç dibine sırtlarını verip ince bir rahatlıkla kaykılmışlar. Hava efil efil, dalların arasından geçen ışık ortama küçük bir sahne ferahlığı katıyor. Her biri kendi hâlinde ama aynı anda birlikte; iç içe, dip dibe poz vermişler. O kuşak için yakınlık göstergesi doğal bir beden diliydi; bugünkü mahremiyet takıntısından eser yok.

Kıyafetler döneme göre oldukça “a la mode”: Kadınların başörtüleri modern şehirli zevkine yakın; erkeğin takım elbisesi özenli ve sade. Sepet, örtü, şişeler ve kırıntılar… Hepsi günlük hayatın küçük ayrıntıları ama yıllar sonra bakınca insana hem bir düzen hem de hoş bir dağınıklık duygusu veriyor.

Aile ilişkisini de az çok ele veriyor fotoğraf: Bana baba, anne-gelin, hala-görümce ve çocuk-yeğen gibi geldiler. Aralarındaki mesafe, bakışlar, yan yana diziliş biçimleri… Belli ki birbirlerine alışık, birbirlerini taşıyan bir aile grubu. Gülümsemiyorlar ama rahatsız da değiller; o tipik erken Cumhuriyet ciddiyeti içlerinden sızıyor: “Poz veriyoruz, gülmek şart değil, duruşumuz önemli.”

Sonuçta, hüzünle neşenin arasında kalan eski fotoğraflardan biri bu. Hem bir günün telaşsızlığını hem de o yılların kısıtlı ama umutlu modernliğini taşıyor. Ağaçların altında kaykılan insanlar azalmadı da ama galiba bakışlarımız değişti.

Pazar, Kasım 16, 2025

Paşa hazretleri

Ellili yıllar… Demokrat Parti iktidarı. Ülke, henüz birkaç yıl önceki korku tünelinden yeni çıkmış gibi; geçmişe, özellikle de İnönü dönemine karşı yoğun bir tepki var. Bu hava içinde, namlı tiyatrocumuz, halkı kıkırdatmayı meslek edinmiş Muammer Karaca sahneye “Paşa Hazretleri” adlı bir komedi koymuş. Reklam öyle diyor. Düşünün: Daha iki üç yıl önce böyle bir oyunu akla bile getirmek zordu.

1950-54 arasında toplum gerçekten bir nefes alıyor. İnsanların ruh hâli “iyiye gidiyoruz” fikriyle dolu. Herkesin dilinde aynı heves: “hürriyetler”… Bugünden bakınca sürecin nereye varacağını biliyoruz ve değerlendirmelerimiz kaçınılmaz olarak farklılaşıyor ama o dönem için durum başka. İnsanlar bir iktidarı oy vererek değiştirmiş olmanın gururuyla konuşuyor, hesap soruyor, hatta kendi içinde bir meşruiyet hissi kuruyor. “Paşa Hazretleri” tam da bu ruh haline denk düşen bir sahne işi.

Artık “oynanabilir” deniyor. Herkes, her şey eleştirilebilir. Üstelik gelen iktidar, gideni hicvedenin önünü açıyor, bir anlamda teşvik ediyor.

Bazı sanatçılar siyasal kimlikleriyle hatırlanır ya, Karaca da onlardan biri. Sağcılığıyla hatırlanır. Demokrat Partili olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Sonrasında çizgisi değişti mi, doğrusu araştırmış değilim. 1978’de ölen, bulvar komedilerinin gediklisi, popüler bir tiyatrocuydu. Bugün hâlâ en çok “Cibali Karakolu” ile akıllarda.

“Cibali Karakolu” da malum, İnönü döneminin, kırklı yılların bir simgesi. İstanbul’un Fatih ilçesinde yer alan, işkence ve dayak hikâyeleriyle şikâyetlere konu olmuş bir polis merkezi. Şikâyet dilekçeleri ya örtbas ediliyor ya da sürüncemede bırakılıyor.

Karaca, DP döneminde bir Fransız oyununu uyarlarken bu kötü şöhretli karakolun adını özellikle seçiyor. Niye yaptığı çok açık: O yıllarda polisle alay etmek kolay değil; ama İnönü dönemiyle ilgili bir imada bulunmak mümkün. Oyun daha çok bu bakımdan hatırlanıyor. O dönemki seyirci ise başka bir merakla izliyor: eski iktidarın eleştirisi sahneleniyor çünkü.

Oyun yıllarca repertuvarda kalıyor. Ben bile kırk yıl sonra, Nejat Uygur’un sahneleyişiyle izlemiştim. Elbette artık başka bir şeydi; CHP eleştirisinin o eski anlamı çoktan buhar olmuştu.

Related Posts with Thumbnails