
Pazartesi, Şubat 28, 2011
Alf-Art

Etiketler:
101 Yorum,
çizgi roman,
Kitap,
Tenten
Pazar, Şubat 27, 2011
Değişmez mi?!

Cumartesi, Şubat 26, 2011
Her Karış Toprağı Sulandı Kanla…

Siperlerdeydik, isminden anlaşılacağı gibi geçen yüzyılın ilk büyük savaşını resmeden bir çizgi roman; yalnızca savaşı değil siper gerisinde yaşanan gündelik yaşamı betimliyor. O ağır ve iç acıtan koşullarda askerlerin nasıl yaşadığına, direndiğine ve ölümle-ölüm fikriyle nasıl baş ettiklerine odaklanılıyor asıl olarak. Bir dönemi anlatmakla birlikte kronolojik bir tutumu tercih etmemiş Tardi, sonu ölümle biten kısa hikâyeler seçmiş. Askerler, episodların başında, bazen daha ilk kareden bizimle konuşuyorlar ya da bir üst ses, günlük ya da mektup yazar gibi yaşadıklarını anlatıyor. Konuşanların hepsi içli, bıkkın ve öfkeliler. Savaşın anlamsız yüzünü gösteren hırpanilik, açlık, yoksunluk ve sair ne varsa epigraflar, vesikalar, rakamlar ve tahlillerle tasvir ediliyor. Tardi, kısa, alaycı, ısırıcı nitelikte araya girmeler yapmıyor değil… Her dizesinde bir boru sesi, her cümlesinde şaha kalkan süvariler, şehitler ve feda edilen kan olan hamaset edebiyatını diline doluyor. Hani insan uzun süre maske taşırsa bir gün yüzü müdür, maskesi mi fark edemezmiş ya… Tardi hamaset maskesiyle uğraşıyor, “yalan söylüyorsunuz” dedirtiyor anlatıcılarına, onların ağır tecrübelerinin posasını çıkartıyor sayfalarına… “Böyle geçiyor işte günler!” diyor askerler, silah taşımaktan bükülmüş kolları, sakallı yüzleri, tükenmiş inançlarıyla ölümü bekler gibi mırıldanıyorlar; cesetler, sıçanlar ve çamur tamamlıyor prelüdü.
Çizgi olarak siyaha ve tram kullanarak griye yüklenilmiş… Eprimişliği ve sakilliği, daha önemlisi karamsar atmosferi belirginleştirmek için griye ziyadesiyle başvurulmuş. Süngü hücumlarında, mitralyöze karşı saldırıya geçilen sahnelerde, ekseriyetle ölüme gidilen anlarda, balon veya anlatım kutusu benzeri iç ve dış sesi imleyen hiçbir şeye yer verilmemiş. Karelerdeki efektsizlik sözün bittiği yeri imliyor. Ölümün eşiğinde olmak, hikâyelerin en önemli belirleyeni. Bütün hikâyelerde gülen, neşeli görünen tek bir kişi var; belki gamsızlıktan, belki her ne olursa olsun koşullarla baş edebilme mahareti yüzünden gülümsüyor. Onun da sonu fark etmiyor gerçi… Kimi hikâyelerde naturalistik bir etki kendini hissettiriyor. Eden bulur ya da rüzgâr eken fırtına biçer gibi bir şey bu… Öyle ya da böyle herkes öldüğü için fark edilmiyor ama Tardi, kötülük yapanı-vahşileşeni cezalandırmayı tercih etmiş.
Tardi’nin anlatım dili, meselesi nedeniyle doğal olarak edebiyata yakın. Bu yüzden de geleneksel çizgi roman okurunu hemen cezbetmiyor anlattıklarıyla. Bilmeyenler için hatırlatalım, Tardi her türden milliyetçilikten muzdarip olduğundan lafını da esirgemiyor. “Kanım Fransa’ya feda olsun diyordum, bitler sürüyor kanımın sefasını” diyebiliyor askerlerden biri alay ederek. Boşuna öldük-ölüyoruz öfkesi diyaloglarda ve kahırlanmalarda epeyce yineleniyor. Kurşundan sakınanlar, duralayanlar, emre itaatsizlik edenler, kaçanlar, ölmekten korkanlar, düşmanla hasbıhale kalkışanlar derhal kurşuna diziliyorlar. Önde Almanlar arkada Jandarma siperdekilere ölümcül bir tazyik yapıyor. Tardi, disiplinsizliğin ölümle cezalandırıldığını anlatırken infaz mangalarının cepheye yeni gelen acemilerden kurulmasına özellikle işaret ediyor. Askerler, öldürmeye soydaşlarıyla başlıyorlar, “kaçarsan” başına ne geleceğini, kurşuna dizileceğini daha ilk günlerden öğreniyorlar. Rahatsız edici, insanı hemen çarpan hikâyelere iki örnek: İlkinde, Almanlar, Belçikalı kadın ve çocukları önlerine katarak yürürken Fransızlar, Fransız olmayan herkese, ayırt etmeksizin ateş etmekten çekinmiyorlar; İkincisinde seferberlik ilan edildiğinde söylenen marşlara eşlik etmeyen yaşlı bir adam linç ediliyor. Tatsız, yürek burkan yaşanmışlıklar bunlar. Savaşta olur öyle şeyler deyip geçemiyorsunuz: Fransızca bilmeyen bir Korsikalı emirlere uymadığı (hayır, söyleneni anlamadığı) için kurşuna diziliyor, bir Yahudi kolaylıkla ön saflara, ölüme gönderilebiliyor.
Lisans derslerinde yaptığım, severek ve defaatle yinelediğim bir oyun var. Barthes’ın da yorumladığı bir fotoğrafta, Cezayirli bir asker Fransız bayrağına karşı selam durur. Öğrencilerden bunu yorumlamasını isterim: Sömürgecilik, emperyalizm, doğu-batı vs kavramlar üzerinden bir tartışma açılır. Soruyu değiştirir, “peki ya bu bayrak Türk bayrağı olsaydı ne derdiniz?” diye tekrar sorar, kenara çekilirim. Tartışmaya şaşmaz biçimde “gurur duyarım” diyen bir boyut eklenir. Bunu şu yüzden anlattım, meseleler bizim hayatımıza yakınlaştıkça sağduyumuzu daha kolay kaybedebiliyoruz. Tardi’nin çalışması savaş karşıtı içeriğiyle ayrıksı ve rahatsız edici bir anlatı. Uzak bir geçmiş, farklı bir etnisite ve başka bir bağlam deyip geçebilir miyiz anlattıklarına? Savaşın yıkıcılığı, o savaşın acıları dinmeden, yas süreci bitmeden pek tartışılamıyor. Tardi, böyle bir hikâyeyi yıllar sonra, seksenli yılların sonunda çizebildi. Çoğunluk değerleriyle yüzleşebilmek sahiden kolay değildir. Kendimizi düşünelim, 1914-1918 ile ilgili biz bugün her şeyi tartışabiliyor muyuz?. Tehcir tartışmalarını bir kenara koyalım, büyük bir siper savaşı olan Çanakkale’yi hamasete bulaşmadan anlatabilir miyiz? Benim ilk gençliğimde “Çanakkale Zaferi” bugünkü kadar önemli değildi. Nasıl oldu da bu denli popüler oldu? Kurtuluş Savaşı neredeyse bu siper savaşıyla başlatılıyor artık. Azımsamak adına yazmıyorum bunu. Tardi’nin savaş karşıtı hikâyesinin bir benzerini, örneğin Çanakkale savaşı hikâyeleri içinde kurgulayabilmek ne kadar mümkün?
Son söz: Siperlerdeydik, Türkçedeki savaş karşıtı literatürün sınırlı örneklerinden biri, bu yüzden ayrıca değerli.
Radikal Kitap, 25.2.2011
Cuma, Şubat 25, 2011
Galya’da Geçen Kısa Hikâyeler

Perşembe, Şubat 24, 2011
Salı, Şubat 22, 2011
Pazartesi, Şubat 21, 2011
Cumartesi, Şubat 19, 2011
Kulüplerle ilgili adlandırmaların çoğu romantik iddialar

link
Cuma, Şubat 18, 2011
Perşembe, Şubat 17, 2011
Leman 1000.Sayı

Mevcut dergi satışları zaten bu durumu gösteriyor. Leman yalnızca dergi olarak varolmuş olsaydı, şimdiye kadar mutlaka kapanmıştı. Marka değeri olarak varlığını koruyor ama Leman’ı ayakta tutan eğlence mekânları zinciri. Diğer yandan seksenli yıllarda dergilerin ömrü için on yıl biçilirdi. Dergilerin kendilerini yenileyemediği, üreticilerinin o zamandan sonra yaşlandığı, genç okuru yakalayamaz olduğu söylenirdi. Dergiler o on yıldan sonra yaşardı ama okur dergiyi okumak için değil alışkanlıkla alırdı. Bugün farklı mecralar yüzünden bu on yıllık sembolik süre daha da azalmış durumda. Leman dergi ya da mizahi yaklaşımıyla ayakta kalmadı, medyalaştığı için ömrünü uzattı. Diğer dergiler daha yeniler ama dergicilik dışında yatırımlar yapmazlarsa dergi olarak eskimeleri kaçınılmazdır. Dikkat ederseniz bugünün konuşulan isimleri hep Leman dışından çıkıyor. Hatta öyle ki derginin en önemli isimleri dahi artık Leman dışında işler yapıyorlar.
LeMan okur musunuz, siz en çok hangi isimleri ve köşeleri takip edersiniz?
Bütün mizah dergilerini özellikle de genç isimleri ve esprileri izlemeye çalışıyorum.
LeMan özellikle 90’lar sonu ve 2000’lerin başında Türkiye’nin siyasi iklimine neredeyse yön veren yorumlarıyla konuşulurdu, sizce günümüzde de öyle mi?
Mizah dergileri, televizyonun dâhil olamadığı argo ve cinsellik içeren bir mecradan yayın yapıyorlar. Eskiden daha mainstream bir mizah yapılırdı, merkez değerlere yönelik bir siyasi tutum sürdürülürdü. Özel televizyon kanallarının çıkmasıyla bu tür dergilerin hepsi kapanmak zorunda kaldılar, çünkü tv onların daha başarılı bir alternatifi olmuştu. Leman gibi marjinal dergiler bu süreçten kemik okurlarıyla çıktılar. Leman’ın o kemik okurla çok satar olması, mizah dergisi okurunun da değiştiğini gösteriyordu aslında. Gırgır reçetesi bu tarihten sonra yürürlükten kalktı. Leman, bugün eskisi kadar konuşulmuyor, politik olarak geçmişteki kadar ajitatif ama kendisini farklı kılan mizah artık başka dergilerde yaşıyor… ki o mizah bile başkalaştı… Leman’dan -desteklenirse eğer- genç mizahçılar çıkabilir ama derginin eski günlerini hatırlatacak yeni ve farklı bir mizah potansiyeli taşımadığını düşünüyorum. Üstelik genç üreticiler de kendilerine daha yakın buldukları dergilere giderler, bir gelenektir bu… Leman nostaljisi yapılan bir dergiye dönüşmüş durumda…
[Yeni Aktüel dergisine Leman 1000.sayı için verilmiş kısa bir röportaj, Sebla Kocan adlı bir arkadaş sormuştu soruları. Haber yayınlandı mı bilmiyorum]
Çarşamba, Şubat 16, 2011
Salı, Şubat 15, 2011
Pazartesi, Şubat 14, 2011
Pazar, Şubat 13, 2011
Cumartesi, Şubat 12, 2011
Kazanamayanlardan Birinin Hikâyesi

Üç bölümlü olarak tasarlanmış, ana bölüm 1931-1949 yılları arasında geçiyor. Bir başka deyişle Antonio’nun 21’nde başlayıp 37’sinde biten bir dönemde yaşadıkları hikâyenin mufassal kısmını oluşturuyor. Heyecanlı, deliduman bir delikanlının olgunlaşmasını, mücadelesini, hüsranlarını, mülteci hayatını seyreyliyoruz. 20.yüzyıl tarihi açısından aynı uzun dönemin debdebeli ve biteviye trajediyle yaşandığını biliyoruz. Antonio, otoriteyle dertleri olan, köyde değil şehirde yaşamak isteyen özgür tabiatlı bir çocuk. Ergen hezeyanları ve iştahı, su akar yatağını bulur misali belki de durulacakken İspanya’da iç savaş çıkıyor ve sürüklendiği, karşı koyamadığı feryat figan bir hayatın içinde buluyor kendini. Orduya yazılıyor ama ilk fırsatta karşı tarafa geçip Anarşistlere katılıyor. Siyasi tercihlerini duygusal bir düzeyde ömrü boyunca sürdürüyor. Hayatında ahlaken sıkıntı çektiği zamanlarda, uğruna savaştığı idealleri düşünüyor, yozlaştığına inanarak kendini hırpalıyor.
Bu hırpalama hiç eksilmediği için Uçma Sanatı, içeriği itibarıyla dokunaklı bir hikâye. İspanya’ya dönmek Antonio’yu sarsıyor; onaylama, göz yumma, ses çıkarmama ahvali onu her defasında yaralıyor. Başka bir hayatı arzu eden ve mağlup olan birinin acizliğiyle yaşamak zorunda kalıyor çünkü… “Kaybedenler haksızdır”. Bu hissiyat, ustalıkla, iç dökercesine aktarılıyor. Diğer yandan okur taraf olmaya itilmiyor, özdeşleştirilmeye çağrılmıyor. Uçma Sanatı’nın en başarılı yönü belki de bu. İspanya İç Savaşı anlatılırken de politik bir romanmışçasına koyulaştırılarak resmedilmiyor yaşananlar.
Altarriba, albümün bütününe bakıldığında, babasıyla duygusal bir hesaplaşmaya girmemiş, sempatiyle ondan yana olan bir dizge tutturmuş; onu boyalı kuş gibi görüyor muhtemelen. Hikâye onun ağzından anlatılmakla birlikte baba pek konuşkan değil, başkaları konuşuyor, o sadece hatırlıyor sanki… Faşizme karşı direnen ama ateş etmemeye, kimseyi öldürmemeye yeminli biri o. Herkes savaşırken o cephe gerisinde, üstü açık 1924 model bir spor arabayla postacılık yapıyor. Sürat iptilası kitabın uçma metaforunu pekiştirecek biçimde kullanılıyor. Kendine yetemez olduğunda intihar etmesi yine tabiatıyla ilgili. Başka bir hayat istediğinde evden kaçtığı, cumhuriyetçilere katıldığı, dağa çıktığı, istifçiliği bıraktığı ya da karısını aldattığında da benzer bir şey yapıyor, geride bıraktığı geçmişini “siliyor”. Dramatik eksenin dışında gibi duran, sırasız görünen gündelik yaşam ayrıntıları, portreler ve yan hikâyelere de yer verilmiş. Falanjistler gelince çöp arabasında ceset taşımaya zorlanan, kendini helak eden makam şoförü Segunda Dayı, Antanio’nun Singer satış mümessilliği, yanlarına sığındığı hakikatli Fransız ailesi, aydınlara celallenen gazeteci Martinez, dindarlaşan İspanyollar, ihtiraslı kuzeni Elvira, Concha’yla yaşadıkları obsesyon, yaşlılar evindeki Hipolita ve Restituto vd… Sicim, en ince yerinden kopar derler ya Antonio yaşlandıkça ve çevresindekiler seyreldikçe hayaller görmeye, geçmişinden insanlarla konuşmaya başlıyor. Mental yorgunluk, ilaçlar, hafakanlar ve halüsinasyonlar dolduruyor hayatını.
Albümün çizeri Kim (Joaquim Aubert), tarz olarak Amerikan underground çizgi romanlarını örnek almış. İspanya dışında yapılan yorumlarda Daniel Clowes ve Joe Sacco’ya benzetilmiş, her ikisi de Kim’den yaşça genç isimler. Etkilenme için illa bir isim söylenecekse Crumb’ın işaret edilmesi isabetli olurdu. Katalan olması nedeniyle ayrıca bir not düşelim: Franco’nun ölümüne değin Barcelona, İber yarımadasında underground çizgi romanın merkezi oldu. Hemen hiçbir ülkede benzeri olmayan sayı ve çeşitlilikte çizgi roman fanzini illegal biçimde dağıtıldı, el altından satıldı. Kim, bu bereketli süreçte yetişen, ground olmayana doğal bir merak duyan yaşlı kuşak (d. 1942) auteurlardan biri. Siyasi bantlar ve politik karikatürler de yapmış. Sansür dönemi sonunda yaşanan yayın patlamasında yetişkinlere yönelik ebedi nitelikli radikal dergilerde çalışmaları yayınlanmış. Rejime, ahlaka, bürokrasiye, önyargılara ve ayrımcılığa karşı çıkan hikâyeler üretmiş. Siyah beyaz çalışmalarında çiniyi sulandırarak derinlik katan tonlamalar yapıyor. İstif ve sahne seçimleri itibarıyla başarılı bir karelendirmesi var. Grafik roman dalgasından çok önce, Avrupa’da, bilhassa Fransa’da, bir akıma dönüşen ve çizgi romanı edebiyata, özellikle romana yakınlaştırma çabası, kurgusunu ve yapmak istediklerini etkilemiş gözüküyor. Senarist Altarriba da bu anlayışın savunucularından biri. Hatta Türkçe çeviride her nedense kullanılmayan sunuş yazısının yazarı Antonio Martin, bu hususiyetin iddialı isimlerinden bir diğeri.
Uçma Sanatı, İspanyol çizgi romanı için bir klasik olma potansiyeli taşıyor, kazandığı ödüller de bunun ispatı. Albümün Türkçe baskısının sonuna orijinalinde olmayan, iç savaş hakkında açıklayıcı malumat sayfaları eklenmiş. Anlaşılan o ki albüm, İspanyol İç Savaşıyla ilgili bölümleri nedeniyle Türkçede yayınlanabilmiş. Şanslıyız diyeceğim, her ne olursa olsun, anlamlı bir grafik roman, güzel bir hikâye, iyi tasarlanmış ve devamlılık taşıyan bir çizgiyi görmek ve okumak için bir fırsat bu.
Radikal Kitap, 11.2.2011
Cuma, Şubat 11, 2011
Perşembe, Şubat 10, 2011
Strip Blues

Çarşamba, Şubat 09, 2011
Salı, Şubat 08, 2011
Pazartesi, Şubat 07, 2011
Pazar, Şubat 06, 2011
2010 Yılında Türkiye’de Çizgi Roman

2010 yılında yerli çizgi roman üretimi açısından ilginç bir gelişme yaşandı. Everest Yayınları Türkçe roman uyarlamalarının üretimine başladı. Ayşe Kulin’in Veda, Buket Uzuner’in İstanbullular, Hüseyin Rahmi’nin Gulyabani, Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası gibi romanlarının çizgi roman uyarlamaları yayınlandı. Türkiye’de yayınlanan yerli albümlerin neredeyse tamamı daha önce yayınlanmış çalışmalardan oluştuğu için albüm olarak tasarlanmış çizgi romanların üretilmesi haliyle önemliydi. Albümler ilk kez çizgi roman üreten isimlerin imzasıyla yayınlanmanın dezavantajlarını taşısa da kıymetli bir çaba gösterildiğini düşünüyorum.
Çok Satanlar
Yılın en çok satan çizgi romanları yine NTV Yayınlarından çıktı. Dracula çizgi roman uyarlamasının en çok satan albüm olması, genç nüfusun korku türüne yoğun ilgi gösterdiği düşünülürse, tesadüf değildi. Yordam Kitap’tan çıkan Kapital Manga 1 ve 2 yılın çoksatar çizgi romanlarından oldu. Bir beş yıl öncesine kıyasla sol politika kitaplarının daha çok sattığı Kapital Manga o paydadan faydalandığı görülebiliyor. Uğur Gürsoy’un Fırat 2 albümüyse yılın en çok satan yerli çizgi romanı oldu. Uykusuz dergisinde yayınlanan işlerin toplamından oluşan Fırat, gördüğü ilgi ve satışlarına bakılırsa bir popüler kültür fenomenine dönüşmüş durumda.
Yabancı çizgi romanların Türkçe yayınlarında iki önemli etken belirleyici oldu: Bu kitaplar edebiyat klasiklerini temel aldıkları ya da sinema uyarlamaları vizyona girdiği için tercih edildiler. Edebiyat uyarlamaları kadar başta Che olmak üzere tarihi kişiliklerin biyografileri de yayıncıların ilgisini çekti. Yerli çizgi romanda genel eğilim bu yıl da değişmedi: dergi veya gazetelerde daha önce yayınlanmış işlerden oluşan albümler yayınlanmaya devam etti. Yetmişli yılların ünlü çizerlerinden Sezgin Burak’ın Tarkan, Abdullah Turan’ın Tolga tarihi çizgi romanları ve Faruk Geç’in Gerçek Hayat Hikâyeleri dizisi yayınlanmaya başladı. Gırgır ve sonrasının önemli üreticileri Suat Gönülay, Bülent Arabacıoğlu, Kemal Aratan ve İlban Ertem’in eski çalışmaları Uykusuz dergisi tarafından albümleştirildi. Tefrika edilen bölümlerden albüm yapma eğilimini frankofon çizgi romanlar yayınlayan Doğan Kardeş dergisi de sürdürdü. Önce albümleri parçalayarak tefrika eden dergi bu kez de iki ya da üç albümü birleştirerek yayınlamayı tercih etti. Derginin popüler çizgi romanları ayrıca albüm biçiminde çıktı.
Grafik Romanlar
Yıl içinde nitelikli ve bir kısmı tüm dünyaca bilinen grafik romanlar yayınlandı. Bir sıralama olarak görülmesini istemem ama Tardi’nin Vautrin’in romanından uyarladığı Halkın Çığlığı-Paris Komünü (Versus Kitap Yayınları) ile Jason Lutes’in Berlin adlı (Marmara Çizgi) albümlerini, çok katmanlı anlatıları, eleştirel tavırları, dönem panoraması çizme maharetleri nedeniyle baştan sayabilirim. İlki Zola ikincisi Alfred Döblin havasında iyi çizilmiş karakterler kullanarak gerçekten güzel hikâyeler anlatıyorlar. Joe Sacco’nun ünlü Bosna çizgi romanlarının ilki olan Güvenli Bölge Gorazde (İthaki) ve eşcinsel kızının eşcinsel babasını anlattığı Alison Bechdel’in Cenaze Evi – Şenlik Evi (Bilgesu Yayıncılık) hemen hatırlanabilecek diğer önemli grafik romanlardı. Popüler çizgi romanlar arasından da özellikli ve tutarlı, hemen fark edilen nitelikte çalışmalar yayınlandı: Kobayaşi’nin aynı adlı politik romanından yapılan manga uyarlaması Yengeç Gemisi (East Press, Yordam Kitap), Bourgereon’un Aziyade (NTV), iyi bir biyografi örneği olarak Helfer-Duburke’nin Malcom X (Everest Yayınları), anaakım polisiye trüklerinin yanında derinlikli yönsemeleri olan Guarnido-Canales’in Blacksad (YKY) ile Luc Jacamon-Matz’in Tetikçi’si (YKY) bunlardan bir kaçı. Yılın en önemli yerli grafik romanıysa Fırat Yaşa’nın ilk kitabı, Çizgili Pijama’sı (Mürekkep) oldu.
2011’in ilk ayına ve yeni çıkan yayınlara göre konuşursak, geçtiğimiz yılı aratmayacak bir yıl yaşayacağımız tahmin edilebilir. Bu yıl içinde Abdülcanbaz’ın yeniden yayınlanmaya başlayacağını, Erdal Öz’ün Sığırcıklar kitabından Soner Tuna imzalı aynı adlı bir uyarlamanın hazırlandığını, Galip Tekin’in çalışmalarından derlenen bir albümün ise çok yakında çıkacağını duyurabilirim. İlban Ertem, uzun zamandır üzerinde çalıştığı İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası uyarlamasını ise bu yıl artık bitirir diye umuyorum.
Birgün Kitap, 5.2.2011
Cumartesi, Şubat 05, 2011
1602

Böylesi alternatif anlatıların riskli bir tarafı olabiliyor: mevcut dizinin dışına çıkılınca, yeni bir dünya ve tarih tasarımına kalkışılınca fondaki hikâye önemsizleşebiliyor. Kahramanlar kim, nasıl konuşmuş ve anlatılmış, hangi kisve ve konumda tasarlanmış sorusu ve merakı, asıl ekseni belirliyor ki alternatif hikâyeleri popülerleştiren ve bazen önemsizleştiren yön de bu belki. Örneğin 1602 yılında, genç Peter’in bir örümcek tarafından ne zaman ve nasıl ısırılacağını merak etmek, daha doğrusu onun gelecekteki kaderini bilmek, okurun zekâsını okşuyor olmalı… Ama bu merak, ayrıntı gibi dursa da, kimi zaman hikâyenin önüne geçebiliyor… Kahramanın dostları, düşmanları, üstünlük, zaaf ve takıntılarını neredeyse ansiklopedik bir edayla bilmek, geeker çizgi roman okurlarının ortak bir noktası olarak gösterilebilir. Geeker deyip geçmemeli, kısmen internet dili daha çok da çizgi roman okurlarının azalması hasebiyle, geeker fanlar üretimleri ve çizgi roman hakkındaki konuşmaları belirler hale geldiler. Çizgi romanlara katılan geçmiş- tarih ayrıntıları biraz da onlar için yazılır oldu.
Diğer yandan bir parantez açalım, Amerikan çizgi romanları kalabalık kadroları da sever. Sadece alternatif serüvenlerde değil tüm çizgi romanlarda, mümkünse her zaman, kalabalık, maaile bir kahraman kadrosu kullanılır. Bir roman, dizi ya da sinemada bu kadar çok “oyuncu”, karakterlerin derinleştirilmesini engellediği, anlatıyı yavaşlattığı ve ilgiyi dağıttığı için handikap olarak görülür. Amerikan çizgi romanlarındaki kalabalığı mümkün kılan kolaylık, kuşkusuz, her bir kahramanın ayrı bir dizi ve anlatı evrenine sahip olması... Okur, kahramanların kimliğini ve geçmişini bilerek izliyor kalabalığı. Geçmişe, yaşanmış bir husumete yapılan anıştırma, bir dipnot anlamına geliyor. O dipnotlar olmasa hikâyedeki kalabalık anlamsızlaşabilecek.
1602 tipik bir cepheleşme hikâyesi. İyiler, kötüler, iki güç arasındaki rekabetten yararlanmak isteyenler olmak üzere çeşitli tarafları var. Olağanüstü olanlar ve onlardan nefret eden insanlar, kanun koyuculuk ile göreve sadakat arasında kalanlarla karşılaşıyoruz yine… Olağanüstü güçlere sahip kahramanların marjinalliği, birbirlerine tutunmak zorunda kalmaları, hırçın mutsuzlukları, öfke ve garez krizleri Gaiman’ın iddialı ebedi diliyle betimleniyor. Doğrusu, yukarıda da değindim, her ne olursa olsun, ben bu kadar kalabalık kadrolu alternatif hikâyelerden iyi sonuçlar alınabileceğine inanmıyorum. Ticari gerekçeleri bir ölçüye kadar anlıyorum, alternatif anlatıların tür olarak kendini var ettiğinin de farkındayım ama bu kalabalığın ve yeniden tasarımın hikâyeyi aşındırdığını hatta bir noktadan sonra ilk ekseni unutturacak ölçüde başkalaştırdığını düşünüyorum. Hikâyenin konuşulur olması okunduğu anlamına gelmiyor; albüm ya da dergi satışını arttıran bir etkisi olmuyor bu konuşkanlığın. Fanlar arasında geek yorumlara vesile oluyor ve bu da son kertede o çizgi romanın yaygınlığını korumasına vesile olabiliyor ama o hikâye, okunmasa da olur raddesinde önemsizleşiyor. Bence bu tür hikâyeler reklam amaçlı fanteziler olmaktan öteye gitmiyor. Bazen bir yazara kimi zaman bir editöre bu fantezileri reelize etme imkânı tanınıyor. Gaiman’ın dizinin yazarı olmasının nedeni de bu… O çok-satar Sandman’in yazarı, ne dilerse yazabilir konumundaki bir yıldız… Hakkını teslim edelim: 1602’de Gaiman, bu tür hikâyelerin makûs talihini yenmeye çalışmış, iyilerle kötülerin çatıştığı debdebeli zirve anına, cepheler savaşına kadar gerçekten anlatıyı iyi dengelemiş, sonrasında İngiltere’den Yeni Dünyaya yolculuğa dönüşen, bugünün kahraman evrenini anlamlandırma çabasına dayanan başka bir hikâye başlamış.
Andy Kubert, beğendiğim çizerlerden değil. Bazen çok uzaktan –dünyanın bir ucundan- bakarak kareler istifliyor ve o karelere (büyük çalışarak) ayrıntıcı yaklaşmıyor. Kapak çizeri Scott Mckowen ise pek çok çocuk kitabı ve 19.yüzyıl klasiğine yaptığı kapak ve ilüstrasyonlardaki tarzını sürdürmüş, tek kelimeyle albenili tasarımlar yapmış. Çiniyi kullanma biçimi, renk tercihleri ve gravür vehmini yaratan karakterizasyonu hemen dikkat çekiyor. Gustave Doré’u seviyorsanız Mckowen ismini mutlaka not almalısınız derim. Güzel çizgilerle karşılaşmak her zaman mümkün olmuyor. 1602, böylesi artistik bir eskilik yaratacak birisi tarafından çizilmeliymiş. Oysa tecimsel gerekçelerle mainstream üslubun ve kasvetli çizginin bir benzeri aranmış ve Kubert seçilmiş, yazık edilmiş.
1602, Gaiman senaristi olduğu için ilgi çekici bir albüm. Anlatı ilerledikçe ahengini yitiriyor ama yeni bir evren inşasını izlemeyi seviyorsanız, kahramanların geçmişine yönelik atıf ve çeşitlemeleri oyunbazca yakalamak istiyorsanız okunabilir bir fantezi. Üstelik Gaiman’ın popülerliğini kullanarak Marvel, 1602 temalı farklı diziler de yayınladı. Fantastik Dörtlü, Hulk ve Örümcek Adam’ın bu yeni evrende geçen serüvenlerinin başlangıcı olması nedeniyle (meraklısı için) ayrıca okunması gerekiyor.
Radikal Kitap, 4.2.2011
Cuma, Şubat 04, 2011
Çarşamba, Şubat 02, 2011
Borgia Borgia...

Salı, Şubat 01, 2011
Seyrüsefer Defteri 7

Kaydol:
Kayıtlar (Atom)