Dışarıdan bakınca, Ankaralı olmak; kişiliğinizin bir parçası gibi
görünüyor. Ailenizin buralı olmasından öte, bir Ankaralı tavrı içinde olduğunuzu
hissediyorum. Ankaralı olmak nedir, bir tanımlama yapılabilir mi? Senaryosunu
yazdığınız “Bozkır” dizisinde bir karakter “İnsanlar bozkırı çöl sanıyorlar.
Çam ağacı görmeyince üzülüyorlar. Bozkır inattır, yoktan var etmektir,
elindekiyle yetinmektir.” diyor. Ankara’yı da böyle okuyabilir miyiz?
Dizide karaktere uygun düşen bir nitelemeydi, insanlar yaşadıkları yeri
romantize etmeyi, anlam yüklemeyi seviyorlar, kişiliklerinin bir parçası haline
getiriyorlar. Ankara’yı çeşitli biçimlerde tarif etmek mümkün. Ailem, hele anne
tarafım yüzyıllardır buralı, hal bu olunca Ankara’yla ilgili çok şey duyarak
yaşadım, yaşıyorum. Genellikle sevilmediğini, küçümsenip azımsandığını
biliyorum. Benim için Ankara akasya ağaçlarıyla, saksağanlarla, kedilerle dolu,
geceleri güzel serinleşen bir şehir, büyüdüğüm yer… Seviyorum ama ona olan
sevgim, sevilmediğini gördükçe arttı diyebilirim. Ankaralı tanımlaması yapmak
istemem. İstanbul’da “ben Ankaralıyım” dediğim için söyleyeyim, İstanbul güzel
bir şehir… Benim sevmediğim ve kaçtığım şeyler kapitalizmle ilgili şeyler…
Bildiğim kadarıyla Ankara’da doğdunuz, çocukluğunuz burada geçti, sonra
da burada yaşadınız. Çocukluğunuzun Ankara’sından biraz bahseder misiniz?
Ankara’da çocuk, genç olmak nasıldı? “Coğrafya kaderdir.” der ya İbn-i Haldun,
buralı olmanın sizi, hayatınızı nasıl şekillendirdiğini, yönlendirdiğini
düşünüyorsunuz?
Doğduğunuz yeri ya da ailenizi seçemiyorsunuz. Ben Ankara’da doğan,
aile alışkanlıkları nedeniyle küçük yaştan itibaren çalışmaya başlayan biriyim.
Yaşıtlarıma, sınıf arkadaşlarıma göre çok ama çok erken yaşlarda cumartesi ve
pazar nedir bilmeden çalıştım. Bunlar kişiliğimi belirleyen şeyler. İyi
okullarda okudum diyemem, sahiden akıllara ziyan öğretmenlerim oldu,
düşünüyorum da, benim okuduğum sınıflardan bir kişi bile edebiyatı severek
çıkmamıştır. İnatçı bir çocuk olduğum için onlara rağmen sevmişim diye
düşünüyorum. Kültür endüstrisi içinde İstanbul dışında kalan her yer bir taşra
şehri… Ankara da öyle... Eğer yazıyorsanız, çiziyorsanız, sanatla ilgileniyorsanız
nerede yaşadığınızı hemen fark ediyor ve ona göre çalışıyorsunuz. Daha fazla
çalışmak zorundasınız. Sabır göstermeniz gerekiyor. Diğer yandan Ankara sakin
bir yer, kendinize daha fazla vakit ayırabiliyorsunuz. Daha çok okuyor ve
seyredebiliyorsunuz. Bu da insanı yetiştiriyor, öğretici bir şehir Ankara.
Edebiyata olan ilginiz nasıl başladı? Başlangıçtan bugüne, içinde
bulunduğunuz edebiyat çevrelerini (ortamlarını) mümkünse anlatmanızı rica
edebilir miyim?
Doğrusu çevremde kimse yoktu, ailem de ilgilerimi desteklemedi. Solcu
oldum, başka solcularla, yazarlarla karşılaşmak için Zafer Çarşısında
kitapçılarda dolaştığımı hatırlıyorum. 15 yaşında Türkçe edebiyatta çıkan her
şeyi okumaya karar verdim… birebir yeni olanı takip etmeye başladım. Okudukça
ve tanıştıkça edebiyat konuştuğunuz bir çevreniz oluyor. Yazarlarla yazı
dünyasıyla yoğun olarak üniversiteden, akademisyenlikten istifa ettikten sonra
karşılaştım. Sonra Türkçe edebiyat editörü oldum. Çevre daha da genişledi.
Uzun süre İletişim Yayınları’nın Türkçe edebiyat editörlüğünü yaptınız.
Barış Bıçakçı, Emrah Serbes gibi Ankara’yı anlatan bazı yazarların ilk
kitapları İletişim’den çıktı. Ayrıca Ankara gibi, yine Anadolu’nun başka
şehirlerinden yazan yazarları önemsediğinizi okuyorum. İletişim’in bu tercih ve
kararlarında hangi faktörler etkili olmuştur, öğrenebilir miyiz? Bu
tercihleriyle İletişim’in, diğer yayınevlerini de etkilediğini sanıyorum.
Yayınevlerinin edebiyatta eğilimleri, tercihleri yönlendirmede etkisi olduğunu
düşünür müsünüz?
Kendi adıma şunu söyleyebilirim, benim yeni yazar çıkartmak gibi bir
takıntım vardı, yayınevim bana güvendi ve bana editör olarak imkanlar tanıdı.
Otuzun üzerinde ilk kitap-yeni yazar çıkarmışım… O riski göze almışlar. Zira
okurlar bilmedikleri yazarlar için kolaylıkla zaman ve para harcamazlar.
Görünürlük adına büyük yayınevlerinin bir etkisi olabilir ama bu sandığımız
kadar çok olamaz. Çünkü siz üretmiyor, size gelen dosyalardan bir “anlam”
çıkartıyorsunuz… Aslolan eserin kendisi, o çalışma, öyle ya da böyle, şimdiki
zamana dokunacak ki…konuşulacak, beğenilecek, taklit edilecek ki…bir etkisi
olacak. Bu da hayat dediğimiz, yaşadığımız kaosun içinde hiç kolay değil.
Ankara’nın kaderi, Milli Mücadele’nin merkezi olmasıyla değişmiş. Yeni
Cumhuriyetin ve başkent oluşun heyecanı yazar ve şairleri etkilemiş, iktidar
da, entelektüel çevreleri davet ederek Ankara’yı bir çekim merkezi haline
getirmeye çalışmış. O dönemin yönetimi tarafından yürütülen bu uygulamanın
başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? Teşvik edilen kültürel hayat ve edebiyat,
Ankara’da bir gelenek oluşturabilmiş mi sizce?
Devlet eliyle arkası getirilemediğine göre başarısız oldu demek
zorundayız. Teşvik, himaye veya yardım kamu yararı adına mutlaka gerekir ama
asıl sürükleyici unsur yazmak ve üretmekse, mesele etmekle, hesaplaşmakla,
çığlık atmakla, cevap yetiştirmek veya rekabet etmekle olur. Sivil ve muhalif
olması beklenir. Falih Rıfkı’nın Roman’ını edebiyat sayıp, Ankara ruhuna
örnek olarak mı göstereceğiz? Sanmıyorum. Bunlar günü kurtaran, ufku sabah
doğup akşam batan gazeteci iddiaları… Yazarlık dediğimiz olup biteni anlatma
meselesiyse, estetik bir tepkiyse, resmetmekse büyük şehirde gelişir. Roman ve
öykü, ne kadar zorlarsak zorlayalım, metropol sanatıdır. Edebi gelenek,
dediğimiz şey de metropollerde oluşur. Tekrarlanacak, birikecek, üstüne
koyulacak ve başkalaşacak. Onun dışındaki her şey, taşıma suyla döner ve kısa
ömürlüdür.
Ankara’nın kültürel hayatta kapladığı yer, kimi dönemlerde artarak,
kimi dönemlerde azalarak değişkenlik göstermiş (Savaş yılları 40’lar, 50’ler ve
iktidar değişimi, 60-70’lerde toplumsal hareketler, 12 Eylül, sonrasında
liberalizm rüzgarı, derken 2000’ler…). Bugünden baktığımızda bu dönemlerde
yaşananlar Ankara’da edebiyatı nasıl etkilemiştir, nasıl değerlendirebiliriz?
Bir gelenek oluştuysa, devam ettiğini düşünüyor musunuz?
Bence Ankara edebiyatı yok, Ankaralılar var. Her yazar, kendi
Çukurovası’nı anlatıyor, anlatmalı… İyi bildiği, içinde büyüdüğü, zorlandığı,
duvara tosladığı, acısını çektiği yerde durarak atmosferini kuruyor, kurmalı…
Ankaralı yazarlar da buraları, yaşadıkları yerleri konuşuyorlar. Ve elbette,
Ankara’yı değil asıl olarak kendi meselelerini konuşuyorlar. Siyasetin veya
paranın etkilediği toplumsal dönüşümler, herkes gibi yazarları etkiler ama bana
kalırsa edebiyatın daha farklı kırılma noktaları var ve bunlar, ne bileyim,
Atatürk’ün ölümü, DP’nin iktidara gelmesi veya 27 Mayıs’la doğrudan ilgili
değil. Edebiyatın saati başka türlü tıkırdıyor ve edebiyat kritiği, siyaset
tarihiyle ilişkilendirildiği için farklı bir neden sonuç ilişkisi kurmayı
denemiyoruz. Edebiyat algısını belirleyen kurucu yazarlar, büyük romanlar ve
telife dönüştürülen bir piyasa algısı var, bana kalırsa seçilen konuları ve
anlatım biçimlerini daha çok bunlar belirledi, belirliyor.
“Ankara’da bi numara yok.”; biz Ankara’da yaşayanların kim bilir kaç
kez yüzümüze söylenmiş bir söz. J Neden burada yaşadığımız merak
edilir, hatta bunun için kızılır, neden deniz kenarı bir yerde, özellikle
İstanbul’da yaşamıyoruzdur vs. vs. Biz de, -aslında belki dünya üzerindeki ülke
sınırlarına bile inanmıyorken- şehrimizi savunmaya geçeriz. Neden böyle bir
tavırla sürekli olarak karşılaşıyoruz, ne dersiniz?
Bu sadece edebiyatla ilgili bir mesele değil. Edebiyatla ilgili olarak
şunu söyleyebilirim, dergiler, yayınevleri, yarışmalar, paneller filan dersek
hemen hepsini her bakımdan İstanbul yönetiyor, İstanbul dışında güç veya bir
farklılık gösteren belki de tek yer Ankara… Bir meydan okuma olarak algılanıyor
bence. Azımsama veya küçümsemenin olması, bu çatışmadan da kaynaklanıyor.
Bu tavrın edebiyatta bir karşılığı var mı?
Var mı bilmiyorum ama cevap olacaksa eğer, hep anlatırım, Ankaralı
olduğum için yıllarca benden Ankara pavyonlarıyla ilgili yazı istediler.
Sıradan insanlar ancak çıldırdıklarında, öldürdüklerinde, intihar ettiklerinde
haber olurlar, biraz onun gibi bir şey bu. Ancak groteskiyle ilgi çekebilir
diye düşünülüyor. Pavyon eğlencesiyle Ankara’yı İstanbul’a, haliyle Türkiye’ye
anlatmak… İstanbullu bir talep desem yanlış anlaşılacağım. Oryantalist ve
trajikomik buluyorum bunu.
“Ankara Edebiyatı”ndan bahsedebilir miyiz? “Ankara’da yaşayan
edebiyatçı” diye bir karakterden söz edilebilir mi?
İkisi için de bir şeyler söyleyebiliriz ama bu romanesk bir hamle olur.
İstanbul’a bile isteye gitmemek, orada yaşamamayı kabullenmek bir yazar için
bence “muhalif” bir tercih. Mecazen söylüyorum, her yerde olmak ve görünmek
istiyorsanız İstanbul’da yaşamanız gerekiyor. Orası podyum veya vitrin…
Gitmemekte, kapitalizm karşıtlığı veya anaakımın dışında kalmakla ilgili bir
tavır var, bu da sadece Ankaralılara özgü filan değil. Diğer yandan burada
yaşamak veya orada yaşamamak kıymetli olabilir ama tek başına bir şey ifade
etmiyor. Nasıl yaşadığınız daha önemli.
Geçen hafta Ankara Öykü Günleri’nde bir panelde, edebiyatta son
yıllarda televizyon dizilerinin de etkisiyle oluşan bir Ankara dilinden söz
edildi. Sert, kaba, küfürlü, maço bir dil… Artık Ankaralı ağzının böyle kabul
edildiği söylendi. Oysa Ankara’da 50’li yıllardan itibaren kadın yazarların
belli bir ağırlığı var. Sanıyorum siz de gözlüyorsunuzdur, Ankara’da kadınlar
kültür-sanat ve edebiyat hayatında oldukça fazla yer alıyorlar. Ayrıca çok
nitelikli yazarlar var. Popüler kültür takipçilerinin bilmemesi normal ama
edebiyat değerlendirmelerinde bu gerçeğin göz ardı edilmesi epey can sıkıcı.
“Popüler medyada nasıl görünüyorsa öyledir.” anlayışı. Bu saptamama katılır
mısınız? Yoksa popüler kültürün görmek istediği bir Ankara mı var?
Şöyle anlatayım, editörlüğüm sırasında ayda üç ya da dört kitap
hazırlardım. Bir iş yapıyorsanız, karşılığı da oluyor. Nasıl oldu? O kadar
kitap arasından sadece popüler isimler konuşuldu ve eleştirildi… sadece onlar
hatırlandı. Hep genç erkek hikâyeleri yayımladığım iddia edildi. Kaç tane kadın
yazar çıkardı, editörlük yaptı, neler yayımlandı denmedi mesela. Üzülerek
söylemiyorum bunları, yaşayarak öğrendim, artık ne olacağını tahmin ediyordum
ve tekrar tekrar yaşadım demek istiyorum. Genellikle insanlar popüler olanın
kendileri dışında varolduğunu, ona hiç kapılmadan konuştuklarına inanmak
isterler ama gerçek hiç de öyle değildir, herkesin konuştuğunu konuşurlar,
kitap değil isim okurlar, farklı olana pek yönelmezler, azınlıkta kalamazlar.
Konuşur olanın olumlu ve olumsuz anlamda bir itibarı vardır, beğenmek ve
eleştirmek için popüler olan bu yüzden aranır. O popülerlik sizin de sözünüze
değer katıyor gibi gelir. Yapacak da bir şey yok. Popüler kültür böyle işliyor.
Ankara imgesi, İzmir imgesi, Yozgat imgesi hep bu mecradan çıkıyor…
Ankara’ya sözü getirirsek, Ankara’da en çok hangi köşeyi (köşeleri)
seviyorsunuz?
Çok sevdiğim bir sokakta yaşıyorum, isteyerek taşındım buraya, iyi ki
gelmişim… Kendime yürüyüş yolu seçtiğim parklar, bayıldığım sokaklar var, yaşlı
ağaçların olduğu sessiz yerler…
Ankara’da olmanın en güzel yanı ne sizce?
Sevdiklerimin burada yaşaması…
Sizin de sokaklarda yürürken Ankara’nın edebiyat geçmişinin izini
sürdüğünüz olur mu? Sabahattin Ali bu sokakta oturmuştu, Cemal Süreya en çok
burada yemek yerdi, Arkadaş Özger bu köşede düşmüştü, Adalet Ağaoğlu’nun romanı
bu binada geçiyordu gibi…
Öyle nostaljik biri değilim ama arkadaşlarıma ilk gençliğimin geçtiği
Ulus civarını dolaştırırken böyle şeyler anlatıyormuşum.
Lacivert olarak çok teşekkür ederiz.
Söyleşiyi Tümay Çobanoğlu ile yaptık, Lacivert dergisinde yayımlandı.
1 yorum:
Levent Bey güzel bir röportaj olmasının ötesinde samimi ve öğretici. Teşekkürler
Yorum Gönder