![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Dikkat edin, sağcılar uzun bir süre, hasım oldukları siyasi partileri suçladılar, akılları fikirleri onlardaydı çünkü, başka türlü bir siyaset bilmiyorlardı... Oysa o siyasi partiler, Gezi'deki unsurlardan sadece birisiydi, kimse kimseyi yönetmiyor ve yönlendirmiyordu. Gerçekten anlamadılar.
Birini suçlayacaklardı, bize deli saçması geliyor ama o sağcı mantık mutlaka birini seçecekti, birilerine ajan, diğerine hain, öbürüne uşak, bir başkasına komprador demeden işin içinden çıkamayacaklardı... Bunca yıldır okuyorum, en az yüz elli yıldır tekrarlanıyor, sürüp gidiyor. Yok ibne, yok gavur, yok foncu, yok mandacı, yok İngiliz muhibbi, yok Soroscu ve falan filan "dönderip duruyorlar"...
E diyeceksiniz ki, bunları biliyoruz, muktedirler tek bir delil gösteremeden, savunmaları dinlemeden, kimseyi ikna etmeye gerek duymadan insanlara ceza kestiler.
Bir arkadaşım dedi ki, "biz" aramızda konuşup duruyoruz, kimsenin umurunda değil...Umurunda olanlar vardı, onlar da birer birer ülkeyi terk ediyorlar...
Elbette bu durum yeni değil, hep böyleydi, bu memleketin insanları "bizi" üzen ve kahreden, aslında herkesi ilgilendirmesi gereken özgürlük sorunlarıyla zerre ilgilenmez. Onlar için biri mahkemeye düştü mü, suçludur, ateş olmayan yerden duman çıkmaz filan derler... Biraz kurcalayınca anlarsınız ki, bal gibi de farkındadırlar, bile isteye "s.klemezler", ne yaparlar, e ev alırlar, oğlanı evlendirir, çocuğu işe koyar, herhangi bir şey için adamını "arar", daima güçlü olanın yanında dururlar, hayatları idame ve idare etmekle geçer...
Gel gör ki, siyasi literatürde geçtiği biçimiyle, o evlerdeki tencere eskisi gibi kaynamıyor... Hamaset de bir yere kadar demek istiyorum, ben ekmeğime bakarım diyecekler, o düşmandı o haindi pek tınmayacaklar göreceksiniz... Demokrasiyi ve adaleti eşitlikle değil keyfiyetle kurarsanız, gün gelir mağduru olursunuz...sosyal medyada rastladım, güzel espriymiş, ben yaşlarda biri bulmuş olmalı, "La şante mi kantare gün gelir seni tartare..."
Yılmamak, mutlaka enseyi karartmadan "çalışmak" gerekiyor...
![]() |
![]() |
![]() |
İnsan tabii ki yanılmak istiyor, iyimser olmayı yeğliyor, bir ümitle sürpriz bekliyor... Olmadı, yasalar önünde herkesin eşit olabilme idealini bir türlü sağlayamıyoruz. Bizatihi uygulayıcıları buna inanmıyorlar, tek adamdan medet, makam ve ulufe bekleyerek yaşıyorlar çünkü.
Kahredici, her bakımdan tepetaklak düşüyoruz...
![]() |
Bazı insanlar vardır, manşetiyle dolaşırlar. Onlardan biriydi, belki de en ünlülerinden biri oldu. Manşetiyle dolaşan adamlar mutlaka ve mutlaka, en önemli, en can alıcı şeyi konuşurlar, başka bir şeyi değil sadece onu konuşurlar, öyle bir konuşurlar ki, İsrafil misali yüzümüze üflerler, e hayat da bir kıyamettir onun dilinde.... Suçlarlar, suçlanalım isterler.
El hak, iyi konuşurdu, doğru şeyler söylerdi, ama dedim ya, manşetiyle yaşayanlardandı, mesela edebiyatı denedi, olmadı, edebiyat bu kadar bağırtıyı kaldıramaz, kaldırmadı zaten, beyfendi twitterda manşetini tazeleyerek yaşıyor...
![]() |
Yanlış anlaşılmasın, tabii ki özel tasarımları biliyorum, mesela Balcıoğlu'nun, mesela Baruter'in yaptığı işlerden haberdarım, benim kastettiğim mahalle kahvesinde elden ele dolaşan kağıtlarla ilgili... Yerli bir ikonografi tercih edilmemiş, oralarda hiç olmamış-denenmemiş diyorum...
Hadi bizimkiler yapmadı, yabancılar yapabilirdi. Geçen yüzyıl başlarında, İstanbul'da satılan kartpostallar (sevda kartları) mesela, yerli gibi durur, ama hepsi yurt dışında çizilmiş, üretilmiştir...Ticaret bu, İskambil'in Osmanlısını-Türk usulünü yaparlardı gibi geliyordu...
Ahmet Yeşilyurt'un Tanzimat'tan Erken Cumhuriyet'e Kumar kitabında rastladım, meğer üretilmiş ama ülkeye girişine izin vermemişler, kapakta bir örneği kullanılmış, gümrükte durdurmuşlar, yasaklamışlar, men etmişler diyelim. Kıral da değil, papaz kalsın istemişler...
Biliyorsunuz, Sifiliz hastalığına biz Frengi diyoruz, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ancak yabancılardan gavurlardan geliyor diye düşünüyoruz, buna inanmak istiyoruz.
İskambilde de aynı mantık sürdürülmüş, yani kumar da frengi (fuhuş) gibi düşünülmüş...
Sosyal medyada özellikle cinselliklerini kullanarak fenomen olan kimi kadınlar, fotoğraflarda, videolarda bir bakıyorsunuz, haç takmışlar, soran olursa, kızan olursa "ben Müslüman değilim" demek istiyorlar sanki, bu yaptıkları bana kurşun geçirmez yelek giymek gibi geliyor, Frengi Yeleği giymişler diyorum... Mavra tabii...
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Bulvar gazetesi 1986 yılından... O ara hükümetle araları iyiymiş, öyle anlaşılıyor, sonra Nazlı Ilıcak sebebiyle epey gerilimler olacaktı...
![]() |
![]() |
![]() |
Çizgi romanda daha önce görmediğimiz bir beyfendi ile karşılaşıyoruz, "Aşık Veysel bu toprakların önemli bir sesidir, rahmetle anıyorum" diyerek hikayeyi kapatıyor, birinci tekil şahıs ağzıyla yazıldığına göre hikayenin anlatıcısı benim demek istemiş... Kim bu anlatıcı bilemiyoruz, metnin yazarı da belirtilmemiş...
Tahminim, konuşan beyfendi Sivas Valisi...Sadece "rahmetle anıyorum" demekle kalmamış, kendini de çizdirerek biyografiye dahil olmuş...Kimin parasıyla basılmış, kimin parasıyla kendini o biyografiye dahil ettirmiş faslını geçiyorum, bunların konuşulması gerekiyor ama konuşulmuyor, şikayetçi olması gereken vatandaşlar dahi normal buluyor olup biteni. Beni rahatsız eden bürokratların bu denli öne çıkma arzusu, bana en hafif deyimiyle "ayıp" geliyor... Mesele, Aşık Veysel ise, sen gelip geçicisin..."İki kapılı handa" diyorsan eğer gereğini önce kendine hatırlatacaksın...
![]() |
Gölge için Akbaba taklidi dedim ama şu notu da düşeyim, taklitçiler genellikle taklit ettiklerini eleştirmeye de girişirler, Gölge'nin çeşitli sayılarında Akbaba'ya sataşıldığı görülüyor, bilemiyorum, belki sorsalar Akbaba da bir Fransız dergisinin taklidiydi diyecekler. Gölge, fikren ne CHP ne de DP'liyiz demiş ama sonradan o iddiası da berhava oluyor.
Yazıyı Gölge'yi anlatmak için yazmadım, bir sayısında Aziz Nesin'i saldırmışlar (eleştirmişler diyemiyorum), bana kalırsa nefret suçu içeren şeyler yazmışlar, o sebeple yazıyorum. Kimi okurlar, Aziz Nesin'den niye yazı almıyorsunuz diye sormuşlar, sahiden sormuşlar mı belirsiz, Nesin dergide yazmak ister miydi yine belirsiz, gel gör ki Gölge husumetini açıklamak için vesile etmiş, Nesin'in neden yazamayacağını tadını çıkararak şöyle açıklamış: "Akbaba'ya yazar, Dolmuş'a yazar, Yeni Gazete'ye yazar, Eski Mecmua'ya yazar. Fakat çok meşhur Aziz Nesin Efendi ne yaparsa yapsın Gölge'ye yazamaz. Para istese günahımızı bile vermeyiz. Bedava yazsa kabul etmeyiz. Üste para verse, yine faydasız" diyerek maddeler halinde Nesin'in komünist olduğunu anlatmaya başlamışlar. İşte 1950'de Yeni Başdan'ı çıkarmış, komünist Marko Paşa'da çalışmış, Merhum Paşa, Malum Paşa onun eseriymiş, komünist olduğu için Bursa'ya sürgün edilmiş, hapiste yatmış, Sayın Menderes meclis kürsüsünde isim vererek komünist olduğunu söylemiş vs vs
Küçük bir alıntı daha, işin içinde Sabahattin Ali de var: "Yaşadığı müddetçe hep Kremlin ağzı ile -yani sahibinin sesi ile- ürüyen ve neticede bir hayır sahibi tarafından çok özlediği affedersinizlerin cennetine yollanan Sabahattin Ali'nin Marko Paşa'sını hatırlarsınız. İşte Aziz Nesin, bu Marko Paşa'nın tesadüfen en gözde elemanı idi ve tabii tesadüfen göze geldi."
Siyaseten kimseden yana değiliz deseler de anti komünist ve sağcı oldukları hemen anlaşılıyor, üslupları her bakımdan tatsız... Niye yazmışlar, ne istemişler Nesin'den, katledilmiş Sabahattin Ali'den filan... Tabii ki anlıyorum ama katılamıyorum, eleştiridir diyemiyorum. Belki asıl amaç Akbaba'yı yaralamak, ihbar etmek, rakibi yaftalamak... İmzasız olduğu için kim yazmış belirsiz, derginin sahibi Turgut Atasoy, Gölge'den önce İstanbul isimli bir sanat edebiyat dergisi çıkarıyor, çok bildiğim bir yayın değil ama 27 Mayıs sonrası Yol diye bir başka dergi çıkarıyor, o dergi yine sağcı bir Atatürk yorumuyla kendini vareden neşriyattan, anti komünizm orada da mevcuttu diye hatırlıyorum.
Bu tür polemiklerde, tahkir ve tezyif edici dille bir saldırıya geçildiğinde, o dergide çalışanlar ne hissediyordu diye düşünürüm. Gölge'de Oğuz Aral, Bedri Koraman, Yalçın Sade gibi bir kısmı Nesin'le çalışmış, hasbihal etmiş pek çok mizahçı var, böyle zamanlarda siyasetten ne anlıyorlardı, insani olarak ne kadar rahatlardı. Otuz yıl oldu, Turhan Selçuk'a sormuştum, 27 Mayıs'tan önce siyasi olarak solculuk nedir bilmiyordum demişti bana. Kim bilir, karikatürcüler Aziz Nesin'den korkuyor, onun bir komünist ajanı ihtimalini akıllarında tutuyorlardı.
Türkiye'nin karışık dönemleri hiç bitmez. Sallayan sallayana, kahreden kahredene...geçiyor ömrümüz.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Müslümanlığın, popüler kültürün bir parçası olduğu genellikle atlanıyor...
Popülerleşen her şey, birbiriyle uzlaşmayan pek çok farklı biçimde alımlanır ve yorumlanır... Bu kadar çok insan bir şeyi seviyor veya nefret ediyorsa, o nefretin ve sevginin tek bir gerekçesi yoktur. Din, ideoloji veya popüler ikonlar böyledir, onları asla ve kat'a tek bir "anlama" sabitleyemez, indirgeyemezsiniz, doğal olarak çeşitlenirler, o sebeple popüler olurlar... Hep yazıyorum, her tüketici "mesajı" veya o "hikayeyi" kendi kültürel ve siyasi sermayesine göre yeniden anlamlandırır ve her defasında bir kere daha "üretir."
Erzurum'daki Müslümanlık ile Edirne'deki Müslümanlık birbirinden farklı yaşanır, doğrusu şu veya bu diyemezsiniz, herkes onu kendi hayatına adapte eder... Edirne'de bir ramazan günü iftara düğüne gider gibi dans ederek, göbek atarak gidenler görmüştüm. Halbuki şaşırmamalıydım. Cezayir'de, Dubai'de ya da Tahran'da farklı yaşanıyordu, biliyordum...
İşte efenim ortada herkesin okuyabileceği bir kutsal kitap var, referans alınması gereken sadece ve sadece o'dur, farklı yorumlara ihtiyaç yoktur diye kestirip atılır, biliyoruz ki hiç de öyle değildir, o kitap ve etrafında gelişen öğreti, o kadar farklı biçimlerde yorumlanmıştır ki, say say bitmez... Çok insan, çok kültür, farklı diller, farklı ideolojiler, uzun yıllar, değişen dünya, kapitalizm, modernleşme, pıy pıy say say bitmez...
"Gerçek Müslümanlık", "din'de bu yok" veya "hayır var" diye başlayan cümleler bu bakımdan nafile lakırdılar, zamanın ruhuna göre uçuşan savunma ve saldırı işlevi görmekten öte bir anlam taşımıyorlar..
Gençliğimde kendimce bağnaz bir şey duyduğumda inatlaşır "Kur'an'da yazmıyor bu derdim", sonra anladım ki, tartışmanın esası metnin kendisiyle değil, bizden olanlarla olmayanları ayırt etmekle ilgiliydi... Yazıp yazmamasıyla zerre alakası yoktu, din, sadece o metne dayanmıyordu artık... Din, popüler kültürün ve o kültüre ait gösterilerin bir parçasıydı...İnsanlar tek tek, inançlarını ve kendilerini meşrulaştıracak çıkışlarda bulunuyorlardı, asıl olan buydu.
Olumlu düşünmek ile besmele çekmek arasında ne kadar fark var derdim hep. Geçenlerde sosyal medyada denk geldim, orta sınıftan tahsilli bir kadın, paylaştığı her fotoğrafın altına "bugünü de yaşadığım için şükrediyorum" türü şeyler yazıyor, yineliyor... Tuba Ünsal, kendi dünyasından, kendi hayat tarzına uygun bir "namaz" yorumu yapıyor, ilk defa da yapılmıyor, dikkatle bakılırsa buna benzer belki on binlerce yorum yapıldı yapılıyor ve yapılacak... Doğru veya yanlış denemez dedim yukarıda, şöyle de diyebilirdim, yanlışlasak da denecek, doğrulasak da denecek, popüler kültür içinde bir şeyin doğru, yanlış, samimi, sahici, hakiki veya gerçek olduğunu ispat edemezsiniz, "konuşursunuz"
Laf uzamasın, Ramazan geldi, inananlar ve inanmayanlar kendi meşreplerine göre yaşayacaklar bu ayı, tartışmalar ve karşılıklı gösteriler olacak, ama tamamı popüler kültür tartışmalarının bir örneği olarak tekrar edecek...