Salı, Nisan 08, 2025

Kural 34

Meraklısı ayrıca araştırabilir, okuyabilir... Bir toplantıda duydum, katılımcılardan biri kıkırdayarak söyledi, bilen çok olmalı ki, ayrıca açıklamaya gerek duyulmadı. Ben  bilmiyordum, meğer,  Amerikan popüler kültüründe kullanılan bir deyiş, internetle ilgili olduğu için globalleşmiş, bize kadar sirayet etmiş...

Kural 34, internette bir şey varsa (popülerse anlamında), mutlaka onun pornosu yapılacaktır demekmiş... Parodi, para ya da piyasanın işleyişi (3P) gereği (illa ki ve istisnasız) mutlaka bu yapılır, gerçekleşirmiş... Zaten kural 35 de, "yapılmadıysa da yapılacaktır" (üretilecektir) demekmiş... 

Kendisi bir miim olan bir geyikten söz ettiğimi anlamış olmalısınız. 

Böyle bir kavramı biz üretmeye kalkışsaydık, mizahın işleyişi gereği Kural 31 derdik, daha doğrusu madde 31 olurdu...Gülerek yazıyorum "Glokalleşme böyle bir şey..."

Mizah böyle bir şey, ters yüz etmek aslında, romantizmden bahsedilirken gaz çıkarmak, entelektüel bir çıkarım yapılırken küfürlü konuşmak gibi bir şey. İşin içinde sadece parodi ve ironi değil şaşırtarak dikkat çekmek ve üretenler açısından "ben buradayım" demek var... 

Yeni de sayılamaz, Amerika'da Mad mizah dergisi onlarca yıl, şöhretli isimleri kullanarak, onları komik göstererek, mutlaka cinselliği işin içine katarak popülerliği hicvederdi. Mad, Tijuana Bibles'ten esinlenmişti. TB denilen yayınlar, ünlü Amerikan çizgi romanlarının pornografik parodileriydi, el altından satılırdı, çok bilinirdi. Şöhretler ve onların cinsel hayatları ayrı ayrı ilgi çektiği anlaşılmıştı.

Aynısını ve Tb'ye göre edeplisini, Gırgır yaptı... Günde hepi topu altı saat yayın yapan televizyon ülkenin tek eğlencesi ve popüler kültürün ana membaı iken diyelim özellikle Tekin Aral ve Orhan Alev, uzun yıllar, konuşulanları  (televizyon, futbol ve gazino dünyasının ünlülerini) karikatürize ettiler. En çok belirginleştirdikleri şey şöhretlerin cinsellikleriydi. Onları çıplak, salak ya da beklenmedik biçimde seksle ilişkili olarak komik görmek insanların hoşuna gidiyordu.

Laf uzamasın, akla gelebilir, peki Amerikalıların madde 31'i var mı diyen çıkabilir... Şöyle bir bakındım, böyle bir madde var da diyemem, yok da...Bir kaynağa göre "herkesin bildiği ama bilmiyormuş gibi yaptığı bir durum",  utanma ile bilme arasındaki o ince çizgi, Madde 31’in oyun alanıymış. Konuşulmaz, ima edilir demek isteniyormuş. Bir başkasına göre "madde 31, internette mizah, ayıp olanla başlar" diyormuş. Artık siz yorumlayın.

Pazartesi, Nisan 07, 2025

Pilav vs Risotto

Güzel tespitler yapılmış, hoşuma gittiği için paylaşmak istedim. Bu türden fakir vs zengin karşılaştırmalarına aralıklarla siz de denk geliyor olmalısınız. “Poor vs. Rich Outfit Comparison” adlı bir "miim" formatı vardı, ilk öncülerden biri olabilir.

Bir özet geçeyim: bu paylaşımlar fakirler ya da zenginler hakkında konuşuluyor, ama onlar tarafından üretilmiyor. Zenginliğin romantize (ya da estetize) edilmesi veya ayrıcalıklı olmanın normalleştirilmesi hoşa gitmiyor. Biraz üstün körü olacak ama bu paylaşımları “ben bunları görebiliyorum” demek isteyen orta sınıftan birileri üretiyor . Arada durarak konuşuluyor çünkü, alt sınıfı bilen ama onlardan uzak duran (uzaklaşmaya çalışan), üst sınıfa imrenen ama onlardan biri gibi görünmek istemeyen birileri üretiyor da denebilir.

Sınıfsal gerilimin bir tür boşalımı… Sınıf farklarını ciddiye almadan ciddiye alıyormuş gibi yapılıyor. Kaçmaya hazır bir refleks var, ciddiye alırsan “altı üstü makara yapıyoruz” diye uzaklaşabilir ama bir yandan da ciddiye alınmak istiyor…Küçümserken övüyor da çünkü…

[Bir parantez açayım, bu türden paylaşımlar yerelleşirken Müslümanlarla “Elitler” arasında kuruluyor (bile isteye yinelendiğini) görüyorum. Yandaşlar, sosyal medyada kendilerini "Fakir" olarak kimliklendirdikleri (millet mi demeliydim) için elit dedikleri birilerini (bazen sanki doğrudan orta sınıfı) aynı yönseme içinde dillerine doluyorlar. Bu da uzun mesele... Anaakımı iyi bilen Müslüman bir senarist, denk geldim, yazdığı dizide şöyle bir espri yapmıştı. Senaryo gereği genç kız, mütedeyyin ve yahuşuklu çocuğa çay kahve içelim diyor, çocuk da oruç ayını vurgulayarak “Ramazan” diye mırıldanıyor, genç kızımız  “e o da gelsin” filan diyor.  Fıkra bu kadar. Türkiye’de “Ramazan ayının” yaşandığını anlamamak-bilememek mümkün değil. Ben bunu yazamam diye düşünmüştüm. Senarist inanıyor ki yazmış, sorsak, başıma geldi diye bir hikaye anlatır muhtemelen…Doğru olup olmaması bence önemli değil, tıklanıyorsa doğrudur, gülünüyorsa doğrudur…Parantez çok uzadı ama bu kadar Mıstık abi. ]

Cumartesi, Nisan 05, 2025

Dağ başını...

12 Eylül’den bir iki yıl sonra, dikta, kendince yumuşamaya karar vermiş, gençlik konserlerine izin vermişti, artık akıllarında ne varsa, “kilisenin kontrolündeki karnaval” misali, konserlerde onaylanmış türküler şarkılar çalınıyor, söyleniyor, muteber beyfendiler ve hanfendiler soluk sesleriyle sahne alıyordu. O konserlerden birine okuldan toplanıp otobüslerle götürüldük, her birimiz konserden çok derslerin kaynamasına seviniyorduk…Otobüs bedava, müzik bedava, gırgır şamata, e güzel…

Ne ki, hırt öğretmenlerden biri kendini müziğe kaptıran kalabalığa karşı mikrofonu eline alıp bi hötzöt etti, höykürdü. Bunun üzerine kalabalık, halen o tepkinin nasıl oluştuğunu düşünürüm, garip bir refleksle “Dağ Başını Duman Almış” marşını bir ağızdan söylemeye başladı. O kadar yüksek ve isyan dolu söylendi ki, ergen ruhum bir başka etkilenmişti…

Yıllar yıllar sonra öğrendim ki, bütün anti-komünist faaliyetlerde, örneğin Tan gazetesini çıkamaz hale getirip tarumar edilirken, Markopaşa gazetesi yakılırken, DTCF’li solcu sayılan hocaların odaları basılırken filan “gençlik” bir yandan bu marşı söylermiş… Nerden bileceğim, hiç şahit olmamıştım. Solcu döverken söylenen bir marş, bana kendimi iyi hissettiren bir isyan fitili olmuştu. Üstelik solcu dövenlere karşı söylenmişti. En fazla 13 yaşındaydım…

Bunu şu yüzden anlattım, ritüelleşen sloganlar, şarkılar sosyal bağlama göre değişebilir, özgün halinde hiç olmayan muhalif bir başkalaşım gösterebilirler. Kolay kolay sabitleyemeyiz onları, dönemsel olarak da değişirler, kullanıcılara göre de revize edilebilirler.

Protestolarda “andımız” okunuyor. Neden andımız okunuyor, çünkü homojen olmayan topluluklar kendilerini birarada tutacak kanonik unsurlara başvururlar. Malum, “Andımız” kaldırıldı, daha açık söylersek yasaklandı. Andımızın kanonik niteliğine bir de yasak olanın hazzını ekleyin demek istiyorum…. Oğlum iki yıl önce liseden mezun olurken, diploma töreninde  andımız okundu, gerçekten ağlayan veliler ve öğrenciler oldu, okunmasını beklemiyordum, o duygusallığı ise hiç hesap etmemiştim. Şimdi daha doğru anlıyorum bu tepkiyi, seküler okullarda bu tepki epeydir dolaşımdaymış…

Dağ Başını Duman Almış, gösterilerde veya maçlarda, artık pek akla gelmiyor, bilemiyorum arkaik bulunuyor olabilir. Onuncu yıl Marşı söylenirdi, yakın zamanlarda İzmir Marşı politize oldu… Biliyorsunuz maçlardan önce İstiklal Marşı okunuyor, Apo, “Gassaraylı” olduğu için Galatasaray tribünleri başlatmıştı bu işi, nerde nasıl başladı unutuldu, milliyetçilik yarıştırıldı, devletler popüler olanı daima denetlemek isterler, meseleyi resmileştirdiler.

Şu yaşıma kadar, milliyetçi olmayan siyasi bir hareket görmüş değilim, her türden milliyetçiliği eleştiren siyasi  reaksiyonlar oluyor ama anaakım siyasette karşılık göremiyorlar,  çok çok az oy alıyorlar, hiçbir biçimde belirleyici olamıyorlar.

Başa döneyim, “Andımız”ı Zafer Partililere, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran genç feministlere, “Türkçüyüz Atatürkçüyüz” diyen öğrencilere atfedemeyiz, bildikleri cevaplarla yükseliyorlar, ben nasıl “gümüş dere durmaz akar” dediysem (ulan isyan ettik resmen gibi hissettiysem) onlar da kesin cevabı olan bir şeyleri haykırıyorlar.

Biraz kaba bir ayrım olacak ama zihin açması için şöyle anlatayım, yaşadığımız memlekette Kürt ya da Alevi değilseniz, mağdur edilen azınlıklardan değilseniz, orta sınıftan değilseniz, okur yazar değilseniz solcu olabilmeniz pek mümkün-kolay değil. Aramanız, bulmanız, karşılaşmanız gerekiyor. Kaldı ki, sürekli iktidar olan sağcıları eleştirmek solculuk sanılabiliyor, yanlışlığı ya da salaklığı teşhir etmekle solculuk kolayca karıştırılabiliyor. Yabancılar ve azınlıklarla ilgili bir meselede, evrenselci tepkiler verilmesi gerektiğinde ise kimin kim, neyin ne olduğu anlaşılıyor.

Unutmayalım, sağcılığın, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının dehşetli bir biçimde yükseldiği, popülist liderlerin seçim kazandığı, bağıranların, “kesin ve net” konuşanların (konuşurken mutlaka birini suçlayanların) popülerleştiği kaotik bir dünyada yaşıyoruz.

Cuma, Nisan 04, 2025

Beşinci gün

Ankara’da protestoların beşinci gününde Kuğulu’dan başlayan, Tunalı, Libya Caddesi ve Koleje varan, oradan Kızılay’a yönelen yürüyüşteydim. Şehirde (resmi cenazeleri de sayarsak) o güne kadar gördüğüm en büyük kalabalıklardan biriydi, yaşamış olduk.

Birlikte yürüdüğüm protestocuların tamamı oğlumdan biliyorum 2003 ile 2007 arası doğumlulardı, koordine olamamalarından ve pek slogan bilmediklerinden hayatlarında ilk kez böyle bir eyleme katıldıkları anlaşılıyordu. Çok çok azının yüzü açıktı, geleceklerine dair anlaşılabilir ürkeklikleri enikonu fark ediliyordu… Birbirlerini uyarıyor, maskelerini sürekli yokluyorlardı. Hatta bir ara layloy yürürken zattır zuttur koşuverdik, meğer kenarda polis kamerası varmış, o sebeple koşmuşuz filan

Görebildiğim kadarıyla bu genç kalabalık çeşitli biçimlerde adlandırılıyor, yoksul ve lümpen oldukları, orta alt sınıftan geldikleri, anaakım değerlere yaptıkları atıflarla “sağcı” oldukları söyleniyor diyelim. Benzer yorumları ben de yaptım, yapmadım değil, “Karanfil’in Kekoları” da dedim anlatırken, “06 Ankara” da…Derin İç Anadolu, meydanda avaz avaz ve “gerçeküstü” dolanıyordu işte “yaprağım”

Malum, ergenlik, yalpalayan ve sivilceli olan acayip bir şeydir, kendinizi değersiz, gadre uğramış gibi hissedersiniz, herkes (ki herkes gamsız ve hissizdir) size bakıyor-sizi seyrediyor gibidir, spotlar üstünüzdedir, otursanız oturmanız, yürüseniz yürümeniz batar millete… Sıkıntı büyüktür, sığamazsınız, “amk anlamıyorlardır”, “amk linçleneceğim”, şu bu içinizde bir titrek konuşur…Bir eşik vardır, onu aşsanız sanki her şey bambaşka olacaktır…Ne ki, nasıl aşacağınızı da bilemezsiniz...

O gece o yürüyüşe cadde üzerindeki apartmanlardan ve çevreden yoğun ve sahici bir ilgi gösterildi, alkışlayanlar, tencere çalanlar, müzik açanlar, trafikte bekleyen arabaların kornaları filan… Aventüriye bir neşe ve hak verilen bir öfke desteği diyelim … “Ben bu dünyaya yanlış geldim” diyen o çocuklar, bu kadarını beklemiyorlardı, onaylandıklarını hissettiler. Gece bir başka ışıldadı, oksijen arttı, yürüyüşleri ve sesleri değişti…

Ertesi gün, bana öyle geliyor, daha kararlı ve olgun uyandılar, şimdi bilmiyorlar, ileride anlayacaklar, “hangi resmime baksam ben değilim” diyecekleri bi şeyler kıpırdadı içlerinde. Dışarda yağmur yağadursun…

Perşembe, Nisan 03, 2025

Yoğun kavrulmuş

Radyo'da bir reklam duydum, işte "Ankara'nın yerli ve milli markası" diyordu, "lann!" diyerek tuttum kendimi, gerçekten başım döndü, kim-kime-neyin pozunu yapıyordu, yerli ve milli olmanın şehirle ilgisi neydi, cidden çıldırtıcı bir ahmaklık bu...  Üstelik, bu kostaklanma kimseye ahmaklık gibi gelmiyor, çünkü, bu marka kime oy verdiğini söylüyor aslında..."Ürünlerimizde domuz yağı kullanılmamaktadır" gibi bir açıklama hatta...

Çeyrek asır oldu, hep anlatırım, ben asistanken, Gazi'de ülkücüler sırf saçlarına jöle sürdükleri için yaşıtları olan erkekleri pataklıyor, "ibne misin?", "Türk değil misin?" filan coşkusuyla kantin dayağı atıyorlardı. Çok değil, üç dört yıl sonra bir baktık, hepsi jöle sürmeye başladı, böyle bir dert kalmadı, dayak yiyenler yedikleriyle kaldılar.

Kahveciler yaygınlaşırken, aynı sağcılar diyelim, ısrarla çay içiyor ve oralara müşteri olanları "gayri-milli" olmakla suçluyordu. Biliyorsunuz, çay içme kampanyaları oldu ve yalnızca rakıya biraya karşı yapılmadı... Kahve dükkanları emperyalizmle özdeşleştiriliyordu falan... "Latte" içme kuyruğunu görünce aklıma jöle süren Ülkücüler geldi. 

Laf uzamasın, o yıllarda İslamcıların yumuşak içimli ve mutlaka yoğun kavrulmuş ( isteğe bağlı olarak kremamsı ve aromalı tatlandırılan) "yerli ve milli" esprileri berhava oldu be Mıstık abi...  

Salı, Nisan 01, 2025

Ufak ufak

Bloga geri döndüğümü, ufak ufak da olsa bir şeyler yazacağımı-paylaşacağımı duyurayım... Hayat, bir süredir benim için her bakımdan karışıktı, ekonomik kriz, piyasa daralması, türlü muğlaklıklar, çalışamama ve sağlığım falan filan...Üstüne ülke de karıştı bir kere daha... 

Ne ki, bir parça toparladım diyelim, senaryo yazıyorum, okuyorum ve seyrediyorum, kendimi de biliyorum, yazarak iyileşenlerdenim... 

E burası,  medium olarak bloglar popülerliğini yitirse de yirmi yıldır uğraşıyorum, bir tür günlüğüm... Devam edeyim, geri döneyim dedim, gittiği yere kadar artık...

Pazartesi, Şubat 17, 2025

Duyurulur...


Bloga bir süreliğine ara veriyorum... İş yoğunluğum, özel hayatım ve sağlık dertlerim şu bu derken, burayı epeydir boşlamıştım, en doğrusu bir "mola" vermek gibi hissediyorum. Bu kadar yıldır okuyanlara, takip edenlere içten teşekkür ederim... Şimdilik hoşçakalın!

Görsel, blogun ilk yıllarından, o naiflikte...

Yine de be cınım


 

Pazar, Şubat 16, 2025

Kalbim Duracakmış Gibi


Kalbim Duracakmış Gibi'nin ilginç ve popüler hikayelere göre zor bir konusu var. Üniversite öğrencisi bir genç, yaşlı teyzeleriyle yaşayan iki genç kadının evine oda kiracısı olarak giriyor ve haliyle kızların ikisi de ona aşık oluyor. Zor dediğim bu, iki arkadaş hadi olur, melodram klişesidir ama iki kardeş külfetlidir. Bi de aynı evde üç kadın bir erkek, konu komşu ne der Sevim...

Abla daha en baştan delikanlıya göz koyuyor, evlenmek istiyor, küçüğü ise ablasının meylini sineye çekiyor. Esas oğlan ise küçüğe gönlünü kaptırıyor filan. Hikaye açısından bu çatışma yeterli görülmüş, ne anlatmalı bahsi ise fasılasız ve rabıtasız geçiştirilmiş. Oğlumuz, küçük kardeşi kıskandırmak için büyüğüyle nişanlanıyor, sonra "yeter artık çık odamdan" filan diyerek onu kovuyor, o niye oldu, bu niye oldu, çok anlayamıyoruz. Sonra küçük kardeşle evlenmek isteyen ve kabul görmeyen bir başka erkek, bizim kiracıyı gösterip, niyeyse artık, bu çocuk seni seviyor filan diyor, onlar da o gazla sarılıp vuslata eriyorlar. Abla ne oldu bilmiyoruz, olup bitenler yaşlı teyzenin kalbine vurdu mu onu da öğrenemiyoruz... 

Maksadım, kötü bir hikayeyi sarakaya almak değil. Ortada bir vasat var ve bu vasat, çok satıyor. Nesi ilginç gelmiş de satmış veya ilgi görmüş onu merak ederek bakıyorum. Sahneler var, aşkın açığa çıkması, kucaklaşma, birdenbire ortaya çıkan ayrılık, fedakarlık, tereddüt, telaş ve endişe filan... Tek tek bir şeyler. Bu sahneler nasıl yetebilir ki? Yetmiş ama...

Çünkü fotoromanın yayıncısı ve dağıtım şirketi sahibi Hürriyet gazetesi, bu kitapları çok basıyor, her yere dağıtıyor, fiyatı ucuz ve arkasını getiriyor... Arka kapaktaki gelecek sayı duyurusunda Muazzez Tahsin Berkant'tan bir uyarlama yapılacağı yazılmış mesela. Yatırım yapılmış, para harcanmış, devamlılık kurulmuş. Popüler olmak için her zaman iyi hikayeye, ünlü isimlere gerek var diyemem, asıl hayati olan o dağıtım ağının parçası olmak. Orada olursanız, o devamlılıkla popüler olmamanız, satmamanız çok zor. 

Çok izlenen televizyon kanalında prime time saatlerinde dizi olmak gibi... diyemem çünkü daha fazlası. Herhangi bir yayıncı, fotoroman yayımlamak istese, Hürriyet'le dağıtım için anlaşmak zorunda, onun izniyle dağıtım ağına giriyor ve haksız bir rekabetle varolmaya çalışıyor, ne kadar yeterse artık... 

Gazete-dergi tarihimizin en çok satan yayınlarının Simavi kardeşler tarafından çıkartılması tesadüf değil... 

Cumartesi, Şubat 15, 2025

Ot


Kadın "nasılsın" diye sordu, uzun zaman önce karşılaşmışlar ama hiç konuşmamışlardı. Adam, esprili olduğunu düşündüğü bir jestle başını öne eğerek, "ot gibiyim" dedi, "kimse koparmıyor ama beni". Kadın gülümseyerek  "Tabucchi" dedi adama. Işıl ışıl baktılar yüzlerine, gözlerine, ellerine. 

Tütün kokuyordu gece, hafif nemli bir serinlikle. 

Öyle hatırlayacaklardı. Çimlere yayılmış gençlerin neşeli ergen sesleri, araba gürültüleri, havlayıp duran köpekler karanlığın içinde azalıp çoğalıyordu.

O kadın ve o adam, bir daha konuşmadılar ve yıllar yıllar boyunca hiç karşılaşmasalar da birbirlerini hiç unutmadılar.

Cuma, Şubat 14, 2025

Halidanım

Selanikli kızı, Mevlevi torunu. Üsküdar Amerikanlı. Hocasına âşık olan kadın. Aldatılan ve meydan okuyarak boşanan kadın. İttihatçı ve modern. Kız mektepleri müfettişi. Yunan, İzmir’e girdiğinde Sultanahmet’te konuşan kadın. Milletin bacısı. Ateşten gömlek. Başçavuş. Paşa’nın yanındaki ve karşısındaki kadın. Gönüllü sürgün, Terakkiperver muhalifi. Kolombiya’da Türk Tarihi dersi. Sinekli Bakkal’ın merak edilen müellifi. Türk oryantalizmi, Peregrini, Rabia’ya âşık oluyor. Hacı Fettah’ın yazarı, vurun yobaza! Türkiye, Batı’ya bakıyor, Batı bizi anlamıyor. Conflict of East and West. Türkçenin Halide Hanım’ı. Küçücük, büyük kadın.

Perşembe, Şubat 13, 2025

Cringe

Aralıklarla duyuyor olabilirsiniz, "Cringe" kültüründen söz ediliyor. Nasıl gelişti bilmiyorum, Türkçede “bir başkası yerine utanmak” filan demişiz ama niteleme globalleştiği için bizde  artık daha yoğun kullanılıyor. Cringe, insanın gördüğü ya da duyduğu şeyden utanarak mecazen büzüşmesi, yüz ekşitmesi, “ayy” diyerek bir başkası adına mahcubiyet duyması olarak tanımlanabilir.

Kavram aslına bakarsanız son on yıldır popülerleşti, çeşitli internet platformlarında “Cringe compilation” adı altında toplanan kısa videolarla yaygınlaştı diyelim. İnsanların utanç verici halleri çok sık paylaşılmaya başladı demek daha doğru. Genellikle başarılı insanların hayat hikayeleri ya da motivasyon sırlarının merak edildiği düşünülür. Oysa anlaşıldı ki başarısızlık daha çok merak ediliyor, “sıçış hikayeleri” daha çok konuşuluyor. Cringe tam da bu noktada devreye girdi, insanların yapaylıkları, utanılası halleri, sıçmaları, saçmalamaları, yetersiz olmaları, onları seyredenlerin daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Cringeworthy denilen kötü oyunculuklar, anlamsız özgüven, taklitler, utanç verici gösteriler, garip danslar çeşitli biçimlerde seyirlik bir eğlence aracına dönüştü.

Eskiden, en azından benim gençliğimde “salaklığın teşhiri” derdik, genellikle sağcıların yapay yükselişleri, büyüklenmeleri, teatral şairanelikleriyle, içi boş özgüvenleriyle gırgır geçerdik. Bir tür ergen öfkesi ve küçümsemesi içerirdi, okur yazar orta sınıftan aşağıya doğru bir tür “cehalet” eleştirisi olarak okunabilirdi yaptıklarımız. Sonra anti medya filan başka bir şey oldu, salaklığı teşhir solculuk bile sanılmaya başlandı. Halbuki oradan anca ergen hallenmesi ve besili kolejli kıkırdaması çıkar, o da çıkarsa…

Cringe o kadar yayınlaştı ki “This is so cringe” deyişi global popüler kültüre dahil oldu. İnsanlar eski yazılarını ya da fotoğraflarını görünce daha en baştan (bir önlem alır gibi) bu çok krinç demeye başladılar.  Bu özürcü (apolejetik ) savunma herkesi etkileyen bir ruh haline dönüştü. Epey zaman oluyor, 14-21 arasında bir grup genç erkekle epey zaman geçirmiştim, fark ettim ki internette linçlenmekten alenen korkuyorlardı, orada “konuşabilmek” için bir eşik vardı ve eşiği henüz geçememişlerdi, kendi isimleriyle konuşamıyorlardı. Hata yapmaktan korkuyorlardı aslında…

Cringe bu kadar çok konuşulunca rezil olma korkusunu aşmaya yönelik bir ara niteleme de üretildi, “ciringe but free” ya da “but based” deniyor buna, Türkçesi “boktan olabilir ama samimiyim-sahiciyim” önkabulü ve umursamazlığı… Benim şarkım, benim fikrim, benim yayınımın riskini azaltacak bir tür özürcülük daha… Cringe kültürüne yönelik tepkiler yine aynı dönemlerde çıktı, insanların utanmadan paylaşım yapabilmesini savunan görüşler, siz de şahit olmuşsunuzdur, genellikle tiktok kullanıcıları tarafından başlatıldı. Onlara yönelik aşağılama ve tezyifi, doğallıkla, samimiyet ve yerlilikle karşıladılar. Kendileri  o yolla savundular. Bir iki gün önce özürle ilgili yazmıştım, burada gelişen özürcülük, tahkirden kurtulmak ve hoşgörülmek isteyen bir özür… Ortaanadolu ağzıyla söylersem, “kusura kalman, durumumuz yok” diyerek beklentiyi düşüren bir özür…

Global popüler kültürde cringe kültürünün öldüğü, sıradan insanların dünyayı demokratikleştirdiği, içinden geldiği gibi davrandığı ve konuştuğu, kimseye hesap vermek zorunda kalmadığı falan filan söyleniyor…ama ortada bitme filan yok… Cringe, sosyal medyadaki nefret kültürünün ve onunla ilişkili linçleyici saldırganlığın doğal parçası olduğu için etki-tepki bağlamında çook yaşayacak bir şimdiki zaman kavramı…

Çarşamba, Şubat 12, 2025

Köpeği olacak

Çizgi: Berat Pekmezci

Bir ki üç deneme


İki gün önce sosyal medya hesaplarımdan birinde kendimce küçük bir deneme yaptım, onu anlatacağım... Grip geçiriyorum, o gün de yataktan çıkamamışım... Hastalığın sıkıntısıyla bir süredir kurcaladığım ai işlerine devam ettim, yaptığım da şu: yapay zeka programları yardımıyla üçer dörder saniyelik canlandırmalar çıkardım, popüler algılar var, işte öpüşme kurgusu var, sarılma sekansı filan... Sevgililer için hazırlanmış tatlı tuzaklar...

Ben onları kullanarak, gotik bir klip yaptım, o videolardan oluşan bir şey hazırladım ve hesaplarımdan birinin hikaye kısmında paylaştım... Bir saat sonunda da sildim... Tabii ki çok çok ilgi gördü, o sürede görenler varsa benden beklemedikleri için şaşırmış olabilirler. Çünkü şöyle şeyler yaptım. Gotik karakterli çizimlerden seçimler yaparak abartılı bir biçimde estetize edilmiş kadınlarla "öpüştüm" ya da onlara "sarıldım". Aslında paylaşırken bile kabul görmeyebilir diyordum ama yapay zeka, çizgiyle ilgili "çıplaklıkta" daha sakin ve mesafeli davranıyor. Sanat algısında bir esneklik var, global popüler kültürün kodlarında da böyle bir tutum var aslında...

Ne ki erotik olduğunu düşündüğü bir klibi hemen kapak sayfası yaptı. Onu öne çıkarttı. Benim hikayemi görenler etine dolgun bir kadınla beni gördüler o yüzden... Yanlış anlaşılmasın, ürettiğim ya da paylaştığım kliple ilgili bir gerginliğim olmadı... Nasıl karşılanacağını görmek istedim, şöyle söyleyeyim, hikaye paylaştığımda bir gün içinde ulaştığım en yüksek izlenme oranına kırk beş dakikada ulaşıldı... Mesele sadece erotizmin kıyısında filan olmak değildi, benim bir abi, hoca ya da "yazar" olarak başka bir portre çizmemle, yani cringe kültürü ile ilgili de bir yönü oldu. Klip, hasta yatağımda ateşli aklımın oyuncağı oldu. Cringe ile ilgili ayrıca yazacağım.

Merak edenler olabilir, yaptığım kliplerden birini yukarıda paylaştım.

Salı, Şubat 11, 2025

Yapay zeka ve bana dair bir yorum

Yaşadığımız dönemin en önemli keşfi olduğu için yapay zeka işlerini konuşup duruyoruz. Çevremdeki akademisyen arkadaşlarım chatgpt gibi programlarda kendilerini sormuşlar, haliyle ben de merak ettim. Önce “kim bu arkadaş” diye sordum, Wikipedia temelli biyografik bilgiler verdi. Tarzımı sorunca aşağıdaki metni paylaştı. Ansiklopedik bir ağırlığı olduğu için yorum, doğrudur eksiktir bilmiyorum ama bunu kim yazmış, nerden derlemişler merak ettim. Paylaşıyorum.

"Levent Cantek'in tarzı, genellikle toplumsal gözlemler, tarihsel arka planlar ve karakter derinliğiyle öne çıkan bir anlatıya dayanır. Yazdığı çizgi romanlar, grafik romanlar ve senaryolar, hem popüler kültür ögelerini hem de siyasi ve sosyolojik temaları bir araya getirir. Tarzını şu başlıklar altında özetleyebiliriz: Hikâyelerinde genellikle büyük şehirlerin sert gerçekleriyle taşranın durağan hayatı arasında sıkışmış karakterler yer alır. "Bozkır" ve "Emanet Şehir" gibi eserlerinde, Anadolu'daki taşra yaşamının karanlık ve melankolik yönlerini başarılı bir şekilde işler. Tarihsel ve toplumsal bir arka plan oluşturmaya özen gösterir. "Yeşilçam" dizisi, Türkiye'nin sinema sektörünü ve toplumsal değişimlerini bir araya getirirken, "Cumhuriyetin Büluğ Çağı" gibi çalışmaları, modern Türkiye'nin kültürel dönüşümünü ele alır. Çizgi roman çalışmalarında da 1970'ler, 80'ler ve 90'lar gibi belirli dönemlere dair güçlü referanslar bulunur. Sert ve gerçekçi bir anlatım dili vardır. Polisiye, suç ve kara film (noir) ögeleriyle beslenen hikâyeler anlatır. "Bozkır" dizisinde, kasvetli ve psikolojik derinliği olan bir anlatım tercih etmesi bu yönünü açıkça gösterir. Karakterleri genellikle kusurlu, çatışmalarla dolu ve gerçekçidir. Çizgi roman kültürüne yakınlığıya tanınır. Çizgi roman ve grafik roman anlatısında, görselliğin gücünü metinle birleştirerek atmosfer yaratmada ustadır. Hikâyelerinde hüzünlü, melankolik karakterler ön plandadır ama mizahi bir dil de kullanır. Özellikle alt sınıflara, kaybedenlere ve yalnızlara dair bakışı sert olduğu kadar ironiktir. Eski Türk filmlerinden, Yeşilçam melodramlarından ve kara film geleneğinden etkilenmiştir. Genel olarak, Levent Cantek’in tarzı; kentli taşra çatışmasını, sert gerçekçiliği, toplumsal tarih anlatısını ve sinema-referanslı hikâye anlatıcılığını harmanlayan, çarpıcı ve etkileyici bir üsluba sahiptir. Özellikle çizgi roman ve televizyon senaryolarında, derin karakter analizleri ve güçlü atmosfer yaratma yeteneği ile öne çıkar."

Pazar, Şubat 09, 2025

Helal Olsun!

Geçtiğimiz günlerde özür dilemek üzerine yazmıştım. Asıl meselem o değildi belki ama bizde güçlü bir özür geleneği olmadığını düşündüğümü belirtmiştim. Bu yazıya gelen tepkilerde haklı olarak “helalleşme” hatırlatıldı. Helalleşmeyi bir tür özür dileme saymak mümkün ama ahlaki ve dinsel vurgularıyla farklı bir yerde duruyor. Dahası, özrün temelini oluşturan pişmanlığı içermiyor gibi. En azından bana bağlamları farklı geliyor.

Biliyorsunuz, genellikle ölüm döşeğinde, ayrılık ya da vedalaşma anlarında helallik istenir. “Hakkını helal et” diyen kişi, geçmişin hesaplarını kapatmak ister. “Üç günlük dünya” deriz, “gelip geçiyoruz, büyütmeyelim, uzatmadan kavilleşelim” denir. Özür ise daha farklıdır; pişmanlıkla gelir, kabullenmeyle başlar, olmuş bitmiş bir hatanın itirafıdır.

Helalleşme, İslam ve Doğu toplumlarına özgü, özür dilemekse evrensel bir anlam taşıyor gibi geliyor bana. Galiba bu yüzden içinde yaşadığımız kültürel yarılmanın bir sonucu olarak, sağcılarımız pek özür dilemiyor, her defasında helallik istiyor. Özür ve helallik aynı cümle içinde pek yan yana gelmiyor. “Bir haksızlık yaptıysam özür dilerim, hakkını helal et” dendiğini duymamışsınızdır. Sanki bunun yerine, “Kusura bakma…” ile başlayan cümleler geliyor; “hakkın geçtiyse affet”, “bilmeden bir kusur ettiysem bağışla”… Cevaplar da duruma özgüdür: “Helal olsun”, “lafı bile olmaz”, “başım üstüne”… Sonunda tokalaşılır, sarılınır, erkeklerse omuzları mutlaka patpatlar.

Birine “hakkını helal et” dediğinde, insanların mırın kırın ettiğini “etmiyorum” dediğini duymadım. Özellikle cenaze namazlarında… İmamın “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sorduğu anlarda bu yaşıma kadar bir aksini görmedim. Çocukken, merhum ya da merhumenin tabuttan mücella bir duman gibi yükselip cemaate, muvahhiş bir edayla “Benden yana hakkınız varsa helal edin” dediğini hayal ederdim. Haliyle korkardım o hayalimden. Sonra “Helal olsun” diyenleri düşünüp kendi kendime gülerdim: İsterse demesinler…

Bu korku kadimdir ve hep vardır. Ölmeden, öbür dünyaya geçmeden günahlardan arınmak istiyoruz. Kul hakkı yemek büyük günah çünkü; helallik alınmadığı sürece Allah’ın da o hakkı affetmeyeceğine inanıyoruz. İnsanlar bu yüzden helallik istiyor, titriyor-çırpınıyor.

Aslında bu korku sadece İslam’a özgü değil. Bütün dinlerde, hatta yükselen yeni dinsel öğretilerde bile benzer bir endişe düzlemi var. Bu dünyayı iyi yaşamayan, suçlu ya da borçlu olanlar, bir sonraki hayatta cezalandırılırlar. İyi ve kötü eylemlerimizin bizi aşan bir hesabı olduğuna inanıyoruz, ya da bunun bir versiyonuna inanıyoruz.

Hazreti Adem, cennetten kovulduğunda kabahatliydi. O da af dilemek, özür dilemek istiyordu. "Vicdan, dinden önce vardı" derler ya… İşte o hikâye de ta buralarda başlıyor.  

Cumartesi, Şubat 08, 2025

Renkler

Ümit'in (Bektaş) çektiği bir fotoğraf, Şavşat'tan (Artvin) bir köy odası. Üç erkek, sedire yayılmış sohbet ediyorlar ya da o havada bir poz vermişler... Fotoğrafı ilginç kılan renkleri... Erkeklerin hemen arkasındakiler kuruması için serilmiş çamaşır da olabilir, soğuk ve rutubete karşı alınmış bir önlem de... 

Renklerle ilgili fotoğrafın iki kontrastı var; birincisi, erkeklerin kıyafetleriyle fondaki çarşaf, nevresim, bez ve poplinin renk ve desen farklılığı... ikinci kontrast ise aynı farklılığı içerisi-dışarısı olarak  okuyabilmemiz. İçerisi daha renkli, dışarısı daha ciddi ve koyu... yani ilki kadınlara ait ve kadınsı, diğeri erkeklere ait ve erkeksi...

Arada yazarım, Aziz Nesin siyah, gri, kahverengi gibi renkler dışında kıyafetler giymez, çocuklarına da kadınsı bulduğu için giydirmezmiş... "Erkeği bozar" gibi bir mantığı olmalı. Eşcinsel sanılabilir, bir işaret olarak görülebilir, yanlış anlamalara sebep olabilir diye düşünürmüş veya...

Türki devletlere gidenlerle konuşursanız, hemen hepsi anlatabilir, ahali, Türkiye'den geldiğinizi görür görmez anlıyormuş. Kılık, kıyafet ve renk seçimlerimiz onlardan farklıymış. Bir arkadaşım, yirmi yıl önceki Türkiye gibi giyiniyorlar demiş, bir başkası hep siyah giyiniyorlar yorumu yapmıştı. Üniversitede çalıştığım yıllarda, epeyce Türki öğrenci vardı, yanıma gelip giden, benden okumak için roman olan çocukları düşünüyorum da hepsi, kumaş pantolonlu, gömlekli, gri ya da mat renkliydi. Seçimler sadece yoksullukla ilgili değildi, zihniyetle alakalıydı. 

Totaliter rejimler tek renk üzerinden kendilerini kurarlar, e biliyorsunuz, lgbt bayrağı meydan okuyarak ve bile isteye çok renklidir...Çok saçma olduğu aşikar da bu klişeleri aşmak kolay değil... Arada portakal renkli tişört giydiğimde dikkat çektiğimi ve daha çok insanın bana baktığını biliyorum, gay sanılıyor olabilirim, Hollanda'da olsam, milliyetçi sayılırdım muhtemelen... 

İdeolojinin işleyişi gereği, siyasi iktidarlar gündelik hayatı tanzim etmeye çalışır, muhalifler de direnirler, bitimsiz bir mücadele... Renkler de payına düşeni alıyor... 

Cuma, Şubat 07, 2025

Komşumun halleri

O yıllarda evliyim, ona göre hesap ediyorum, en az sekiz yıl olmuştur, bir yaz akşamı balkonda eski eşim ve oğlumla oturuyoruz, yan binada yaşayan benden en az yirmi yaş büyük bir kadın telaşlı ve nefes nefese bir halde dışarı çıkıp dolanmaya başladı, apartmandan birilerini arıyor, kimseyi bulamıyordu. Tuhaf bir durum olduğunu anladık, aramızda konuştuk ve ben (içimdeki çizgi roman kahramanı sesiyle) "yardımcı olabileceğim bir şey var mı" diye sordum-seslendim. 

Meğerse bir hırsız olabileceği şüphesiyle evine giremiyormuş, dairesinden çıkarken ışıklar kapalıymış, geldiğinde açıkmış filan... "Evham yapıyor olabilirim" diyor ama  neredeyse titriyor, o aşağıda biz balkondayız, yardımcı olabilmek adına "isterseniz ben eve girebilirim, birlikte kontrol ederiz" diye bir şey önerdim.

Öyle de yaptım, aşağı indim, anahtarı alıp daireden içeri girdim, odalara baktım, bir şey yoktu, sonra onu çağırdım, kontrol etmesini bekledim ve evden ayrıldım. Hayat kolay değil, evham, endişe, anksiyete, sıkıntı her hamlemizde bizi zorlayabiliyor. Önemli bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. 

Benim için ilginç olan bundan sonrası...

Bu teyzeyle bir biçimde komşuyduk ve doğal olarak karşılaşıyorduk. O geceden sonra sayısız kez yan yana, yüz yüze, karşı karşıya gelmişizdir, bir kere olsun bana selam vermedi, selamı geçtim, yüzüme bakmadı, bütünüyle ben yokmuşum, sanki bir görünmezmişim gibi geçip gitti yanımdan. 

Önceleri şaşırmıştım, sonra giderek meraklanmaya başladım, bir biçimde kendisine yardımcı olmuş birisine insan bir merhaba der, bir tebessüm eder gibi geliyordu bana... Galiba diyorum, bana ve dış dünyaya karşı bir zaaf gösterdiği için kendini suçluyor ve benden (bizlerden) utanıyordu... Belki, kendisiyle alay ettiğimizi ve küçük gördüğümüzü düşünüyor, o evhamını unutmak istiyordu falan filan... Aklından ne geçtiğini bilemiyorum.

Bu hissi daha sonra çok düşünmeye başladım, biliyorsunuz çeşitli savunma mekanizmaları var, insanlar kendilerini rahatsız eden hisleri (ve ona bağlı hatıraları) bilinçaltına itebiliyorlar, bu yüzden benden uzak duruyor olabilir, belki bana minnettar kalması gerektiğini düşünüyor ve borçluluk hissi onu rahatsız ediyor. Hiç bilmiyordum, “Indebtedness Theory” diye bir şey varmış, insanlar başkalarına minnet duymayı istemiyor ve borçlu hissettikleri insanlardan bile isteye uzaklaşıyorlarmış. Terapist bir arkadaşım, evham yaptığını ve abarttığını düşünerek “utanmış” ve kendince durumu rasyonalize etmiştir demişti. Mealen yazıyorum, bilişsel uyumsuzluktan söz etti. Yalnız yaşayan annem, bu hikayeyi dinlendiğinde yalnızlıktan içine kapanmış, nasıl teşekkür edeceğini bilemez olmuştur diyerek beni kederlendirdi. Sosyal anksiyete ve buna bağlı kapanmadan söz ediyordu aslında.

Şunu düşündüm hep, acaba evine giderken bizim evin balkonuna bakabiliyor mudur? Sahiden değerli, ikisi de benden yaşça büyük iki “arkadaşım” bir gün manen şiddetli bir kavga ettiler. İkisiyle de konuşuyorum, biri diğerinin sıklıkla uğradığı kahvenin olduğu sokaktan geçemiyor, oradan biliyorum. Hayat zor derken, yapıp ettiklerimizi katmadan söylüyoruz bunu… Haa zor...

Çarşamba, Şubat 05, 2025

Faydalı Bilgiler Ansiklopedisi 6


Resim, 1984 yılından, New York'tan, anlamışsınızdır, kentsel dönüşüme karşı çıkan bir ev sahibi, hoşnutsuzluğunu göstermek için bir pankart açmış, arsa simsarlarının uzak durmalarını istiyor.

Her büyüyen şehir, aşağı yukarı, elli yılda bir bu türden dönüşümler geçirir. Binalar yaşlanır, can güvenliğini tehlikeye düşürecek bir deformasyona uğrar vs... Veya bunlar bahane edilerek, aynı araziler yeniden alınır satılır, binalar yıkılır yeniden yapılır, birileri kazanır birileri kaybeder...

Kentsel dönüşüm, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklı yaşanıyor.

Ben resimdeki protestoyla ilgileneceğim. Biz "yıkmayın, uzak durun", "simsar", "yıktırmayız" demeye ne zaman başladık mesela...


1957 yılından bir Akbaba kapağı, yaşlı çiftin beybabası, bekçiye turşucuyu soruyor, "nereye gitti acaba?". Bekçi cevaplıyor, "imara gitti"


1958 yılından, çadırda yaşayan aile neşeleniyor: o yıl "istimlak olmayacakmış", yaşasın!


Bu da 1959'dan... Yaramaz velet, evin duvarına yıkılacak manasında dozer resmi çizmiş, ev sahibi oğlanı kovalıyor vs...

Üç kapakta da endişe var, kabullenme var ama açık biçimde niye yıkıldığını sorgulayan bir eleştiri yok...

1957-58 yılları İstanbul ve Ankara'da, evlerin yıkıldığı, caddelerin genişlediği, şehrin başkalaştığı, apartmanların çoğaldığı yıllar...O yılların yıkım hikayelerini dinlerseniz, insanlardab, özellikle yıkılan teneke mahallelerin, eski ve ahşap evlerin sakinlerinden en çok "ucuza" gitme şikayetleri duyuyorsunuz. İstimlak parasının azlığı, yeniden açılan davalar, itirazlar, üç kuruşa sokakta kaldık demeler vs vs...Gerisi, nostalji...Ah ne güzel komşulardık!

Protesto ve yıkıma yönelik isyan, 70'li yıllara kadar pek yok...Hiç yok demiyorum, mesela Sulukule 1950'li yılların sonundan itibaren boşaltılmak istiyor. Çingene mahallesi direniyor, kabullenmiyor...Fatsa'ya Gürcü direnişi dersek azımsamış mı oluruz? Oluruz ama bu farklılığı hesap etmemek saçma olur...Sulukule, Çingene mahallesi olmasa dayanabilir miydi, ben emin değilim. Yine 1957-58 aralığında Ankara'nın en eski mahallelerinden biri olan Hacettepe bu yıkıma dayanamıyor misal... O kadar kavgacılar, o kadar kabadayıları var, o kadar mahalle kültürleri var, yapamıyorlar işte...Karar alınıyor, 27 Mayıs sonrasında da yürürlüğe konuyor...Mahalle yıkılıp üzerine hastane yapılıyor. Oysa, hastane için yer mi yok Ankara'da...


Kapak 1957 yılından. Apartmanın yanındaki eski ev yıkılmamış. İki kulağı kesik, şans talih artık neyse, sırıtarak, yıkılmamayı konuşuyorlar: "Adnan Ağabey" geçmedi mi bu sokaktan? Aslında çok anlaşılır değil, kapaktaki espride "gözden kaçma" mı yoksa "tophaneli külhanların kollandığı" mı vurgulanıyor belirsiz. [Akbaba, lümpenleri, sokaktaki adamı hiç sevmez çünkü.]

İlginç olan, bu evler yıkıldığında kimin para kazandığına ilişkin bir eleştirinin olmaması...

Yeşilçam, gecekondu mahallelerine göz koyan Müteahhit tiplemesini çok sevmişti... Pürosunu tüttüren, viski içen, şımarık çocuklar yetiştiren fabrikatörler 27 Mayıs öncesinde yok muydu? Vardı ama onları Yahudi olarak resmediyordu popüler kültürümüz. 

Türk işadamlarına ve müteahhit olarak devlete ses etmeyi istememeşiz...

Veya "daha iyi eve çıkmak", "sınıf atlamak", "daire sahibi olmak" Türklerin hoşuna gidiyor...Eskisi yıkılsın yenisi yapılsın derken bir sorun görmüyorlar, kimse mutsuz değil...

Simsar, yine simsar ama bizimle paylaşırsa, ecicik bize de koklatırsa Vallaha billaha mesele yok galiba...

Salı, Şubat 04, 2025

Özür ve Telafi Gayreti

Hafta sonu değişik bir şey oldu, bir arkadaşım telefonla aradı, öyle çok yakın bir arkadaşım da değil, ortak arkadaşlarımız olan, iş için biraraya geldiğim biri… Çok çok az görüştüğüm biri… Özür dilemek için aramış beni… İster istemez şaşırdım. Cidden yirmi yıl önce filan, bana haksızlık etmiş, küstahlık yapmış ve saire… Doğrusu hatırlamıyordum, bir de çocuk küslüğüm vardır benim, o denli yoğunlaşamıyorum, aklımda tutamıyorum. Hatırlamıyorum diyemedim ama hiç önemli değil filan yaptım. O da benim bunu büyütmeyeceğimi, çok üzerinde durmayacağımı bildiğini söyledi. Kendimle ilgili bir durum diye ekledi.

Üstelemedim, konuyu değiştirip, sohbet açtım. Aradan yirmi yıl geçmiş, aklı orada kalmış,  önemli bir hesaplaşma yaşıyormuş gibi geldi bana. Büyük laflar etmek istemem ama belki de geçmişte yaptığı hataları telafi etme ihtiyacı hissetti. Benim için önemsiz olan bir şey, onun içinde hatırı sayılır bir yük olmuştu… 

İnsanlar geçmişe baktıklarında yaşarken fark etmedikleri ya da önemsemedikleri şeyleri farklı bir gözle görebiliyorlar. Hayat kolay değil, hepimiz az ya da çok zorlanıyoruz. Hatalar yapıyoruz, özrü hakediyoruz şu bu... İnsanlar genellikle durumu idare etmek ve karşısındaki insanı sakinleştirmek için özür dilerler., 

Biliyorsunuz, özür esasen, onarmaya yarar, suçluluk duygusunu hafifletir, mağdura saygı gösterilmesini sağlar, sosyal psikolojide özrün toplumsal denge için önemli olduğu anlatılır durur.

Bizim özür dilemekle ilgili güçlü bir geleneğimiz yok, oysa bu doğrudan doğruya vicdan ile ilgili bir  hesaplaşma demek. Hatamızın kabulüyle başlayıp bizi sorumluluk almaya zorladığı için bir tür duygusal samimiyet göstermemiz gerekiyor. Eğer mümkünse telafi önerisi yapmamız icap ediyor filan…Aristoteles, özür ile telafiyi hep birarada düşünür. Kant, özür dilemenin ahlaki bir yükümlülük olduğunu anlatır. Arendt, sersemliğimizin farkında olduğundan affetme ve özür dilemenin insanı geliştirdiğini tatlı tatlı anlatır. Yük atmak gibidir bu onun için, geçmişten sıyırılıp yeniden başlayabilmeyi sağlar.  

Doktora yaparken, bir hocamız, öğrencisini azarlamayı büyük bir gösteriye dönüştürür ve meseleyi uzattıkça uzatırdı. Çok bildiğim bir şey değil ama galiba Derrida’ya göre sahici bir özür, karşı taraftan bir yanıt beklemeden, ondan gelecek cevabı hesap etmeden verilmelidir. Hocamız da hata yapan birinin herkesin önünde samimi bir biçimde özür dilemesini şart koşuyordu. Enikonu abartıyor, bence saçmalıyordu. O Derrida dedikçe Derrida’ya küfretmiştim.

Başa döneyim, arkadaşım, niye özür dilemek istedi, bunca yıl sonra beni niye arayıp buldu bilmiyorum, umarım rahatlamıştır. Yazıyı özrünüz ve telafi gayretiniz eksilmesin efenim demek için yazdım… Son cümleyi "amca" edasıyla söylemiş sayın lütfen...

Pazartesi, Şubat 03, 2025

Sevelim

Fırsat kollayanları,

Volkanlıları,

umurunda mı dünya dedirtenleri,

büyük yelkenlileri,

westernleri, Bernet'i,

akıllı kapakları,

hahayt zamanlarını,

rekor için topluca delirenleri,

mahalle hikâyelerini,

iyi ki varlar dediğim fotoğrafçıları, Robert Doisneau'yu,

zoom in! detayları,

manyak kovalamacaları,
sinemayı,
 ve çizgi romanları seviyorum. Aslını unutan bizden değildir Batman, kedilerden uzak dur!

Pazar, Şubat 02, 2025

Marianne Faithfull
















Marianne Faithfull ölmüş, ben büyürken az çok bilirdim ama geçtiğimiz on yıl içinde global popüler kültürde bir gençlik arketipi olarak o kadar çok karşıma çıktı ki şaşırmaya başladım. İstisnasız herkes onu yirmili yaşlarıyla hatırlamak istiyordu. Ünlü erkeklerin peşinden koştuğu, masum ve çekici bir görünüme sahip bu tuhaf sesli kadını sanki başka türlü düşünmek istemiyordu kimse; bir gençlik idolü, graffiti örneği, direniş temsilcisi ve ergen isyanı fotoğrafı olarak o yaşlardaki haliyle hatırlamayı tercih ediyorlardı, çeşitli reklamlarda, nostaljik metinlerde hep bu yıllardaki haliyle kullanılıyordu. Tamam demiştim, yaşlılık sevilmiyor, herkes güzel yaşlanmıyor şu bu... Ama Marianne Faithfull neden sadece bu genç kız haliyle hatırlanıyor? Bir şeye denk düşmese bu kadar (ve bu biçimde) hatırlanamaz.

Marianne, 60 ve 70'lerin çarpıcı kadınlarından biri. Müzik dünyasında pek çok ünlü solistle uzun (ve kısa) süreli ilişkileri oluyor. Kendisi de şarkıcı, çatallı, acı çekmiş birini andıran bir sesi vardı. Sigaradan çatlamış ya da bir şeyler içmeden şarkısını sürdüremeyecek hissi veriyordu insana. Benimkisi sonradan bir ilgi olunca epey bakınmıştım… Kim bu kadın diye… Elli yıl öncesinden söz ediyorum… Mick Jagger'la olan ilişkisi, Lennon-Ono beraberliğine benzetilmiş. Hoş, o dönemin pek tuhaf çifti vardı ve çoğu, Lennon-Ono ile kıyaslanırdı. Faithfull, oyunculuk da yapıyor. 1968 yapımı Motosikletli Kız'daki Rebecca rolü Batı Avrupa kültürünün halen popüler ikonlarından biri. Sayısız göndermeye rastlarsınız bu film ve Faithful'la ilgili.

Mick Jagger, onun için Sister Morphine adlı ünlü bir şarkı yapmıştı. Merhameti ve kanundışılığı kabullenen fedakar bir kadın vardı sözlerinde, morfin krizinin ve ölümün eşiğindeki erkeğine yardım ediyordu:

"İşte burada, hastane yatağımda yatıyorum / Söylesene Morfin Abla, ne zaman tekrar geleceksin yanıma / O kadar bekleyeceğimi sanmam / Görüyorsun o denli güçlü değilim (...) Karabasanımı rüyalarımla değiştir/ Görmüyor musun hızla solup gidiyorum" vs vs...

Bertolucci, Dreamers filminde ondan ilham aldığını söyledi, Patti Smith ne kadar etkilendiğini sayısız kez anlattı (meraklısı şarkı söyleyiş biçimlerini en az benim kadar benzetecektir), Saint Laurent onun androjen bohemliğinden esinlenerek koleksiyonlar üretti. Kate Moss tarzı için doksanlardaki Faitfull yorumu denirdi… James Hetfield onunla düet yaptı… Sayılmayacak kadar çok örnek var…Gerçekten öyle çok gezindi ki, halen de “geziniyor”…

Bir sürü şey oluyor, Jagger’dan sonra ilişkiler, evlilikler yaşıyor, çok aşık olduğunu söylediği şair bir sevgilisi var, onun intiharıyla kahroluyor, uzun süre uyuşturucu tedavisi görüyor vs vs Sadece olumsuz gelişmeler yaşandı demiyorum, daha iyi bir şarkıcı-yorumcu oldu, daha derin işler de çıkardı belki ama global popüler kültür açısından onca şeye rağmen otuz yaşını hiç geçemedi, hep o yıllarda kaldı, sonrasını başka bir kadın yaşıyor gibi oldu… Yaşlanma, değişme ve gelişme hakkı elinden alındı adeta… Genç yaşta ölen başka ikonlar var, James Dean, MM ve hatta Kurt Cobain gibi…Marianne F.  erken yaşta ölmüşçesine başka tür bir örnek oldu….

Galiba diyorum o yıllardaki ergen zekası (ve o ergenlerin yaş aldıkça büyüyen nostaljisi) esrarlı, şehvetli, incecik, kırılgan ama ters köşeye yatıran melankolik bir masumiyet istiyordu. Galiba diyorum, günümüzün fitness çılgınlığı öncesinde bugüne taşınabilecek bir zayıflığı ve fitliği vardı, o hali yeniden popülerleşerek yaşamasını kolaylaştırdı. Kendi deyişiyle o yıllarda anoreksiyaymış, sonradan obezite sınırlarına varmış çünkü… Dedim ya galiba diyorum, yazarak düşünüyorum, cevabını bilmiyorum… Doksanlarda birisi onu anlatırken Madonna’ya benzeterek “Beatnik Madonna’sıydı” filan demiş, geleceğe ve yaşanan “şimdiki zamana” bağlanan bir tuhaflığı varmış diyelim… Yaşayacak ve "gezinecek" artık biliyoruz. 

Cumartesi, Şubat 01, 2025

Dizi dizi dizildiler

Memleket dizilerinin asıl meselesi, reklam pastasının küçülmesiyle ilgili, gelirleri düşen kanallar ödeme güçlüğü çekiyorlar, haliyle diziler yüksek maliyetlerini karşılayamıyor. 

Bunun ilk önemli sonucu,  geç ödeme yapabilen kanalların, bu gecikmeye finansal olarak dayanabilecek büyük firmalarla çalışması demek. Bölüm ücretlerinin geri dönüşü üç ayı buluyor ve geçiyor çünkü. Bu sürede çalışanlar hak ettiklerini almaya devam ediyorlar, almadan vermeyi, kazanmadan harcamayı karşılayabilecek olanlar ancak büyük yapım şirketleri oluyor. 

Tekelleşme deniyor ya, kanalların büyük firmalarla çalışmasının önemli bir başka sonucu daha var, o denli büyük sermayeniz yoksa, projeniz ne kadar iyi olursa olsun, mevcut şartlar gereği kanallar tarafından kabul görmüyorsunuz. En iyi ihtimalle büyük şirketlerle ortak iş üretmeye yönlendiriliyorsunuz. 

Büyük şirketler ise işlerini asıl olarak yurt dışına satmak istiyorlar, ancak o zaman istedikleri ölçülerde para kazanabiliyorlar. Yurt dışında Türk dizisi demek soap opera demek, güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler demek. Biz içerde bu tür dizilere kadın hikayeleri diyoruz, onları yurt dışında tanınan oyuncularla çekiyoruz. Oyuncu menajerleri bu durumu anladıkları için o oyuncuların ücretlerini sürekli artırıyorlar. 

Yapımcılar da satışı kolaylaştırmak için başarı kazanmış yabancı dizileri senaryo olarak satın alarak yeniden üretiyorlar. Bilinen ve satılan bir yabancı dizi, Türk uyarlaması olarak bir kere daha satılıyor. Biz bir de uzun bölümler ürettiğimiz için daha da ucuz oluyoruz şu bu... 

Sorun şu ki, hele üç yıldır filan, biz dizi çekmiyoruz, yurt dışına satılacak kadın hikayesi çekiyoruz. Komedi dizisi çekilmiyor deniyor ya, çekilemez çünkü yurt dışına satılamıyor. Şöyle anlatayım Cem Yılmaz ya da Gülse Birsel, hatta Gibi dizisinin yurt dışında karşılığı yok. Yani bizim popülerimiz değil, yurt dışında popüler olanlar iş yapabiliyor ancak. 

Sadece mizahi işler değil elbette, bizde kadın hikayeleri dışındaki her şeye "erkek işi" deniyor, çok azlar, bir iki kanalda numune gibi birer tane yayımlanan "erkek işleri" var, artık onlar da ancak içerde reyting alırsa devam edebiliyor. Küçülen ekonomi ve reklam pastası nedeniyle reyting de yetmiyor artık. Kurtlar Vadisi bugün başlasa beş bölümde kalkabilirdi. Veya ancak TRT'de yayımlanabilirdi. 

Neden aynı oyuncular ve neden aynı yapım şirketleri sorusunun cevabını daha çok buralarda aramak gerekiyor. 

Benim anladığım kadarıyla partinin kanalları yurt dışı satıştan pay almak istiyor, kendileriyle çalışmayan büyük yapım şirketlerine baskı yaptıkları da görülüyor. Onlarla çalıştıklarında yurt dışı satışı olan oyuncularla da iş yapmış olacaklar. 

Kanallara gelince, yine görünen o ki, bu yıl, pek çok kanal el değiştirecek, yeni kanal patronları olacak...

Biraz hızlı yazdım, yok gezi, yok oğlan satıyor-kadın satıyor palavra demek istiyorum. Sorsan herkes biliyoruz yapıyor ama niyeyse yine de konuşuyorlar. 

Cuma, Ocak 31, 2025

Son Okuduklarım 104

İki Hovarda Öykü başlığı altında iki ayrı Fransız yazardan aşk entrikası hikayeleri kullanılmış. Yazarları hiç bilmiyorum, daha önce hiç okumadım. Öykülerden ikincisi ilkinden daha ilginç. Baştan çıkarıcılıkla ilgili daha doğru bir düzlemi var. Türe genel olarak "roman libertin" deniyor ve onsekizinci yüzyıldan bu yana yaşıyor. Bir yanıyla Fransız aristokrasisinin ahlaki çöküşünü anlatsa da bugüne kadar yaşamasının asıl sebebi cinsel özgürlüğü-erotizmi içermesinde gizli. Her bir karakter o kadar kurnaz ve hesapçı ki, baştan çıkarmayı maharetle icra ediyor ve gülümsetiyor. Laclos ve Sade türün en bilinen yazarları sayılıyor. Diderot ve hatta otobiyografisi ile Casanova bile türle birlikte hatırlanıyor. Bizden Mehmet Rauf belki türe yakın şeyler yazmıştır denebilir. 

Claude Gueux, tipik bir Victor Hugo hikayesi, yaşadığı toplumla hesaplaşan, yön gösteren kararlı bir pedagog, güçlü bir liberter bir kez daha "suç" tartışıyor. Jan Valjan'la ya da Bir İdam Mahkumu'nun Son Günü'nde tekrarladığı ve itiraz ettiği meseleyi diline doluyor. Hugo yazarken bir gazeteci, bir sosyolog, bir baba, romancıları büyüleyen bir büyük romancı konuşuyor. Dünyanın her kültüründe sağcılar Hugo ile birlikte eleştirilmeye başlamış. Bönlük, bağnazlık, vasatlık, körlük, otoriterlik, tahammülsüzlük en çok onun sesiyle yumruklanmış desem abartmış olmam.

Related Posts with Thumbnails