Cumartesi, Temmuz 18, 2015

Keşke hayatı ve tarihi daha çok hikâyeleştirsek



Ülke tarihinin önemli siyasi olaylarını hikâye olarak anlatamadığımızı düşünüyorum. Epik bir akışkanlık, hamasi bir dil ve piyesvari bir teatrallikten fazlasını çıkaramıyoruz. Yayıncılar, yapımcılar, bürokratlar, geniş anlamıyla üreticiler tarihe bakarken çocuksulaşıyorlar. Krallar olmadan tarihi anlatmak bize ya nafile geliyor ya da günah raddesinde suç. Onlar olmadan hikâyeler tatsız, yavan, yetersiz bulunuyor. Sıradan insanların hükmü yok bizim için. Dönüp dolaşıp marş söyletiyoruz onlara, geçit törenine sokuyoruz. Tarihin kahramanı binbir çeşit versiyonuyla Ulubatlı Hasan oluyor ve hiç şaşmıyor. Öğretmenleri, imamları, devrimcileri, şehitleri, askerleri, sanatçıları sloganlarla sunuyoruz. Başka türlüsü hoşumuza gitmiyor, bizi kesmiyor. Bu kadar gökdeleni boşuna yapmıyoruz, her yerden görünsün, hayran olunsun istiyoruz. Meramım yanlış anlaşılmasın, ah vah etmiyorum, biz böyle anlatmayı seviyoruz demek istiyorum. Gezi Ayaklanmasını anlatabilecek miyiz örneğin? Romantize edilecek, poster havasında bir dönemden diğerine devşirilecek orası muhakkak ama Gezi için nasıl bir hikâye aklediyoruz acaba? 

Erkan Yıldız’ın yazdığı Arda Güler’in çizdiği #İsyan eli yüzü düzgün, temiz çalışılmış, emek verildiği anlaşılan bir albüm. Bir hikâyesi var diyemem, belgeselci bir niyetle oluşturulmuş çünkü. Makale veya siyasi bir deneme gibi duruyor. Yazıya eşlik eden bir illüstrasyon albümü olduğu bile iddia edilebilir. Yayınevlerinin, üretici arkadaşların siyaset ve çizgi roman dendiğinde bu tarza başvurmasından şikâyetçiyim. Mesele Gezi de değil. Önümüzdeki yıl göreceksiniz, Çanakkale Savaşının yüzüncü yılı nedeniyle albümler çıkacak, sizce hikâyeleri olacak mı? Neden hikâye anlatmıyoruz? Ne yapıp edip bir öğreten adam sesi çıkartıyoruz ortaya, davudi, hakikati yüzümüze çarpan, dramatik, göz yaşartıcı bir anlatıcı sesi. Sıradan insanları konuştururken bile büyük laflar ettiriyoruz böyle olunca. Bu ajit-prop refleksi hangi ara sarıp sarmaladı bizi, hep mi böyleydik?

Türkiye’de çizgi roman üretilmiyor, e yeterince çizer yok, o özveri gösterilmiyor, büyük emek istiyor vs. Sorun çok. Bence bir sorun da hikâye diye aklımıza gelen şeylerin büyüklük iddiası. Gezi’nin niye çizgi belgeseli yapılmak zorunda mesela? Herkesin ulaşabileceği çoklukta bir görsel arşiv var. Sayısız video kayıt ve fotoğraf mevcut. Çizgi roman nasıl rekabet edebilir ki bu çoklukla? Sosyologlar, gazeteciler, fotoğrafçılar, graffiticiler, edebiyatçılar hepsi farklı açılardan Gezi’ye bakarak yorumlar yaptılar, yapıyorlar. Çizgi romancılar da başka türlü ve onlara benzemeyen, kendine özgülüklerini belirginleştirerek yorumlar yapmalılar. Çünkü çizgi roman, hikâye anlatan başka türlü bir anlatım aracı…

Yapılabilir mi? Yapılabilir. Küçük bir örnek vereceğim, maksadım iyi kötü ayrımı yapmak değil. Yakınlarda Dirençizgiroman, Gezi Direnişinden Çizgiler adlı bir albüm daha çıktı. Fanzin havasında, ekseriyeti amatör çizgiler ve metinlerden kurulu bir derleme denebilir. Batıda benzerlerini gördüğümüz underground çizgi roman albümlerini de andırıyor. Albümde, Diren Kalbim isimli üç ayrı çizer tarafından çizilen ve birbirini izleyen üç bölümlü kısa bir aşk hikâyesi yer alıyor. Can Yalçınkaya yazmış, Gürdal Akkoç, Emre Yüce ve Çağrı Coşkun çizmiş. Sevdiği kız için eyleme dâhil olan, olup bitenlere sevdiği kız için katlanan gencin hikâyesi büyük siyasi olayların nasıl anlatılabileceğine dair iyi bir alternatif aslında. Hamaseti ve kendine hayranlığı olmayan, bizim o “büyük ve daha büyük” algımıza yakıştıramadığımız sıradanlıkta bir hikâye mi demeli yoksa. Bana kalırsa Gezi’nin kaotikliğini, çeşitliliğini, hatta apolitikliğini ve heyecanını gösterir türden bir potansiyeli var hikâyenin. Tamamlanamıyor, bazen hızlı çizildiği hissi veriyor ama bir tadı var. Fonda bir seyyah gibi dolaşan genç aşığın büyük derdiyle yan yana durduğu meydandaki insanların büyük derdini mukayese edebilir miyiz? Orada insanlar öldü, kör kaldı, dünya kadar dram yaşandı bunu mu anlatacağız diyerek sinirlenecek miyiz yoksa o kalabalığın ve deveranların içindeki küçük dertleri de mesele edecek miyiz?

Çizgi roman, hikâye anlatırsa güçlenebilir, gücünü gösterebilir. Belgeselci, propagandist yönü elbette olabilir ama bu esasından uzaklaşması, zayıflaması demektir. Türkçe yayınlandıkları için hatırlatıyorum, Satrapi’nin Persepolis'i, Spielgelman’ın Maus'u siyasi çizgi romanlar değil mi? Bu kadar çok dile tercüme edilmelerinin nedeni insani hikâyeleri olabilir mi? Bu hikâyeler muhalif değiller mi? Çizgi romanı muhalif kültürün bir parçası olarak teşvik etmek ve yeniden kurmak zorundayız. Çizgi roman, Occupy hareketinin bir parçası olabildiyse eğer bunu hikâye anlatma gücü sayesinde başardı.

Bu yazı daha önce ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails