Seksenli yıllarda gazetelerimizde bir modaya dönüşen metin ağırlıklı, o günlerin deyişiyle “Kara Murat gibi” çalışmalardan biri Hisar’daki Vampir. Kara Murat’ın gördüğü ilgi kadar, dizinin yazarı olan Rahmi Turan’ın gazetecilik anlayışının yaygınlaşması bu türden yazı ağırlıklı, metnin okunurluğunu kolaylaştırmak için çizilmiş üç ya da dört kare resmi olan anlatıları çoğaltmıştı. Çalışmanın yayınlandığı Tercüman büyük reklamlarla satışını artırmaya çalışırken, o dönemde, içlerinde Suat Yalaz’ın da olduğu tanınmış gazetecileri kadrosuna dahil etmişti. Yalaz, gazetenin mevcut kadrosundaki Şahap Ayhan ve Ayhan Başoğlu gibi isimler nedeniyle olmalı Karaoğlan türünde tarihi çalışma yapmayarak bir edebiyat uyarlamasına yönelecekti. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi bu uyarlamadan hoşnut kalmamıştı; Hisar’daki Vampir, günümüzde geçen, yaptığı edebiyat uyarlamasına göre daha hareketli ve tarzına uygun bir çalışma olacaktı. Her şeyden önce bir Vampir hikâyesi olması nedeniyle farklılık arzediyordu.
Erhan Doğan adlı bir “resimli-romancının” başından
geçenlerin anlatıldığı hikâye gerilimin iyi kurgulanmadığı, “yazdıkça geliştirilmeye
çalışılmış” bir çalışma olarak özetlenebilir. Metin ağırlıklı olduğu için
anlatım dilinin değiştiği, başlangıçtaki sarkastik-özgüvenli anlatıcının kimi
yerlerde unutulduğu, hikâyenin yeknesaklaşıp betimleyici bir dille
sürdürüldüğü söylenebilir. Türkiye’de
korku literatürü uzmanı sayılan Giovanni
Scognamillo’nun “Co” adlı bir tipleme olarak hikâyede yer alması Hisar’daki Vampir’in ilginç
özelliklerinden.
Hikâyenin hemen başında Erhan Doğan, yeni çalışması için onun
tavsiye ettiği bir sahafa giderek Drakula hakkında kitaplar arıyor. Merak
uyandırıcı ilk sözleri de “yüzünde üç günlük sakalla, kitapçıdan çok kudret
macunu satan baharatçıya benzeyen” sahaf söylüyor: “Bugün ne oluyor böyle
Allahaşkına? Sizden biraz önce güzel bir kız geldi. Alman turist falan
zannettim. Baktım Türkçe konuşuyor. ‘Vampirle ilgili ne kadar kitap varsa
istiyorum’ dedi. O gitti siz geldiniz. Ne oluyor Allahaşkına!”. Yalaz’ın
kendini anlattığı, tip olarak Karaoğlan’ı andıran kahramanı Erhan, doğal olarak
bu güzel (ve haliyle esrarengiz) genç kadının arkasından “seyirtiyor”. Kızdan
yüz bulamayınca, “Frankeştayn bozması” korumasına bir not yazıp elinde Kont Drakula’nın Hatıra Defteri olduğuna
dair yalan söylüyor. Bu bölümlerde Yalaz’ın çok sevdiği türden Türkçe
açıklamalı İngilizce diyaloglar okuyoruz. Bu basit-başlangıç düzeyindeki
İngilizcenin gazete tarafından yanlış dizilmesi ise ayrı bir hoşluk! (juste
the mi mute! vs) . Erhan, eve döndüğünde hatıra defteri palavrası için arkadaşı
Co’dan yardım istiyor: “Bu yalana bir kulpu bulsa bulsa, Giovanni bulabilirdi.
Boru değil, bütün dünyada vampiromanların
en tanınmışıydı. Liste başıydı… Pirincin taşını şimdi o ayıklasındı”.
Erhan, kızın evine gittiğinde Kurukafa adını verdiği bir
üçüncü adamla karşılaşıyor. Göz yerine iki karanlık çukuru, dudaksız bıçak
yarığını andıran ağzı olan korkutucu bir adam Kurukafa. Ardından hatıra
defterinin gerçekten var olduğunu, Kurukafa, Frankeştayn bozması ve güzel genç
kızın o defterin eksik bölümlerinin peşinde olduğunu öğreniyoruz. Erhan,
kendisinde defter olmadığını söyleyince onu bayıltıp tutsak ediyorlar. Ertesi
gün gazetedekiler Erhan’ın resimli romanının gelmediğini görünce
meraklanıyorlar, yerine bir şey konmak söz konusu olduğunda Ahmet Bey (Tercüman’ın o dönemki başyazarı Mehmet
Barlas kastediliyor olmalı) şöyle diyor: “Erhan’ın yerine kolayca başka bir şey
konabilseydi, koca Babıali bunca yıl onun nazını çeker miydi be kızım? Hem
Erhan iyi bir profesyoneldir. Gecikince telefon eder. Bunda bir iş var. Bana
Çevik Kuvvet Amiri Ali Bey’i bulun!”.
İşe böylelikle Türk Polisi de karışıyor,
hikâyenin bir başka kahramanı olacak Faruk Benice ortaya çıkıyor. Benice, 12
Eylül öncesinde bazı arkadaşları sorgu yapayım derken (işkence yaparak) kantarın topuzunu
kaçırınca yukarıya durumu bildirmiş, onlar da “Karaoğlan’lık taslama, yoksa bu
azgınlığı bastıramayız” deyip onu siyasi polisten alıp Çevik Kuvvet’e
vermişlerdir.
Köşkte tutsak olan Erhan, sabah kahvaltısında genç kızdan
hafif tertip dayak yedikten sonra (Bir Suat Yalaz hikâyesi anlatıyoruz) genç
kızla erotik ölçülerde yakınlaşacaktır: “Ya vampirse bu karı diye düşündü bir an. Ufak ağzından
sadece ön iki dişi görünüyordu. Vampir olsa köpek dişleri ağzından dışarı
taşardı (…) Boş versene be dedi içinden. Atın ölümü arpadan olsun. Böyle
vampire can kurban”. Kızdan Kurukafanın gerçek adının Herr Werner olduğunu,
küçük kız kardeşinin ellerinde rehin olduğu için onlara yardım etmek zorunda
kaldığını öğreniyoruz. Dahası var elbet, genç kadın adının Sonya olmakla
birlikte, Romanya Türklerinden olan bir aile tarafından yetiştirildiğini,
onların kendisine Suna diye hitap ettiklerini söylüyor (!)
Hisardaki Vampir’in
İstanbul’la kurulan ilgisi ise şöyle: Kont Dracula, yaşadığı dönemde
karşılaştığı güçlükler nedeniyle Osmanlı Sultanı Murad Han’dan yardım isteyerek
yanına sığınıyor. Çok sevdiği karısı Amanda’yı da Türk topraklarında
kaybediyor, onu İstanbul’da bilinmeyen bir yerde defnediyor. Werner, “Drakula
bir vampir olduğuna göre karısını da vampir yapmıştır” diyor, ona göre Drakula öldü ama karısı hâlâ bir
vampir olarak İstanbul’da yaşıyor. Bu karanlık adamların Amanda’nın mezarını
neden aradıkları ise merak uyandırıcı bir soru olarak hikâyeyi sürüklüyor.
Sonradan Werner’in yüzyıllar önce Drakula’ya hizmet etmiş ailenin soyundan
geldiğini, Amanda’yı karşılıksız bir aşkla aradığını anlıyoruz. Tüm bunlar
üstün körü anlatılıp geçiyor. Hikâyenin gelişimiyle önce Hayırsız Ada’ya Anemas
Zindanı kalıntılarına, oradan Karpatlara daha sonra İsviçre ve Paris’e gidip
finalde İstanbul’a yeniden dönülüyor. Amanda’nın cesedinin Drakula’nın
hizmetkârlarından olan Annabella ile değiştirildiğini, Hayırsız Ada’daki
tabutun bu yüzden boş olduğunu öğreniyoruz. Werner, Amanda’yı Sonya’yı kurban
ederek diriltiyor ve birlikte Avrupa’yı dolaşmaya başlıyorlar. Gösterilerine
Vampirella adıyla çıkan kadının cinsel cazibesine kapılan erkekleri kurban
seçiyorlar, bu arada Türk işçilerine Amanda’yı Ahu Tuğba olarak tanıtmak gibi
yollara da başvuruyorlar.
Tüm kovalamaca ve uluslararası seyahat sırasında
Komiser Faruk, bir kurtarıcı olarak ölümün eşiğindeki Erhan’a hep son anda
yardım ediyor. Hikâyenin dağınıklılığını Faruk da kurtaramıyor, Yalaz bir
karede onun bıyıklarını çizmeyi dahi unutuyor. Finalde o ana kadar herhangi bir
duygusal tepkisini görmediğimiz Amanda’nın nedamet getirdiğini, Faruk’a dönüp
bozuk bir Rumeli Türkçe’siyle: “Beni affet! Olanlara karşı koymak benim elimde
değildi. Ölmeme yardım et! Suçsuzluğumu da herkese anlat!” diyor. Sonsuzluktan
usandığını ölmek-huzura kavuşmak istediğini anlatıyor. Aşığı ve hizmetkârı
Werner’i sürpriz bir biçimde tehdit ederek şöyle söylüyor: “Beni öldürmeye
mecbursun. Yoksa seni polise ihbar edeceğim. Bütün cinayetlerini bir bir
anlatacağım. Benim gerçekten nasıl öleceğimi yalnız sen biliyorsun. Bunu yap ve
defol git! Ölümü, seninle yaşamaya tercih ederim, iğrenç yaratık!”.
Yalaz’ın
kahramanlarına psikolojik bir derinlik katmak gibi bir derdi olmadığını, bir
aksiyon anlatıcısı olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Üstelik hikâyeyi bir biçimde
toparlayıp bitirme telaşına kapılabilen bir tefrikacı. Finalde birdenbire
hızlanan hikâyenin mantığı (çok mantıklı olmasa da) nedamet getiren Drakula’nın
karısına bağlanınca gerisini Türk polisi tamamlıyor ve hasta ruhlu aşığı
yakalıyor. Hikâyenin sonunda ölmek isteyen Amanda’yı mezardan çıkarken
görüyoruz: “Ölmemişti. Çünkü vampir olayına inanmayan Türk doktorlar onu
morgtan alınca, kalbine saplı tahta kazığı çıkarmışlar ve normal bir ölü gibi
gömmüşlerdi.” Hisardaki Vampir’in
dağınıklığının temel nedeni belki de Yalaz’ın esprisinde dile getirdiği gibi en
az Türk doktorları kadar “vampir olayına” inanmamasıyla ilgiliydi.
[2007]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder