Pazartesi, Nisan 29, 2024

Susuz Şehir

 
Ellili yılların ortası, İstanbul aldığı göçlerle büyüdüğü için, su ihtiyacını karşılayamıyor ve sıklıkla "sular kesiliyor." Erbulak, Cafer ile Hürmüz bantında bunu esprileştirmiş. Cafer ile Hürmüz, macera gereği, çölde mahsur kalıyorlar diyelim, yanlarındaki "kovboy" susuz kaldıkları için dehşete kapılıyor, öldük-bittik yapmaya başlıyor. 

Cafer ise bu korkuyu azımsıyor: "Seni bilmem ama biz susuzluğa dayanırız" diyor, kovboyumuz "nasıl olur" havasında hopluyor: "İmkanı yok, hiç bir insan sekiz günden fazla dayanamaz". Sonrası güzel,  Cafer "bu ne ki" tadında konuşmaya devam ediyor: "Biz insan değiliz ki, biz İstanbulluyuz, değil sekiz gün yüz sekiz gün bile susuz yaşarız. Biz susuzluğa idmanlıyız." 

Dikkat edilirse, bir İstanbul gazetesi esprisi yapılmış, İstanbul'u ve Türklüğü merkeze almak, mizahçılarımızın hoşuna gitmiş. Bizde batıya göre mizah çok gelişkin, çünkü bizde kaos orada düzen var diye iddia edebiliyoruz mesela. Oysa bakarsan, üreticilerin tamamı o  yabancı kültüre vakıf değil, dilini bilmiyor, haliyle oraların yerelini anlamıyor...Diğer yandan "İnsan değiliz ki İstanbulluyuz" esprisi o yıllar için yeni ve komik elbette. 




 

Pazar, Nisan 28, 2024

Işıklı sayfalarda ergen öfkesi


Gipi, 1963 doğumlu ünlü bir İtalyan çizgi romancı. Asıl adı Gian Alfonso Pacinotti. Sinemaya olan yakın ilgisi, yönetmenliği, dokunaklı grafik romanları, akıllı sözleri, büyülü renkleri, ilginç ardışıklığı onu son on yılın en çok merak edilen Avrupalı üreticilerden biri yaptı. Ülkesinde hatırı sayılır bir çizgi roman piyasası olmasına rağmen anlattığı hikayelerin niteliği nedeniyle asıl olarak Fransa’da ilgi gördü, ilk büyük itibarlı ödülünü 2005 yılında Angoulême’de kazandı. 2006’ta Amerika’da Gli Innocenti (The Innocents) ile Eisner’e aday gösterildi, böylece İngilizceye de etkili bir giriş yaptı. Bizim tanışmamız ise çok yeni bir çalışmasıyla, Oğulların Diyarı (La terre des fils, 2017) ile ancak bu yıl gerçekleşebildi.

Oğulların Diyarı karanlık bir hikaye, belirsiz bir gelecekte geçiyor. Bilimkurgu edebiyatından, sinemadan, çizgi romanlardan aşina olduğumuz bir yokluk ve seyreklik dünyası bu. Albümün başında, “sonumuzu getiren sebepler hakkında, tarih kitaplarında sayfalarca yazı yazılabilirdi. Ama sonumuz geldiğinde bir daha hiç kitap yazılmadı,” epigrafı yer alıyor. Uygarlık, ilkel bir evreye dönmüş, bir insan azlığı var, kıt kaynaklar için birbirlerini öldürüp yiyiyorlar, kimsenin okuma yazma bilmediği, kitabın kutsal sayıldığı bir evredeyiz... Gipi, hikayeden çok atmosferle başlamış o yüzden; uzun sazlıklar ve çayırlıklar, bulutsuz bir gökyüzü, sık yağan yağmur, durgun sular düşünmüş. Geçmişte ne olduğunu, “kıyametin” nasıl koptuğunu özellikle anlatmayarak muğlaklıktan estetik olarak faydalanmak istemiş. Gipi, hikayelerinde ergenlikle, genç erkeklerin büyüme sıkıntılarıyla ziyadesiyle ilgilenmiş biri. Maharetli olduğunu bilerek ve severek, Tom Sawyer ile Huckleberry Finn’i andıran iki ergeni, iki kardeşi kahraman seçerek başlamış anlatacaklarına. Eğlenen, oyun oynayan iki çocuğun beklenmedik bir biçimde bir köpeği öldürmesiyle okuru şaşırtmayı arzulamış. Soğuk ve rahatsız edici bir hikaye anlatacağını hissettirmiş. Karşımızdakiler Tom ve Huckleberry değiller.

İki genç, yakaladıkları ganimetle babalarına, evlerine dönüyorlar. Aile içinde herhangi bir sıcaklık değil, sert bir sessizlik olduğunu öğreniyoruz böylelikle. Baba, oğullarını korumak adına kesin emirler veriyor, yasaklar getiriyor, ebeveyn cesametiyle onları kontrol etmeye çalışıyor. Oğullarsa, ufak ufak sınırları ihlal etmek, babaya isyan etmek istiyorlar. Babanın huşuneti ile çocukların dünyayı tanımak isteyen meraklı isyankarlığı, hikayenin sürükleyici gerilimi oluyor. Yaşadıkları vahşi dünyaya direnebilmeleri için babanın çocuklara bile isteye höt zöt ettiğini anlıyoruz. Çocuklardan küçük olanı babasına hem hayranlık duyuyor hem de onun otoritesini yıkmayı arzuluyor. Anlatılanları sorguluyor, şüphe ediyor. Bütün o sert erkek pozlarına karşın, babasının kendisini sevip sevmediğini öğrenmeye çalışan, sevilmek isteyen küçük bir çocuk aslında. Bu takıntılı hissiyat çok başarılı resmedilmiş.

Gipi, kimi meseleleri ayrıksı bir ustalıkla hikayeleştiriyor. Yukarıda değindim, ergen halleriyle ilgili etkili diyaloglar ve sahneler kurabiliyor; öyle ki, bu konuda, yakın dönemin en iyi anlatıcısı olabilir. Üstelik bunu, sanki onu anlatmıyormuşçasına yapabiliyor. Önce Fransa’da sonra Amerika’da kendisine şöhret getiren Notes for a War Story (2005) çalışmasında bizi savaşla yüzleştirmiş, savaş tehdidinin yakınlığını hissettirmek için üç genç kahramanına Fransa’da Fransızca, İtalya’da İtalyanca isimler seçmişti. İnsanların uzak diyarda olup bitenleri okumalarını değil, o savaş çok yakınlarına gelirse neler olabileceğini düşünmelerini istiyordu. Gençlerin büyüme hikayesiyle savaşın acımasızlığı yan yana geliştiriyordu. Benzer biçimde Oğulların Diyarı, bir bilimkurgu motifini temel alsa da, iki kardeşin yaşam mücadelesini içeriyor, varolma ve iyileşme hikayesi olarak gelişiyor. Bir parantez açalım; Gipi, etkilendiği çizgi romancı olarak Andrea Pazienza’yı (1956-1988) işaret etmiş. Anaakım İtalyan çizgi romanından değil de “underground” akımın temsilcilerinden birine “ustam” demesi tesadüf değil. Pazienza’nın seksenli yıllarda çıkmış çalışmalarından yapılmış –meraklısı için söylüyorum, Lombak çizgi romanlarını hatırlatan– Zanardi derlemesi bu yıl İngilizcede yayımlandı. Zanardi, genç erkeklerin cinsel açlık ve büyümeye dair savrulmalarını anlatsa da asıl ilginçliği ergen konuşkanlığını, heyecan ve pragmatizmini göstermesinde yatıyor. Gipi, gündelik diyalogları, küçük saplantılar ve uzlaşmazlıkları kendisine modellediği Zanardi’nin aksine punkvari bir süratle değil edebi bir yavaşlıkla istifliyor. Gipi’nin karakterleri masumiyetlerini korumakla dış dünyanın tehditlerine direnmek arasında salınır, kolayca seçimler yapamaz, sürüklenip dururlar. Gipi, tahayyül edilen ile realitenin farklı olduğunu vurgulamayı seviyor, çocuklar zamana ve yeni rekabet koşullarına uyarak büyümek zorundalar. Dünya, ebeveynlerin ve öğretmenlerin anlattığı dünya değil.

Peki, Gipi, çizgiyi nasıl kuruyor? Röportajlarında ilk sayfalarda hikayeye göre bir çizgi aradığını, o albüm için yakaladığı üslubun doğaçlamayla geliştiğini söylüyor. Hikayesini yavaşlatmayı tercih ediyor demiştim, bunu çizgiyle de gösteriyor, kamerasını birdenbire başka bir tarafa çevirip sahnesinden uzaklaşıveriyor. Hikayeyle ilgisiz duran, karakterlerinin ruh halini belirginleştiren ara sahnelerle mutlaka ağırlaştırıyor akışı. Uzaktan havlayan köpekler, kargalar katılıyor sahneye. Oğulların Diyarı’nda okunamayan-ne yazıldığı anlaşılamayan defter sayfalarını gösteren kareler var. Arka arkaya otuz kare görüyoruz, on sayfa ediyor, okuma yazma bilmeyen küçük oğul, nasıl deftere bakıp bir şey anlayamıyorsa biz de öyle bakıyor ve anlamıyoruz. İlk gördüğümde haddinden fazla uzatıldığını düşünmüştüm, sonra okura hissettirdiklerini tahayyül ederek cesur ve heyecan verici buldum. Israrla tekrarlayacağım, çizgi romanlar bugünün, sinemanın, bilgisayarın süratine yetişemiyorlar artık. Direksiyonu başka bir yöne kırmalılar, belki arabadan inmeli, anayoldan çıkmalı, patikadan yürümeliler. Oğulların Diyarı, yavaşlığın, farklılık gösteren “anlatı keşiflerinin”, her şeyi açık etmeyen dolaylı anlatımın, zeka dolu muğlaklığın taze bir alternatifi… Gipi, rengi çok iyi kullanan bir çizer olmakla birlikte siyah tükenmez kalemle çizilmiş gibi duran eşsiz sayfalar çıkarmış Oğulların Diyarı’nda. Bazen bol taramış, bazen insan kıtlığını vurgulamak için neredeyse bembeyaz duran, ışıklı sayfalar çıkarmış. Kendi adıma şunu rahatlıkla söyleyebilirim; daha iyi hikayeler bulabiliriz ama hikayesiyle bu kadar uyumlu, bu denli göz alıcı bir çizgiye az rastlarız. Gipi’yle çizerlerimizin, grafik roman okurlarının tanışması gerekiyor. Gipi’nin hikaye anlatma coşkusu bu dünyayı katlanılır kılan güzelliklerden çünkü.

Sabit Fikir, Ekim 2017

Cumartesi, Nisan 27, 2024

Sofranın sahipleri


Safa Önal ile yapılan Ne kadar Gamlı Bu Akşam Vakti söyleşi kitabında geçiyor. Bir gün aile dostu Attila İlhan, akşam yemeğine geliyor, sonrasında şiirlerini okumasını istiyor, o da okuyor. Benzer bir şeyi, Kemal Tahir'le yaşıyor, ona da Devlet Ana romanını okuyor, Tahir de gözleri dolarak dinliyor filan...

Hani diyorum, bu okuma işi bir eğlence olabilir, bir entelektüel faaliyet sayılabilir, eskiden şiir matineleri filan da var, hiç mi hiç okunmuyor değil... Yanlış olmasın, benim de Ananeme, Babaneme roman okumuşluğum vardır, meseleyi anlamıyor değilim... 

Ya insan, yazdığı şiirleri birine niye okutur, yazdığı bir romanı "dinlerken" niye gözleri dolar? İşte bunu anlamıyorum. Kimseye garip gelmemesi de tuhaf... "Şiirlerimi okusana" veya "abi romanını okuyacağım"... Sahiden niye? Hayır demek kimsenin aklına gelmiyor. Nasıl bir narsizmse... sofraya hükmediyor, "yalnızca ben konuşulacağım" hissiyle sandalyesinde kaykılıyor... Sadece garip de değil, ayıp sanki... 

Böylesi nüanslar yazarları-sanatçıları güzel anlatıyor aslında... niye bağırdı, nasıl unuttu, niye fikrini değiştirdi... diye sorular soruyoruz ya bence epey cevap buralardan çıkabilir.  

Nasıl anlatsam, sofranın sahibi, konuşanı, dinleyeni, seyircisi, en güzel mezesi ve hatta masanın kendisi olmak istiyorlar. Yetmiyor çünkü.

Cuma, Nisan 26, 2024

Bizi birarada tutan şey pozculuğumuz


İnsan çocukken günü yaşıyor ve  yarın ne olacağına dair bir endişe taşımıyor. Ebeveynlerse bizden bunu öğrenmemizi istiyor, yarattıkları "yarın korkusuna"  geleceğe ve hayata hazırlanmak diyorlar. Her çocuk gibi benim de gelecekle ilgili bir tahayyülüm yoktu, gelecek dendi mi aklıma bilim kurgu filmleriyle macera hissi ve korkuyla karışık bir kıyamet fikri gelirdi. 

Büyüdükçe, yarın korkusu da büyüyor, sınavlar, meslekler, geçim derdi şu bu katlanıyor...Ebeveynleri taklit ediyor, birbirimize büyükleniyoruz. Yarınla ilgili kıyamet senaryolarına ergenlikte başlıyoruz. Hele erkeklik, her şeyi bilmemizi ve büyüklenmemizi şart koştuğundan daha da coşuyoruz. İddialı felsefi çıkarımlarla Türkiye batıyor, dünya batıyor demeye o ergenlik safhasında dahil oluyoruz...

E ergenlik biten de bir şey değil ki...Sürdükçe sürüyor.

Batıyor, bitti, her şeyin sonu filan demek de fiyakalıdır, gençsin, kestirip atarsın...ilgi çekersin... Bağıra çağıra, söylene söylene, haykıra haykıra... Türkiye yolun sonuna geldi demek güzel gösteridir.

Siyasetle ilgilenen bir okur yazar olarak bu gösterilere hem çok şahit oldum hem de ucundan kıyısından dahil olup ben de oynadım.

Tabi şu var, zamanla anlıyorsun, "yolun sonuna geldik" derken haklı çıkmak istiyorsun. E olmuyor...

Bir yaştan sonra "lan bu kadar kötü şey oluyor, e niye batmıyoruz, nasıl oluyor da oluyor, devam ediyoruz" demeye başlıyorsun.

Kendime şunu sormaya, "bütün bu kötü şeylere rağmen bizi birarada tutan şey ne?" demeye başladım. İtiraf edeyim, memlekete bakarken hele bu yaşımda en çok bu soruya cevap arıyorum.

Anladığım şu, biz bir şeyin pozunu yapmayı çok seviyoruz. Siz de takdir edersiniz ki, poz dediğim şeyin içinde palavracılık da vardır, kurnazlık da...

Ne demek istiyorum? Deli gibi seviyorum diyoruz mesela aslında "deli gibi sever" gibi yapıyoruz. Bir iş yapıyoruz mesela, bağıra çağıra haklı olduğumuzu iddia ediyoruz ama eş dost arasında fısıl fısıl aslında o kadar haklı değiliz, "mecbur yapıyoruz" diye geçiştiriyoruz. Hakim, bir karar verecekken, "seçimleri bi görelim" diyebiliyor mesela. Herkes, adalet ve vicdan üzerine konuşuyor ama oğlu için kızı için torpil isteyebiliyor. Sağcılar solcularla, solcular sağcılarla gizli saklı çalışabiliyor ama lafa geldi mi çalışanları ayıplıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, ayıplamıyorum, yanlışlamıyorum. Bir tarafıyla iyi ki öyle diyorum, çünkü nefes alacağımız aralıklar, nişler, küçük patikalar da bulabiliyoruz böylelikle...Herkesin bağırdığı yerde oksijen azalır.

Batıyoruz diyorduk ya... Bu palavracılığımız bizi batırmıyor, su yüzeyinde tutuyor mu demeli... Bu palavra ve yalan dolanla "level" da atlayamıyoruz, anca atlar gibi yapıyoruz.

Demokrasi, ifade özgürlüğü, çok seslilik, hoşgörü hepsini konuşuyor ama inanmıyoruz diyemiyorum. İnanır gibi yapıyoruz, yerine göre inanmaz gibi yapıyoruz. Bazan bağırarak, bazen samimi bir fısıltıyla günü kurtarıyoruz. Zamana ve mekana göre pozunu yapıyoruz.


Perşembe, Nisan 25, 2024

Ne Güzeldi O Günler Tüh Tüh...


The New Yorker kapaklarına haliyle ilgi gösteririm. Ne çizmişler, nasıl bir üslup tercih etmişler merak ederim. Öte yandan  itiraf etmem gerekirse kapak konularını, işleyiş biçimlerini epeyce muhafazakar bulurum. Yukarıdaki kapağı görmemiştim, eleştirdiğim şeyin tipik bir örneğiymiş...İki ayrı dönemde bir aile toplantısı resmedilmiş. 

Bu aile meselesine bir türlü mesafeli bakılamaz, aile bildiğin arka bahçedir halbuki...Haset ve rekabet dolu bir çukur olabilir, öyle değilmiş gibi yapılır. Teorik olarak büyükler küçükleri korur, sever, kimse kimseye saygısızlık etmez şu bu...

Bugün hastanedeydim, bekleyen hastaların konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım ister istemez. Hiç şaşmayan bir düşmanı var ailelerin. Hariçten gazel okuyan, aileyi duman eden bir düşman. Adına ister damat deyin ister enişte. İşte damat paraları yemiş, bunları kandırmış, malı sattırmış, borç almış vermemiş şu bu...O yabancı adam, aileye nifak sokmuş vs vs...Ne denir buna? Palavra diyeceğiz değil mi? Zaten ne geliyorsa dış mihraktan, yabancılardan geliyor fenalık ve musibet...

Eskiden bütün aile konuşurmuş, güzel yemekler yapılırmış, insanlar sohbet edermiş, sokaklar temizmiş şu bu...Oysa şimdi herkes televizyona mahkummuş, çocuklar okumuyor telefonla konuşuyormuş, kimse kimseyle iki çift laf etmiyormuş...Kadınlar yemek de yapmıyor hem...Tüh tüh nerde benim annemin sarmaları dolmaları?

Bence bütün bunlar yaşlı adam hezeyanları...Gelenek, aile, nostaljik hayıflanmalar say say bitmez...Gelenekten ayrılanı kurt mu kapar peki...Kurt, modernizm olabilir mi veya vahşi kapitalizm...

Ne kadar eskiye giderseniz gidin, eskiden de aile "yıkıldı-bitti" eleştirisi vardı, her şeyin yozlaştığı iddia edilirdi... Tarihin her döneminde bugün eleştirilir, yarından korkulur ve dün, müthiş bir sığınaktır, tahayyül edilen bir simgedir, sahici değildir.

[2010]

Pazartesi, Nisan 22, 2024

Muhterem hanımefendi

Altmışlı yıllardan bir hayran mektubu, Çolpan İlhan'a yazılmış. "Muhterem hanımefendi" diye başlamış, meramını "sizi her an karşımda görmek istediğimden bir fotoğrafınız lütfederseniz minnettarınız olacağım" diye anlatmış. Dil şahane, nezaketli ve mesafeli... Ne yazık ki, Çolpan hanıma ulaşmamış gibi duruyor, çünkü mektup hiç açılmamıştı, ben açtım.

Yeşilçam'dan önce radyo sanatçılarına yönelik büyük bir ilgi var, mektuplar, imzalar, alkışlar, konser öncesinde toplaşmalar... Zeki Müren, cumhuriyetin ilk starı olmuş bu bakımdan... Bu fan kültürü nasıl gelişti ve normalleşti ölçebilmek sanıyorum çok mümkün değil. Bir milad varsa, o Yeşilçam olmalı diyoruz... Yeşilçam sadece filmleriyle değil, kendiyle alakalı medyayı da bu yönde kullanmak istemiş, o anlaşılıyor. Örneğin yukarıdaki adres, bizatihi dergilerde paylaşılıyor. Oyuncular, seyirci mektupları almak için genellikle ev adreslerini veriyorlar. Mektupların çokluğuyla övünülüyor filan. Sonra fanların kendi aralarında rekabet etmesi doğallaşıyor şu bu...

İsim vermeden anlatacağım, 2008 yılında bir yemeğe davet edilmiştim. Ev sahibinin hayat arkadaşı eski bir Yeşilçam yıldızıydı ve onun bir hayranının Antep'ten gönderdiği yemekleri yemiştik. Şaşırmıştım. Her hafta gönderiyormuş. Allah için çok güzel, çok zahmetli yemeklerdi, afiyetle yedim ama bu enerjiyi halen hatırlıyorum. 

Fan kültürüne çok uzak biri değilim, çocukluğumdan beri bir kişiye ya da bir örüntüye tutkuyla karışık hayranlık besleyen yüzlerce insanla karşılaştım, tanıştım, arkadaş oldum. Yine de bir Ajda Pekkan hayranıyla yaptığım sohbeti hiç unutamıyorum. Neden bu kadar çok sevdiğini açıklamasını beklemiyordum ama sevmeyenlere veya farklı biçimde sevenlere karşı kurduğu ve büyüttüğü öfkeyi dinlemek beni heyecanlandırmıştı. 

Düşünerek mektup yazıyor ve fotoğraf istiyorsunuz, günlerce mektubu bekliyorsunuz. Tuhaf bir aşk... 

Pazar, Nisan 21, 2024

"Varım"


Gülümsetiyor bu tür cevaplar... Gülümsemek derken hem beğeniyorum hem de bir parça ergence buluyorum galiba... Amaç da o zaten... Genellikle şairler ve tiyatrocular yaparlar bu çıkışları... Ajitatif, sivri ve akılda kalıcı bir çıkış arıyorlar. Dikkat çekmek veya "konuşulan" bir cevap aramak da denebilir buna... Dost dergisi, Devlet Ana çıktığında bir soruşturma yapmış, çeşitli sanatçı ve entelektüellere romanı sormuş. İlhan Berk, böyle cevaplamış, "okumadım" "beğenmedim, görüş bildirmeyeceğim" dememiş, bir gösteri yapmış... Küçümsemiş, önemsemiş, kendini öne çıkarmış...

Mesele İlhan Berk veya Devlet Ana romanının niteliği değil... İnsanın,  dünyada varolma biçimi, "varım" deme arzusu... Sanat ve sanatçılarda bu his ve tavır meşru sayılıyor ama sanki (artık) onlara özgü filan diyemiyorum.

Vasıfsız çalışanlardan nitelikli iş gücü sahiplerine varıncaya kadar bütün insanlarda, yanılıyor da olabilirim, bana gittikçe öyle gelmeye başladı, kendileri dışında bütün insanları "salak" ve "cahil" bulma iştahı ve gösterisi var. Kimle konuşsanız, kendileri dışındaki herkese bir saydırıyor..."Bu millet" veya "biz" diye başlayan kestirimlerde bulunuluyor, üstelik bu kestirimler erkeklerin (ve erkeklerden öğrenen kadınların) "her şeyi bilme", "öğretme", "doğru olanı seçme" iddiasıyla da karışıyor... Gününü gösteriyoruz, kendimizi gösteriyoruz... Falan filan işte... Performans sanatlarımızdan "o ne yaa..."

Şov mast go on yaşıyoruz.

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Döner Durur



Hepimiz bu dünyadaki mutsuzluğu, acı çekenleri, yoksulları, katledilen masumları gördükçe onlara yaşatılan zulmü durdurmak, en azından ıstıraplarını dindirmek isteriz. 

Ama buna gücümüzün yetmeyeceğini biliriz, acizliğimiz karşısında şunu düşünürüz. Benim hissettiğim acı ve kederi, insan olan herkes hisseder.

Sonra acı ve keder kesilmedikçe, katledilenler bitmedikçe bu düşünceden giderek uzaklaşırız, insanın insan tekini sevmediğini, rekabet ettiğini, kendini bir diğerinden üstün gördüğünü biliriz, öğreniriz. 

Eğer inanıyorsak,  hissettiklerimizi Allah'ın da gördüğünü, er ya da geç, bu haksızlığını gidereceğini, olup bitenlerden sorumlu olan kimlerse onları cezalandıracağını kabul ederiz.

Tabii ki bu bir temennidir, gerçekte, başka tür bir cezalandırmadan yanayızdır. Parçası ve faili olduğumuz, hemfikir olduğumuz bir cezalandırmayı isteriz.

Suç, bizim yakınımızdaysa, bizim hayatımıza dokunuyorsa cezanın şimdiki zamanda, bu dünyada çekilmesini, verilmesini isteriz. 

Linç, tam da böylesi bir mantıkla nefes alıp verir.

Peki ya kanunlar?

Eğer biz istiyorsak, intikamcıysak, kanunların bizden yana olmadığına inanırız.Ya da kanunların yeterli olmadığına, yetmediğine...

Zulmü durdurmak isteyen bilincimizi de Allahı da kolayca unuturuz. İntikamı hepimiz istiyorsak haklıyızdır, hepimiz istiyorsak meşruyuzdur.

Zaman, insanın insana zulmettiği bir devranda döner, durur.

Cuma, Nisan 19, 2024

En İyi Jenerik Ödülü


Bozkır-Kırıkhayıtlar, New York Festivali Tv-Film Ödüllerinde En İyi Jenerik ödülünü aldı. Yarışma öncesinde benden tasarım sürecini anlatan-açıklayan bir metin istemişlerdi. Yazdıklarımı paylaşıyorum. 

Bozkır, Türkiye taşrasında geçen bir polisiye. İsmini seyrek bodur ağaçlardan oluşan, kurakçıl otlarla dolu ekolojik bir bölgeyi niteleyen coğrafi adlandırmadan alıyor. Sosyal hayatın metropollere göre çok daha sınırlı olduğu muhafazakâr küçük bir şehirde geçiyor. Yıllardır seri cinayetler işleyen bir katil ailenin etrafında gelişen bir sezon hikayesine sahip

Jenerikte gördüğünüz, hikaye akışını ve karakterlerini içine kattığımız gerçek bir duvar halısı… Senaryoyu yazarken halıyı jenerikte ve hikaye akışında görsel olarak kullanmayı hayal etmiştim. Hatta o halı, daha senaryo fikir olarak aklımdayken dahi elimdeydi ve o abartılı pulp estetiği bana ilham vermişti.

Çok değil çeyrek asır önce dahi, Türkiye taşrasında ve metropollerin göçmenlerin yaşadığı kenar mahallelerinde duvar halıları mutlaka kullanılıyordu. Halılardaki desenler hem ruhen bir güzellik unsuruydu, göç edilen ve özlem duyulan toprakları çağrıştırıyordu hem de madden ısıyı-sıcaklığı koruyordu. Duvar halısı, Bozkır hikayesi için bu bakımdan işlevseldi, modernlik ile geleneksel arasında gezinen bir nostaljik unsurdu.  Dizinin gerçeklik vehmini ve sahiciliği artıracaktı.

Bir katil aile anlattığım için duvar halısını onlarla da ilişkilendirmek istiyordum. Seçtiğim halının deseninde meydan okuyucu, pervasız ve saklanmayan kadınlar vardı. Bu pulp ve naif erotizmi, katil ailemize bağladım. Ailenin genç erkekleriyle marazi bir yakınlığı olan hala, yıllar yıllar önce, bu duvar halısının önünde onları tahrik etmek amacıyla sayısız kez dans etmişti. Halaya aşık olan ergenler büyüyüp cinayet işlemeye başladıktan sonra bu halıyı bir sembol ve cinayet fonu olarak başka bir biçime dönüştüreceklerdi.

Jenerikle ilk kez karşılaşan seyirci, duvar halısını Bozkırı imleyen bir hoşluk olarak görecek ve geçecekti ama hikaye ilerledikçe, jeneriği daha farklı okuyabilecek, öne çıkartılan karakterleri ve gelişmeleri tek tek keşfedecekti. Jenerik sadece üreticilerin isimlerin sıralandığı bir bölüm değil, kendi senaryosu ve estetiği olan bir hikaye unsuru olacak, bize güç katacaktı.

Perşembe, Nisan 18, 2024

Boz!

Çizgi: Berat Pekmezci


jaxintaiwan

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Frip-and-Menny-1038235101

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Gobbo-and-Qet-1037889214

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Hitter-now-1037888426

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Refused-and-alone-1037888838

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/The-heart-needs-more-1037889548

Çarşamba, Nisan 17, 2024

Tıpkı

Guy Delisle imzalı Kudüs Günlükleri albümünden bir bant. Beyfendi, evin penceresinden yan taraftaki düğünü seyrediyor ve çeşitli yorumlar yapıyor, kadınların gözükmemesi, dans etmemesi ilgisini çekiyor, bildiği-yaşadığı bir başka çevreye benzetiyor: "Tıpkı çizgi roman festivali gibi" diyor. 

Bilenler için güzel espri, üstelik Delisle'nin bir üretici olarak ne yapmaya çalıştığını da anlatıyor. Çizgi romanlar bir anlatım aracı olarak ömürlerinin neredeyse tamamını erkek çocuklara adadı, harcadı... Sadece onlara yönelikti. Arada tek tük okuyanlar olurdu ama istisnaydı ve kız çocuklarının ilgisini çekecek içerikleri yoktu... 

Yani grafik romanlar sadece edebiyata ve daha derinlikli hikayelere değil kadın okura da "yaklaştılar." Yanlış anlaşılmasın, mesele kadın kahraman olup olmaması değildi, "anne ve sevgili" klişelerinin dışında kadınlar yoktu çizgi romanlarda. Böyle bir sorunu yoktu, aklına dahi gelmiyordu yayıncıların ve editörlerin. Kahramanların duygusal krizleri, yenilgileri, insani zaafiyetleri hiç olmuyordu, her bakımdan muktedirlerdi ve bu durum erkek ergenliğine "iyi" ve "yeterli" geliyordu.

Manganın dünyada yaygınlık kazanmasıyla okur profili gençleşti, cinsiyet dağılımı değişti filan, yoksa çizgi roman, saklamaya lüzum yok, yaşlı ve göbekli erkeklerin nostaljiyle kucaklaştıkları, hatırladıkları ve özledikleri için birbirlerini kutsadıkları bir "vesile" olmuştu. Halen de öyle... yok yok, haksızlık falan etmiyorum.    

Salı, Nisan 16, 2024

İstenmeyen tüyler

Pazar dergisinden iki kapak ayrıntısı. Meraklısı için ilk resim Ajda Pekkan'a, ikincisi Filiz Akın'a ait... Yazının başlığı fikir vermiştir, resimleri birini koltuk altı, diğerini kolundaki istenmeyen tüylerden dolayı, iki ünlü kadını da (kadın bedeni üzerinden hijyen ve estetik modası-algısı pazarlandığı için) güzellik kriterlerinin vitrini oldukları için seçtim. 

Görünen o ki, o yıllarda (60'larda) o tüyler kimseyi rahatsız etmiyormuş, oyunculara, fotoğrafçılara, dergi yöneticilerine ve okurlara normal geliyormuş. E peki ne oldu da bu algı değişti ve hayatımıza istenmeyen tüyler korkusu yerleşti? Ağdacı lobisinin (!) işi olamayacağına göre...

Her dönemin estetik kriterleri haliyle farklı, bir dönem herkese güzel gelen bir saç modeli, bir kıyafet biçimi veya yakışıklı bulunan bir erkek, ikona dönüşen cazibeli kadın... o dönemin ertesinde hatırlanmayabiliyor, "ıyyhh" ölçüsünde beğenilmeyebiliyor. Bunları biliyoruz. 70'li yılların seksi erkeklerinden Burt Reynolds'un göğüs kılları bugünün gençlerine olsa olsa kıkırdama vesilesi olabilir.  

Biraz bugüne bakalım, herkesin fikrini duyurabildiği bir çağdayız, hep yazıyorum, herkes her gün sayfasında-duvarında bir "gazete" çıkarabiliyor...Yazdıklarıyla bir şeyleri taparcasına seviyor, öldürürcesine yeriyor, birini göklere çıkarıp bir başkasını yerin dibine sokabiliyor. Öyle bir "bugünden" söz ediyorum. Ancak aşırılıkların dikkat çekebildiği bir iklimde yaşıyoruz. 

Özellikle instagramda çok güzel, çok cazip, çok fit, çok çekici kadın ve erkekler görüyoruz. Ünlü olmaları da gerekmiyor, ünlülerle rekabet edecek kadar ilgi çekici insanlara rastlıyoruz, tek tek bakınca makyaja, çekime, kıyafetlere, ambiyans ve tasarıma uğraşıldığı-uğraştıkları anlaşılabiliyor. Bu  kadar çok insanın, bu kadar çok mutluluk ve başarı an'ı paylaşması, bu kadar güzel ve çekici görünmesi bana bütün toplumları kötü etkiliyormuş gibi geliyor, ruhen yaralandıklarını düşünüyorum, o güzellikle rekabet edemeyeceklerinin farkındalar çünkü.

Ajda Pekkan ve Filiz Akın'ın güzel, çekici, cazibeli olduklarını biliyoruz, herkesin beğendiği "oyunculardı", peki bugün genç olsalar, yeni yeni ünlenen yıldız namzetleri olarak  o istenmeyen tüylerle nasıl karşılanırlardı. Bence geniş bir çoğunluk tarafından alaya alınır, ancak muhalif bir azınlık tarafından desteklenirlerdi. Estetiğin ticarileştirilmesi özelinde kapitalizm, beden siyaseti üzerinden feminizm ve cinsiyet politikaları tartışılırdı diye tahmin edebiliriz. Meramımı anlatabilmek için bir parça karikatürize ettiğim sanırım anlaşılıyordur. 

Niye saldırılıyor, niye savunuluyor, daha doğrusu neden kavga çıkıyor? Ben işi espriye vurup, çünkü etoburuz, avlanmak ve öldürmek istiyor, öldüremiyoruz (!) diyorum. 

Hep verdiğim bir örnektir, ben asistanken Ülkücüler, saçlarına jöle süren erkek öğrencilere "ibne" muamelesi yapıp yumrukluyor, hiç olmadı silkeliyorlardı, mecazen söylüyorum o sütü bozukları "öldürmek" istiyorlardı, ne oldu, çok değil beş yıl sonra, kendileri de jöle kullanmaya başladılar. Bu ahmakça zamana kapılma meselesi kitle psikolojisinin, haliyle sosyal medyanın temelinde var. 

Öldüremediğimiz için mi bu kadar çok konuşuyoruz derseniz eğer...Doğru-yanlış, çekici-itici, estetik ve gayri estetik gibi tercih ve kararlar çoğunlukla dönemseldir, illa ki kişiseldir ama insanlar kendilerine ve iddialarına itibar katmak adına bunu "zamansız-zamanlar üstü" bir ahlak tartışmasıymış gibi kurar ve sürdürürler. Tartışma dediğimiz şey ise bağlamla ve ana meseleyle değil taraflarla anlaşıldığından hepsi karışıyor aslında...Maksat birilerini "öldürmek", istenen ve istenmeyen tüyler meselesi değil yani...

Pazartesi, Nisan 15, 2024

Son Okuduklarım 90

Mayıs Ayı Notları, Necati Cumalı'nın 1947 yılında çıkmış incecik bir şiir kitabı, hepi topu 32 sayfa... Ankara'da çalıştığı yıllarda yazdığı şiirler olduğu için merak ederek okudum. O tarihte yirmi altı yaşındaymış,  gençliğinin coşkusunu ve zamaneliği hissettirmeyi bilmiş... Garipçilerden yedi sekiz yaş küçük, taklit diyemem ama hısım akraba duruyor. Belki muzip değil. Cumalı, erotizme ve cinsel iştaha hiç uzak kalmadı, o fasıldan bir farklılığı olabilir. Dizelerinden bir odada kaldığını, geceleri yıldızları seyrettiğini, bir flaneur gibi sokaklarda yürüdüğünü, parklarda oturduğunu anlıyoruz, tekrar ediyor çünkü. Denizi, limanları, tarlaları özlüyor, trenleri konuşuyor efkarlanınca... Şehrin kenar mahalleleri, odada misafir edilen yoksulluk kokan kadınları, kestane ağaçlarını filan... Olağanüstü değil şiirleri, ama sakin ve tane tane konuşuyor, hülyalı ve saplantılı şairini düşündürtüyor. Necati Cumalı, Ankara sokaklarında geziniyor... Az Parayla Büyük Sanat Eserleri Satın Alma Rehberi, Erling Kagge'nin (en azından benim için) yeni bir deneme kitabı...Dağ bayır gezen, kutuplara giden seyyahımız meğer sanat koleksiyoncusuymuş. Kitap, isminden anlaşılacağı gibi Kagge'nin deneyimlerini anlatıyor. Satın alırken, toplarken ya da satarken, neler yapılmalı ya da yapılmamalı diyerek tüyolar veriyor. Gazete okuruna anlatır gibi popüler bir dille madde madde sıralıyor bunları. Gerçekten zekice alıntılar yapıyor, dünyanın çeşitli kültürlerinden örnekler verebiliyor. İyi bir okur, iştahlı bir sanatsever olduğu gösteren göndermeler bunlar. Sıraladığı öneriler bazen çok klişe ve hemen akla gelen şeyler gibi geliyor insana ama bizi güzel sürüklüyor. Sevdim kitabı.

Aç Hayaletler, bir genç kızlara yönelik bir çizgi roman. Çizgi romanlar kitapevlerinde satılmaya başladığından beri tüm dünyada olduğu gibi bizde de okur-müşteri profili çeşitlenmeye başladı. Özellikle mangaların popülerliğiyle birlikte geleneksel hikaye kodlarının dışında işler aranmaya, o ihtiyaca yönelik üretimler yapılmaya başladı. Albüm, yeme bozukluğu çeken, kilo almaktan korkarak gizli gizli kusan genç bir kızın hikayesini anlatıyor. Son derece basit bir tahkiyesi var aslında, tedavi ve terapi gerektiren bir hastalığın gelişim sürecini izliyoruz. Annenin baskıcılığını, yemek yiyememe hali, üstüne ilave edilen kırık bir aşk hikayesi şu bu... Ben çocukken terapistlere anlatılan hastalık hikayeleri bile "maceralı" olurdu, serüven klişelerinden girer çıkarlardı. Şimdiki zamanın çizgi romanları diyelim. Partiler Albümü, karikatür ve basın tarihimizle ilgili çok sayıda derleme çalışması olan Hilmi Yücebaş'ın bir kitabı. Söylemesem olmaz, geçmişte bu tür derleme kitaplar kolayca yapılırdı, şimdi telif hakları nedeniyle -astarı yüzünü geçtiğinden pek göze alınamıyor. Yücebaş, dergi ve gazetelerde yayımlanmış karikatürleri biraraya getiren bir arşivci... Nasıl yapıyordu merak ediyorum, karikatüristlere veya onların yayıncılarından izin mi alıyordu acaba? Çünkü kitaplarını tek bir yorum yapmadan, kendinden bir şey katmadan derleyip çıkarmış. Yücebaş bu defa siyasi partilerle ilgili bir derleme yapmış. Kitap, DP döneminde yayımlandığından olmalı, ayrıca bir dikkat göstererek, karikatür ve esprilerde İnönü ve CHP eleştirilerine yoğunlaşılmış. İktidar yanlısı içeriği ilgi çekici. 

Pazar, Nisan 14, 2024

Perviz'in Yanmayan Adası

Celal Nuri İleri'nin Perviz novellası (1916) günümüzün diliyle yakınlarda yeniden yayımlandı. Bu tür kitaplara zaafım olduğundan hemen aldım, okumaya ise ancak fırsat bulabildim. Ne ki, daha ilk satırda takılıp kaldım. 

Eski yazı öğrenirken kitabı okuyabilir miyim diye kurcalamış, dili bana ağır gelmiş, daha kolay bir kitap bulmuş, Reşat Nuri'den bir romanla çalışmıştım. Ama şunu hatırlıyorum, İlk cümlede karşımıza çıkan yer, Yanmayan Ada değildi, Norveç'e bağlı Jan Mayen adasından söz ediliyordu. Hoş, hafızam beni yanıltabiliyor, iddiacı olamıyorum. 

Takıldım işte... Kitabın ilk baskısının bir kopyasını bulamadım ama Mustafa Kurt'un Celal Nuri İleri'nin Romanları (2012) kitabını aldım, yanılmamışım, çevrimyazıda hata yapılmış, yukarıda ve aşağıda ilgili sayfaları paylaştım, Yan Mayn ismi Yanmayan olarak okunmuş, öyle aktarılmış... 


Cumartesi, Nisan 13, 2024

Kahrolsun Rakı!

Kırklı yılların sonunda başta rakı olmak üzere içki fiyatlarında indirim yapılıyor. Bu indirim, müdavimlerini mutlu etse de tepkilerle karşılaşıyor ve gazetelerde bir tartışma yaratıyor, siyaseten romantikler ve seçkinci muhafazakarlar diyelim, İstanbul'daki suç oranının artmasını rakının ucuzlamasına bağlıyor, günü kurtaran gazeteci yazıları yazıyorlar. 

Kitap, o yazılardan yapılmış bir derleme: uzun adıyla "Rakı fiatlarının indirilmesi karşısında Memleket Aydınlarının Düşünceleri"... Yeşilay yayımlamış. İçki karşıtlığıyla tanınan, DP  döneminde İstanbul Valiliği yapan Fahreddin Kerim Gökay, bir önsöz yazmış... Kitabın onu fikri olduğu anlaşılıyor. O tarihte Yeşilay Genel Başkanı. Zaten tartışmaların merkezinde de bir tarafta Gökay diğer tarafta Tekel yer alıyor. 

Sosyal ilişkilerindeki başarısı, nüktedanlığı ve çalışkan kişiliğiyle tanınan Gökay, anlaşılan o ki, gazeteleri birer birer dolaşıyor, ünlü gazeteci ve yazarlarla konuşuyor. İnce bir çizgide, dönemin Hasan Saka hükümetine ve Tekel'e muhalefet ediyor demek daha doğru. O bakımdan ayrıca ilginç, tek parti alışkanlığıyla o yıllarda hükümetleri eleştirmek kolay değil. Kitap, bizzat İnönü'nün konuşmalarından yapılmış iki epigrafla başlıyor mesela. Aralık 1946 ile Ocak 1947 tarihleri arasında gazetelerde çıkan yazı ve karikatürlerden bir seçme yapılmış. Sonradan yayımlandığında Tekel idarecileri ve bakan da değişmiş durumda...Gökay'a şöhret ve itibar kazandıran ilk kamusal tartışma olabilir. 

Bir parantez açayım, resmi açıklamalara göre sahte rakı üretimini engellemek adına rakı ucuzlatılıyor, karşı argüman ise, sahtecilere ağır ceza vermek, rakıyı ağır vergilerle pahalandırmak elbette. Alkolün, şiddeti artırdığı ve insanları suç işlemeye yönelttiği ise haliyle abartılı bir yorum. 

Üç dört yıl geriye gideceğim, savaş sırasında gazetelere yönelik bir sansür uygulaması var. Cinayet ve intihar haberleri, halkı umutsuzluğa sevketmemesi için engelleniyor. Bu sansür, savaşın bitimiyle gevşediği için cinayet haberleri birdenbire faş ediyor ve gördüğü ilgiyle çok satar suç magazinleri, bulvar gazeteleri türüyor. Gazeteler, seri katillerden, adi suçlulardan, mahkeme haberlerinden daha çok bahsetmeye başlıyorlar. Aslında cinayetler birdenbire artmış değil, zaten var ve geçmişte neyse o oranda sürüyor ama yeniden "haber" oldukları için başla türlü anlaşılıyorlar. 

Gazeteler, kendi ürettikleri "gerçekten" korkar oluyor, kendi üretimlerini sahici  bir "cinayet patlaması" sanıyorlar. İçkinin ucuzlatılması tam da bu devreye denk düşüyor ve gazeteler, alkolü bir suçlu olarak gösterip ahlakçılıkla sosyal mühendislik yapmaya girişiyorlar. Bunun bir alt metni de var, derlemedeki metinleri okurken en çok şunu fark ediyorsunuz, "cahiller" içmesini bilmiyor ve "sapıtıyorlar"demeye gelen sayısız yorum var. Eğitimliler ve halk ayrımı burada da kendini gösteriyor. İçkiyi ucuzlatmak, kontrolsüz bir popülerleşme yaratıyor diye düşünülüyor. 

Bu korkular bugün de yaşıyor ama o gün, içkiyle ilgili dinsel bir tartışma olmamış, o yokluk da günümüzü anlatıyor aslında. 

Cuma, Nisan 12, 2024

Son Okuduklarım 89

Bir süredir okuduklarımı yazamıyorum, iş yoğunluğundan da olabilir, okur okumaz not almadığımdan da...Üşeniyor ve atlıyorum. Yapabilirsem üst üste, paylaşacağım... Gipi'den yeni bir albüm. Çağdaşımız olan bu usta hikaye anlatıcısını keşfetmemiş olan varsa, Bir Savaş Hikayesi İçin Notlar, güzel bir başlangıç olabilir, hoş nerden başlansa "yeni" ve "farklı" olur da, ben demiş olayım.  Albüm, bir distopya hikayesi, tam ne olduğunu anlayamadığımız bir savaş ortamında taşrada geçiyor. Üç delikanlının, mafyayla yerel milis arası bir oluşuma dahil olmaları, büyümeleri, sertleşip acılaşmaları anlatılıyor. Hikaye dediğime bakmayın, klostrofobik bir arkaplanda karakterlerin seyrini, mafyaya girmek isteyen genç çakalların kendilerini beğendirme ve cesaret gösterilerini okuyoruz. İlham verici, ödüllü ve itibarlı bir hikaye. Suç ve Ceza, Dostoyevski'nin en ünlü romanı, global edebiyatın şaheserlerinden, çizgi romana uyarlanabilir mi, çok emin değilim. Sayısız kez denendi, uğraşıldı ama akılda kalan, takdir edilen bir örneği olmadı. Haliyle, yakınlarda çıkan Bastien Loukia uyarlaması da hatırda kalmayacaklar listesine eklenenlerden biri olacak... Loukia, bildiğim bir auteur değil, güçlü çizgileri var diyemem ama asıl olarak sahne kurmakta çok zorlanıyor. Sürekli yakın çizimlerle, mekanı ve atmosferi bazen hiç göstermeden, konuşan kafalarla hikaye anlatıyor. Albümü elime aldığımda bu eksikliği hemen fark etmiş, en azından romanı nasıl senaryolaştırmış merakı duymuştum. Onun da üstesinden gelmiş diyemem...Ardışıklık kuramamış, okutamıyor-seyrettiremiyor.

Aşk Denizi, 2023 başında yayımlanmış, çıkalı epey olmuş yani, fark etmemişim. Söylemesem olmaz, çıkan yayınları takip edebilmek eskisi kadar kolay değil, kitap satış siteleri günbegün irtifa kaybediyor, yeni kitaplar "vitrine" dahi çıkamıyorlar. Hiç böyle olmamıştı, piyasanın küçüldüğünü gösteren bir şey bu... Albüm, yazısız-herhangi bir biçimde yazının (balonun ve anlatım kutusunun) kullanılmadığı bir çizgi roman. Storytelling meselesinde ardışıklık hayati bir önem taşıyor, yazısız çizgi romanda bu hayatiyet daha da belirginleşiyor, yalın ve anlaşılır olmanız gerekiyor, maharet istiyor, bile isteye bir enstrümanı kullanmıyorsunuz çünkü... E Aşk Denizi nasıl derseniz, kalbırüstü bir örnek değil derim, öncelikle hikayesi ilgimi çekmedi, çizgiler de çok özel değil... Yine de teknik olarak güzel bölümlere sahip, türe ilişkin klişeleri ve o klişeleri taşıyan sıkıntıları görmek için iyi bir örnek. Issız Ada karikatürleri yazısız karikatürün tükettiği esprilerdendir, okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Duruna, 2003'te çıkmış, underground nitelikli, erotik bir çizgi roman dergi-albümü. Sahaflardan buldum, vakti zamanında el altından satıldığını, yasa dışı olduğunu düşünüyorum. Bir parantez açayım, görseldeki kapakla biraz oynadım, sansürledim...Çünkü yükselen "muhafazakarlık" nedeniyle şikayetler olabiliyor, blog kısıtlanabilir filan, onu istemedim ve o büyüleyici (!) "topluluk kurallarını" kendi adıma uyguladım (!).  Duruna, Hanz Kovacq'ın (1936-2016)  Hilda serisinin (1997) ilk bölümü aslında. Aslı Fransızca olmasına karşın İngilizceden çevrilmiş.  O yıllarda popüler olan Serpieri'nin Druna çizgi romanının isminden faydalanmak istemiş, adını değiştirmişler. Hilda, pek özgün bir seri değil, Solana Lopez'in Young Witches serisinden ziyadesiyle etkilenmiş bir çizgiye ve hikayeye sahip. Yani bizim korsan yayıncılar, seçtikleri çizgi romanın aslını değil taklidini ve bunu yaparken de başka bir çizgi romanın ismini kullanarak-çalarak yayımlamışlar. Bu isim ve yayın seçiminin gerekçelerine oldum olası akıl sır erdiremem. Hilda'ya gelince, sanıyorum, dilimizde yayımlanan en pornografik, en "sakıncalı" bir iki çizgi romandan biri olabilir.  

Perşembe, Nisan 11, 2024

Dilemma


Çizgi: Berat Pekmezci 

 

Luis Pessoa

https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Cc-09-1037844282

 
https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-11-1037844912

https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-07-1037845777

https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-06-1037845773

https://www.deviantart.com/impaireddigitalart/art/Mo-03-1037844843

Çarşamba, Nisan 10, 2024

En Önemli Sorun


Türkiye'nin en önemli sorunu "şudur budur" demeye, sormaya-cevaplamaya oldum olası bayılıyoruz. Bir tane de ben yazayım dedim.

Bence memleketin en önemli sorunu yaşlılar. Hayatın arsız bir temposu var, yaşlılar bu temponun dışındalar, bizim dertlerimizin dışında bir ritimle yaşıyorlar. Çoğu duymuyor,  çoğu artık hatırlayamıyor, çoğu konuşmalara katılamıyor...Gün dolduruyorlar. Biz onlara bakıyoruz, bakmak dediğim bazen bakım, bazen sadece bakmak... İleride onlar gibi olacağımızı bilerek bakıyoruz onlara. Annemiz, babamız, dedemiz, ninemiz, akrabamız, komşumuz, yakınımızlar ama bize hep geçmişi hatırlatıyorlar. En çok da ölümü...

Kaybetmekten, yalnız ve eksik kalmaktan da korkuyoruz.

Yaşlanan insanlarda ilgimi en çok çeken şey, gezme-görme, bir yerlere gitme arzusu... Etraftakiler, çoluk çocuk da bunu yapmak istiyor: "Teyze, gezdirmiyorlar mı seni?" Bir yere gitmek, evden çıkmak, başka bir manzara görmek... Rutinlerinden çıkmak onlara iyi geliyor, halbuki düşününce, iyi göremiyorlar, iyi duymuyorlar... E niye ordalar, niye istiyorlar? Bir yere gitmek, ilgi gösterilmek demek çünkü...

Gençken, yaşlı turistler görüp, "bu yaştan sonra görsen ne görmesen ne" derdim, bunu söyleyen onlarca insan olurdu etrafımda. Galiba diyeceğim, en azından ben böyle düşünüyordum, turistik bir seyahatin "cinsel" bir güdüsü de olmalıydı, hani bunları yapamayacaksan, ne diye yollara düşüyordun... Etrafımdaki yaşlı erkeklerin kadınlardan söz etmesine, cinsellikle ilgili espri yapmasına bakıyorum da bu güdü, erkeklik ezberinden kolay düşmüyor, ötelenmiyor...Geziyorlar, çünkü "görüyorlar" başka yerler kadar, gençleri, başka bedenleri izliyorlar. Tanışmak ve tanışma ihtimali, hayli etkili bir motivasyon hâlâ.

Bir de cinselliğin yerine ikame edilen yemek yeme arzusu var... Garip bir hazla yemek düşünüyorlar, ilerleyen yaşlarda çıkan hastalıklar, pek çok besini kısıtladığından, ilaçlarla sürdürülen bir hayat yaşadıklarından, yemeklere yönelik marazi bir arzu duyuyorlar...

Yaşlılık, kadın ve erkek geçmişlerinden izler taşıyan başka bir tür.

Çocukken örneğin bayramlar harçlık demekti, büyüdükçe saçma biçimde bir evden bir diğerine sürüklendiğim gezmeler oldu... Şimdi yaşlıların eylenmesi gibi geliyor bana...Onlara yönelik saygı, sevgi, sempatinin en yoğun yaşandığı zaman aralıkları...

Salı, Nisan 09, 2024

Burnunu

Pandemi sırasında doktor arkadaşlar, insanların burunlarına çok dokunduklarından, parmaklayarak  karıştırdıklarından, bulaş riskini artırdıklarından söz ediyorlardı. İlk hastalardan biri olunca ayrıca dikkat kesilmiştim, ne ki, burnuma çok dokunuyormuşum. Öyleymişim, gülerek yazıyorum, sahiden bu kadarını bilmiyordum. hayatım bir film şeridi gibi filan şey edince, hah dedim, ta çocukluktan bu yana hep böyleymişim.

Hele yük filan taşırken burnum mutlaka araya girer ve bi kaşısan ricasında bulunur, nefes nefes oflaya puflaya, kaşırım, sonraları anladım ki ruhen sıkıldığımda filan bildiğiniz burnum kaşınıyor...  Askerdeyken asistanlık sınavına girmiştim, mülakatta nasıl kaşınmıştı anlatamam. Bahar gelince, burnumun kaşınması daha da artıyor, polenler yüzünde hapşırıp tıksırmaya başlıyorum...

Yakınlarda, burnunu karıştıran insanların alzeymır (alzheimer) olma ihtimalinin yüksek olduğuna dair ciddi bir doktor yazısı okudum. El yoluyla, burundan giren bakteriler ve diğer tuhaf şeyler, insanı bitiriyormuş falan filan... Covid derken bir de Alzeymır çıktı karşımıza...

Burun karıştırmak, hemen her kültürde bönlüğün işaretlerinden biridir ve edep dışı-ayıp sayılır. Çocuk eğitiminde özen gösterilen safhalardandır. İşin Alzaymıra kadar varması boşuna değilmiş mi diyeceğiz? 

Mizah, edep dışından beslendiği için gaz çıkaranlar, midesi bozulanlar, geğirenler, sümüğüyle oynayanlar malzeme edilir. Hoş, edep bahsi çetrefillidir. Yukarıda paylaştığım Lombak kapağının çizilebilmesi bile zaman aldı, bizde grotesk olanın esprileştirilmesi yakın tarihlidir, son çeyrek asra  tekabül eder. Akbaba'da ya da Gırgır'da burun karıştıran birinin çizimine rastlayamazsınız, başka bir estetikle üretilirler. Meğer, eskiler Covid'e de Alzaymır'a da karşılarmış, muhalefet ederlermiş... 

Pazartesi, Nisan 08, 2024

YanyanaŞamata

Altan Erbulak ile Oğuz Aral, ellili yıllarda, Yeni Sabah gazetesinde birlikte çalışıyorlar. Gazetede ne kadar ortak mesaileri vardı bilemiyorum ama Cafer ile Hürmüz-Hayk Mammer bantları uzun seneler yanyana-altalta yayımlanıyor, bu da iki arkadaşın, mizahi anlamda oyun oynamalarına, birbirlerine takılmalarına-atışmalarına vesile olmuş görünüyor. 

Çeyrek asır önce, başka bir iş için gazete taraması yaparken-çalışırken, oyunbazlıklarına rastlamıştım. Editöryal olarak yazı işlerinin buna izin vermesi bana ilginç gelmişti, yakınlarda gördüğüm bir başka örneği paylaşarak dert ettiğim meseleyi anlatayım.

Yukarıda Cafer ile Hürmüz bantının sonunda komşu bantın çizeri olan Oğuz Aral'a mesaj yollanmış, aralarında süren atışmayı bilmediğimiz için espriyi anlamıyoruz.  

Oyunbazlık dediğim bu zaten, serüvenler sürerken, Aral ya da Erbulak, hikayeyle ilgisi olmayan bir biçimde bir diğerine mesaj yolluyor, bu bir cevap da olabiliyor, cevaba zorlayan başka bir şey de...yani hem banttaki serüven hem de "atışma" tefrika olarak sürdürülmüş oluyor. Aralıklarla bunu hep yapmışlar, eğlenmişler.

İki bantın gerçeklik vehmiyle kurulan kendine dair bir hikaye evreni var, tefrika edildikleri için asıl güçleri ve motivasyonları bir sonraki günü merak ettirmek üzerine kurulu... Oysa Erbulak ve Aral, bunu pek umursamamışlar.... 

Başına ne geleceğini bilmediğimiz Cafer, tekinsiz bir serüvenin ortasında geriliminin dışına çıkarak şaka yapıyor...Anlıyoruz ki yaşayacak, o tehlikeyi atlatacak... Merakı sönümlendiren, serüven gerçekliğini-gerilimini bozan bir müdahalede bulunmuş...

Bir iki kez daha yazdım, Erbulak ve Aral, içinde bulundukları çizer kuşağı içinde kendilerini en çok çizen isimler, anlattıkları hikayelere mutlaka bir karakter olarak dahil oluyorlar. Okura, o hikayenin yaratıcısı olduklarını daima gösteriyorlar. Şurası çok açık ki, hikayecinin, okurla hikaye arasından çekildiği bir tarzdan hoşlanmıyorlar. Bunu sadece kişiliklerine değil, tiyatroyla olan ilişkilerine,  mesleki olarak tutunma gayretlerine bağlamak mümkün. 

Pazar, Nisan 07, 2024

Yalnızlık

https://www.deviantart.com/lustmordandwargasm/art/Snoopy-rough-11116918

Tek başına yaşayan insan sayısının sadece İstanbul'da bir milyona yaklaştığı iddia ediliyor. Memlekette istatistik denilen şeye güven olmasa da, insan ömrünün uzaması, ailenin küçülmesi, boşanma oranının artması gibi nedenlerle metropollerde böylesi bir yükseliş olduğu tahmin edilebilir. 

Mesele sadece yalnız yaşamak da değil, yalnız hissetmek... Yapılan araştırmalara  göre eşine, ailesine, hayat arkadaşına rağmen kendisini yalnız hisseden insan sayısı çok daha fazla çıkıyormuş... Amerikalılar, yalnız yaşamayı ve yalnızlık hissinin yükselişini bir kamu sağlığı sorunu olarak görüyorlar. Biz "bizim daha sahici dertlerimiz var" tadında bakıyoruz bu duruma...

Derttir-değildir, doğrudur-yanlıştır o fasla hiç girmeyelim... Benim ilgimi çeken, bu mesele ne zaman konuşulsa, sosyal medya arkadaşlıklarıyla gerçek hayata (ve yüz yüze iletişimle kurulan ilişkilere) yönelik karşılaştırmalar yapılması.  Mutlak bir doğru gibi, hemen herkes, sosyal medya ilişkilerini azımsıyor hatta kahrediyor. "Nerde o eski Ramazanlar" tadında yeni medya düşmanlaştırılıyor. 

Haliyle epeyce yaşlı bir tonu var bu eleştirinin, poz mu desem, boş beleş mi, tam öyle bir şey. Yalnızlığın ya da yalnızlık hissinin bir sonucu değil sosyal medya, hatta nedeni bile olamaz. Her birimiz, yazarak, konuşarak, karşılaşarak, yaşayarak biriyle ne yaşayabileceğimizi öğreniyoruz. Devam ediyoruz ya da etmiyoruz, ara veriyoruz, hayat gailesi içinde başka birine dönüşüyoruz ya da ilişkide olduğumuz birisi başka birine dönüşüyor. Yanılıyoruz, yanıldığımızı sanıyoruz vs vs...O kadar çoklu bileşkeler ki bunlar... Tü kaka edince bitmiyor yani. Bir medium, sadece iyi veya sadece kötü olamaz, hepimiz buradayız, ve "hiç olmadı öyle bir Ramazan!"

Cumartesi, Nisan 06, 2024

Çizgilere Derkenar 35



1996'da bir hatıra para çıkarılmış, meraklısı-koleksiyoncusu bilir, Merkez Bankası bu tür seriler çıkarıyor, ben bu parayı bilmiyordum, hoş, o yıllarda bilsem, alır mıydım, alabilir miydim emin değilim. Ne ki, ilgimi çeker, aklımda kalırdı, ondan eminim. Bu hatıra paranın özelliği, Turhan Selçuk'un imzasına yer verilmiş olması, o çok ilginçmiş, pek rastlanır bir şey değil çünkü. 

Ali Doğanlı, bir polisiye dermesine, DarkPolisiye 6'da yer alan bütün öykülerin başına bir kapak ve tek bir çizgi roman sayfası hazırlamış. Şık durmuş, albümün önüne geçtiği için editöryal olarak enteresan bir karar olmuş... Diğer yandan Doğanlı o ince işçiliğini her öyküye dağıtacağına, bir tanesini baştan sona uyarlasaymış sanki daha güzel olurmuş.

Geçtiğimiz aylarda Oğuz Aral'ın bir kopyasını paylaşmıştım, epeyce bir karikatürist, o kopyayı Aral'ın yapmayacağını savunmuş,  para kazanmak için bir başkası tarafından üretildiğini savunmuş, imzasının öyle olmadığını filan iddia etmişti. İdealistlerle, bu türden romantik çıkışlarla tartışmaya girmemeye çalışıyorum, cidden büyük bir vakit kaybı çünkü... Yakınlarda, yine sosyal medyada Aral'ın çok gençken ürettiği bir bantına rastladım, Amerikan bantlarından faydalanarak, bazen kare-kare kopyalanmış bir işi olduğunu görünce ister istemez gülümsedim. İnsanların genç olabileceğini, hayran kaldığı işi taklit edebileceğini, böyle böyle öğrendiğini nedense unutuyoruz. Garip. Nasıl anlatsam, "Monica Belluci de gaz çıkartıyor" diyorlar ya o hesap. İnsanız.


Related Posts with Thumbnails