Golcülerden bahsedeceğim...Seyirci gol için doğan oyuncuları diler; topun nereye düşeceğini bilen ve orada olan oyuncu mutlaka gol atar çünkü. Hep söylenir gol kaçırması değil, gol için orada olması önemlidir. Eskiden yapılı, boylu poslu santrforlar, oldukça dar bir alanda oynayıp, sağdan-soldan kesilen sert ortalara defansın arasından yükselerek kafayı yapıştırırlardı. Sonra Danimarkalıların hücum press – en iyi savunmanın hücumda başlaması özelliği yayılınca santrafordan ziyade ikili – dağıtıcı forvetler girdi devreye. Daha kısa boylu, hareketli, topla dripling yapabilen ve maç boyu markajcılarını sağa sola boş koşular yapıp yanıltarak orta saha oyuncularına alan açan hücum oyuncularıydı bunlar. Bir başka deyişle, Alman Hrubesch ya da Belçikalı Vanden Berg gibi santrforların yerini, son yirmi yılda giderek Romario, Bebeto, Del Piero, Baggio gibi forvetler almaya başladı. Yeni dönemin forvetleri bu modele uymak zorundaydılar; top rakipteyken bıktırıcı pres yapmaları-onları yarı sahayı geçmeden bunaltmaları gerekiyordu.
Bu türden forvetlerin ilki bana göre 82 Dünya Kupasının sürpriz golcüsü Rossi’ydi. Enzo Bearzot’un, şike skandalı nedeniyle cezalı kalmış, iki yıl futbol oynamamış bir futbolcuyu, Rossi’yi İtalyan takımının forvetinde oynatması muhtemelen hoş karşılanmamıştı. O kadar ki, Rossi’nin takım arkadaşı Cabrini ile eşcinsel ilişkileri olduğuna dair yazılar çıkıyordu. Rossi, gayri-ahlaki ilişkiler içinde görülen, geçmişi hiç temiz olmayan tipik bir istenmeyen adamdı Hepsinden önemlisi gol atamıyordu. Takımın oynadığı dördüncü maç sonunda Rossi’nin tek bir golü yoktu. Sonra garip, büyülü bir şey oldu-peşi sıra goller atmaya başladı. Brezilya’ya 3, Polonya’ya 2 ve finalde Almanya’ya 1 gol atıp turnuvanın gol kralı oldu. Rossi’nin en önemli özelliği, Tardelli ya da Conti, topla kanatlardan inerken onlarla eş zamanlı-göbekten altı pasa girmesi ve kesilen topa öldürücü dokunuşunu yapmasıydı. Beyaz tenli, solgun ve her an yorgunluktan düşecek biri gibiydi. Ama yarı sahadan ceza alanına doğru gittikçe süratlenen deparlar atıyordu. Futbolun erkek dünyası için en ağır suçlama olan eşcinselliği bertaraf edecek kadar sevildi Rossi. Attığı her gol için evine bin şişe şarap yollayan bir İtalyanın fotoğrafını görmüştüm. Haber, doğru,eksik ya da abartılı mıydı bilmiyorum, ama adam çok mutluydu.
İtalyanlar sekiz yıl sonra bir başka sürpriz golcü çıkarttılar. Ev sahibi olarak başladıkları turnuvada yarı finalde kaybettikleri maçı saymazsak daima kazandılar, ama hepsi zor tamamlanmış oyunlardı. İtalyanlar kendi evlerinde şampiyon olmak istiyorlardı. Yoğun bir seyirci baskısı altında bunalan, gol için giderken gol yiyeceğini düşünerek kabuslar gören İtalyanların kurtarıcısı, yedek kulübesinden çıkan ufak-tefek, güneyli bir forvet oyuncusu oldu. Schillaci, Juventus’ta oynuyordu-sezonu hiç fena olmayan bir gol ortalamasıyla kapatmıştı ama ilk onbir için düşünülmese de olacak bir golcüydü. Evet, ikinci yarılarda Vialli'’in yanında oynayan Carnavale yorulduğunda yerine girebilirdi. İtalyanlar, milli takımda defansta oyuncu çokluğundan- hücumda forvet azlığında yakınırlar. Schillaci, muhtemelen bu azlıktan dolayı takımdaydı. Avusturya ile yapılan açılış maçında son on beş dakikada oyuna girdiğinde İtalya gerçekten çaresizdi-tıkanmıştı; Schillaci, üç dakika içinde golü buldu. “Şahne Yedek” maçı getirmişti. Amerika maçında yine ikinci yarıda girdi oyuna, gol bulamadı ama onunla birlikte maçın rengi, İtalya’nın hücum gücü değişmişti. En azından seyirci buna inanmıştı. Çekoslavakya maçında ilk onbirde sahaya çıktı ve daha 10.dakikada golünü attı. İtalya, gruptaki son maçını daha rahat bir skorla 2-0’la almıştı. Schillaci, seyirciyi fethetmişti artık-bir mucize adamdı. Topa doğru koşarken garip bir uğultu yükseliyordu. Top ayağına değdiğinde, ceza sahasına girdiğinde stada bir neşe geliyordu. Bu adamda bir büyü vardı, seyirci onu “büyütmek” istiyordu, görmüştü! İkinci turda İtalya, Uruguay’ı aynı skorla geçerken ilk gol yine ondan geldi. Çeyrek final vizesi aldıkları İrlanda ve normal süresi 1-1 biten, penaltılarla kaybettikleri Arjantin maçlarının gollerini de o attı. Üçüncülük maçında kazanılan bir penaltıyı gol kralı olabilmesi için Schillaci’ye attırdılar. Sanırım, bütün İtalya kadar bir futbol meselinin “mutlu son”la bitmesini isteyen her futbolseverin yüreği kabarmıştı, o penaltı atılırken. Schillaci, İtalya 90’nın gol kralı olarak tamamladı turnuvayı. Öncesi ve sonrasında bu denli “skor” yapamadığı kariyer tabelasında “bingo”yu bulmuştu. Bir kaç yıl İtalya’nın en sevilen adamlarında oldu ama ne o tempoyu ne de o büyülü gol vuruşlarını tekrarlayabildi. Dünya Kupasının kendiyle varettiği çocuklarından biri olarak doğdu ve öldü. Rossi kadar iyi golcü değildi velakin şanslıydı. Attığı bir golü anlatırken “Allahın kendini oraya ittiğini” söylemişti; kim bilir, futbol mucizeleri sever.
Ama hakkını yemeyelim, ondan çok daha şanslıları vardı. Bir ara İstanbulspor’da oynayan Rus Salenko, Amerika 94’te Kamerun’a bir maçta 5 gol atarak, turnuva sonunda Krallığı Stoichkov ile paylaşıyordu. Kamerunlular, kalecileri Bell’e güveniyorlardı, 42 yaşındaki Milla’ya forma giydirmişlerdi, 4 yıl önceki “mucize takım”dan fazlasını hayal ediyorlardı v.s... Hiçbiri olmadı. Aslolan, yakın zamanların en kolay lokma takımlarından biri olup Salenko’ya haketmediği bir taç sunmalarıydı. Salenko, futbol sahnesinde hiç yer alamadan çabucak silindi ve doğal olarak, Bulgar Stoichkov, Salenko’dan fazlasını haketti; Borimirov Lechkov, Balakov ve Kostadinov’dan oluşan uyumlu orta sahanın önünde oynuyordu. Barcelona’dan alıştığı gibi, kenara-çizgiye kayıyor-topla buluştuğunda kaleye doğru çaprazdan giriyordu. Çizgiden çevirdiği-kestiği her top-biri dokunsa gol olacak türünden “ölümcül”dü. Stoichkov, şanslı ya da iyi golcü değildi, tek kelimeyle “pis” bir golcüydü. Kavga eden, arsızca daima fazlasını isteyen, her türlü kural dışı hareketi yapabilen biriydi. Futbolu sevdiğini hiç hissettirmedi, ama herkesten daha iyi oyuncu olduğuna inanıyordu-kazanmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Rakip takımın husumetini kolaylıkla çekiyordu: “pislik, terbiyesiz, anormal”. Birinin ayağına çift dalarken ya da rakibe tükürürken görmek mümkündü onu. Düşürüldüğünde, ayağa kalkarken “nerede kart” diye doğrudan hakeme yönelirdi. Gerçekten düşürüldüğü birkaç an hatırlıyorum, o kadar. Düşmesi gerektiği için düşerdi genellikle. Dünya Kupası’ndaki her maça Real Madrid’le derby oynuyormuş gibi çıktığını yazmışlardı. İntikam peşinde bir avantür film kahramanı kadar hoşgörüsüz, acımasız ve gaddar tamamladı maçlarını. Yarı finalde 2-1 yenildikleri İtalya maçından sonra, Dünya Kupası öncesinde eledikleri Fransızları işin içine katarak şöyle demişti: “Tanrı Bulgar, hakem Fransızdı”. Bulgarlar üçüncülük maçında İsveç’e 4-0 yenildiler. Huzursuz, öfkeli ama gerçekten golcü olan Stoichkov ise bu turnuvadan sonra dünya vitrininden çekildi. Barcelona için yaşlanmıştı; bir başka deyişle, tribünler için oynayan, kavga eden, sertleşen ve gol atan “kötü adam” için yolun sonu gelmişti.
Bir başka kötüden, pis ve büyük bir golcüden daha bahsedeceğim. 98’in gol kralı olan -dünya kupalarının kritik rakamı, 6 gole ulaşan- Hırvat Suker’den... İlk çıkışına bakılırsa, Stoichkov’un Katalanları coşturan oyunu nedeniyle İspanya’ya alternatif olarak getirildi diye düşünüyorum. Yugoslav Ekolü’nün tekniği yüksek, narsist ve gamsız karakter özelliklerini taşıyordu. Takıma uyum sağlayamama gibi bir sorunu olmadı, sıcakkanlıydı; gol attıkça –Barcelona ile didiştikçe sevileceğini biliyordu. Seyirciye-futbolun kendisine “sizin aynanız olmayacağım”ı diyebilecek bir futbolcu değildi Suker. Hırçındı, ama hırçın olması gerektiğini bilen bir hırçınlığı vardı. Madrit’te vitrinde kalmanın zorluğunu anlayacak kadar zekiydi, canı istediği zaman oynayan Yugoslav ekolünün dışında kalmayı denedi çokça. 98’de, Çeyrek Finalde, yine şu tatsız futbollarıyla Almanlar mı finale gidiyor derken, dört yıl önce Bulgarların yaptığını bu kez Hırvatlar yapmış; 35 yaş sınırında dolaşan Mattheaus, Klinssmann, Köhler, Reuter ve Köpke gibi oyunculardan kurulu Almanya’yı 3-0 mağlup etmişlerdi. Kimse Hırvatların bu kadar yükseleceğini Almanları yenip yarı finale çıkacağını-üçüncü olabileceklerini düşünmemişti. Suker, Stoichkov kadar kine tutkun ve hudutsuz değildi; yaramaz bir oğlan çocuğunun izleri vardı yüzünde. Ne zaman ne yapacağı belli olmayan ve eski zamanların “kalsın oyunda tek bir hareketi yeter” denilen türden kontenjan oyuncusuydu. Daha doğrusu Suker, turnuvanın başında bitti gözüyle bakılan golcülerden biriydi. Futbol sahasına bazen bakir bir iyilik iner, birine dokunur geçer; o sayede olmalı, Suker, Hırvatların gecelerini uzatan gol vuruşlarını yaptı. Bir rüya istiyorlardı, onu verdi. Yukarıda söyledik, Suker, pis golcülerdendi, Real Madrid’in uç adamı olacak kadar iyiydi. Yaşlanmış, jübilenin arifesindeki Suker ise kazanacaklarını hissedercesine sükunetli oynadı, yorulduğunu gizlemeyecek kadar çok futbol oynamıştı, özgüvenliydi. Maçı koparacaklarını anladığı anlarda çıktı sahneye. Yarattığı milliyetçi hezeyanlar ayrı mesele; Suker, Dünya Kupasının en son başarı öyküsüydü. Vefa ya da adalet ne derseniz deyin Krallığı hak etmişti. “Takım” olan Fransa’nın sıkı golcüleri ya da Ronaldo, Rivaldo, Batistuta, Del Piero gibi yıldızlar bunu başarsaydı kimse şaşırmazdı ama dedik ya futbolun adaleti, azlıklardan-yoksunluklardan beslenmeye bayılır. Bu oyunu cazip kılan da bu değil mi?
[Yazı, 2002 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder