Lucas'ın Savaşları, Star Wars filminin yapım hikayesini anlatıyor. Ciddi bir emek sarfedilmiş, güzel anlatılmış bir belgesel çizgi roman. Serinin fanlarının bayılarak okuyacağı bir iş çıkartılmış. Çizgiler güzel, devamlılık başarılı, ne yaptığını bilen bir senaryoya sahip, dönemi, o günün ünlüleri iyi resmedilmiş, tempolu anlatılmış... Malum, başarı hikayelerinin "kötü adamları" vardır, burada da yaşlılar ve yapım şirketi olmuş... George Lucas'ın saplantılı ve içe kapanık kişiliğini bilmediğim için epeyce eğlenerek okudum. Çok çalışması, başarısız oldukça saçını ufak ufak kesmesi filan, karısıyla ilişkisi, iş odaklı hayatı, karamsarlığı, sadeleştirmeyi öğrenmesi vs ilginçmiş...Mesleki olarak hikaye ve yapımla ilgili sürtüşmeleri, maliyet kavgalarını bir parça bilip yaşadığımdan dikkatli bir merakla da okudum. Yakınlarda okuduğum en iyi albümlerden biri.
Cumartesi, Kasım 30, 2024
Son Okuduklarım 99
Cuma, Kasım 29, 2024
Hayat coşkusu
Cardinale, o tarihte yirmi yaşında, sinemaya bir yıl önce başlamış, sanat sinemasının ve festivallerin sevdiği bir kadın oyuncu, bir enerjisi olduğuna inanılıyor, "melez cazibesi" dikkat çekiyor, Berlin, Venedik ve Cannes'da konuşuluyor vs. O dalgayla sahiden çok önemli filmlerde oynayacak zaten...
Soru saçma gelebilir, neden dans ederken bir poz vermesini istemişler diye düşündüm. Dans ederken yakalanan bir enerji vardır, elbette onu yakalamak istemişler, fotoğrafa hareket katmışlar, haliyle erotizm ve hiç öyle değilmiş gibi duran bir doğallık var işin içinde...
Cannes, sadece en iyi filmi seçmeye çalışmaz, bir yaşam tarzını sembolize eder. Zarafeti, yeniliği, liberter bir iştahı savunur. O yılların yıldızlarının fotoğrafları daha kontrollü ortamlarla sınırlıydı, stüdyoda çekiliyordu, burada özellikle sokağa çıkılmış, festivalin neşeli, özgür ve an'ı yaşayan ironik doğasını vurgulanmak istenmiş.
Şunu düşündüm, Bardot böyle bir poz verebilir miydi? Evet, bu pozu ona da verdirebilirlerdi. Arap asıllı genç bir İtalyan'ı seçerek, sinemanın sadece sanat değil bir hayat coşkusu olduğunu popüler ve merak edilen bir yıldızla sembolize etmeye çalışmışlar.
Perşembe, Kasım 28, 2024
Yoldanayıran
Çarşamba, Kasım 27, 2024
İlham veren kaynaklar
Salı, Kasım 26, 2024
Gafletten uyanın
Pazartesi, Kasım 25, 2024
Sahildeyiz
Hazır Ankara'ya kar yağmış ve içime bir Neşet Coşar oturmuşken... Eskilerden şen şatır bir sahil fotosu paylaşayım... Empati yapıyorum, kar fotoğrafları paylaşmıyorum, gören var göremeyen var...
Fotoğrafın bir hikayesi var tabii, hiç unutmam, fotoğraf çekilirken Raffaella Carra çalıyordu, “scoppia scoppiia” filan işte… Hiçbir Türk'e yakıştırılamayacak gayri ciddi bir melodi… Sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, egolar dahil olmuştu işin içine, ter ve gözyaşı fasılları olmuştu, e alfalar var, e mansplaining var, kolay değil tartışmak…
Meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…
Bu fotoğraf çekildikten yirmi yıl sonra sol baştaki abimiz “tarikatçı” oldu, kafirle bağlarını kopardı, bizle konuşmuyor, biz de o bizimle konuşmadığı için onunla konuşamıyoruz…
Hemen yanımdaki ufaklık “rakçı” oldu ve annesi, kızıyla bir konuşmamı istemişti, muhtemelen “seks yapacak bu kız korkusu” yaşıyordu… Bittabi böyle bir konuşma yapmadım. Yıl olmuş 1997 filan demiştim içimden… Yıl olmuş 2024’le aynı anlama sahip bilmeyenler için yazayım…
Onun yanındaki Fatih, otuz beş yıl önce Amerika’ya işçi olarak gitti, orada “bize çok benziyorlar, eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar” dediği çekik gözlü bir kızla evlendi, mutlu mesut iki çocuklu yaşıyor, geçen hafta mesajlaştık o kadar yıl sonra…
En sonda çömelmiş duran abim, ailemizin aşk avantüriyesi olarak Urla’da üçüncü evliliğini sürdürüyor… Aralıklarla annemi, rahmetli pederi, borsayı ve türlü geri zekalılıkları konuşuyoruz.
Kendimi anlatmayacağım, hiiiç sevmem öyle şeyleri…
Münazara hocalarımızdan kayıplarımız var, onu da tahmin edersiniz…
Ve ne var, dışarıda kar var…
Pazar, Kasım 24, 2024
Son Okuduklarım 98
Cumartesi, Kasım 23, 2024
İlk Neorealist
Cuma, Kasım 22, 2024
Harita
Ben şuna takıldım ve espri olarak gülümsedim, Ruslar Antalya'yı biliyor ama Antalya'nın hangi ülkede olduğunu bilmiyorlarmış, duyunca şaşırmadım çünkü Almanların Alanya'yı bildiğini ama Alanya'nın hangi ülkede olduğunu bilmediklerine bizzat şahit olmuştum.
Perşembe, Kasım 21, 2024
Kâmıran
Çarşamba, Kasım 20, 2024
Sahnenin seyircileri
Salı, Kasım 19, 2024
Elit
[Celal Kazdağlı, Demirel’in Liderlik Sırları, Beyaz Yayınları, İstanbul 1999.]
Pazartesi, Kasım 18, 2024
Aşkın göz yaşları
Pazar, Kasım 17, 2024
Kararsızlık felsefesi (!)
Pragmatiklerin hayatın içinde derlenip savrulan, sonra yeniden toparlanan bir tarafları vardır, işlevselliğe dikkat kesilirler... Herhangi bir seçimin "doğru" ya da "yanlış" olması, onun ne kadar işlevsel olduğuna bağlıdır. Eğer o seçim bir çıkmazı aşmak için işlevselse, o zaman "doğrudur". Güce tapmayı da buradan anlayabiliriz, dahil olmayı da, susmayı da...
Diğer yandan, çoğunluğun karşısında azınlık olduğunuzun farkındaysanız, görüşlerinizin hakim olamayacağını biliyorsanız dikkatli davranırsınız, e bu da bir tür pragmatizmdir, hayatınızı kolaylaştırabilir... Pragmatizm, malum, siyaseten eleştirilir, kısa vadeli çıkarlar üstüne yoğunlaştığı, derinleşemediği (günü kurtardığı), değerleri ilkesizleştirdiği söylenir. Doğru değil diyemiyorum ama hayatın işleyişi bakımından tabii sınıfların böyle yaşamak zorunda kaldığını düşünüyorum. Pragmatizm bütünüyle olumsuzlanamaz . Esneklik, toplumsal iyileşme adına pratiklik de içerir çünkü.
Benim her defasında yeniden karar vermek dediğim, tartışmacı kararsızlık, bitimsiz bir karar alma süreci de bir tür pragmatizm içeriyor ama bütününü kapsamıyor. Özgür iradeyle ilgili kararsızlıktan söz ediyorum daha çok...Yolun net olmadığı, her kararın bir tür özgürlük ve insan olma deneyimi sunduğu bir şeyden söz ediyorum arzederim.
Cumartesi, Kasım 16, 2024
Kafa karışıklığının güzelliği
Cuma günleri sosyal medyada bir hareketlilik oluyor, bir kısmı gerçekten komik olabilen "hedü hedü ve hedü, hayırlı cumalar" türünden vecizeler paylaşılıyor, az önce birini gördüm mesela "tozlu gören camını silsin, hayırlı cumalar" denmiş...Yol değil senin camın kirli canım kardeşim, deniyor gibi gelmesin, insanlar kafiyeye, tafraya gülümsüyor.
Dünya sahiden kaotik bir yer, hayat çözülemeyen karmaşalarla dolu... Aklı başında insanlar, feylesoflar, siyasetçiler, gazeteciler, terapistler, sanatçılar bu kaosu anlatmak-resmetmek-kullanmak istiyorlar, bu kadarla kalmıyor, onları izleyenler de tartışılmaz bir netlikte rahatlatıcı bir cevap talep ediyorlar.
Yeryüzünün kadim hikayelerini hatırlayalım, tekrar eden, benzeyen, öğretmeye ve yön göstermeye çalışan anlatılarından söz ediyorum. Hikayelerin kahramanları, bir nedenden ötürü karar almak zorunda kalırlar, kafaları çok karışıktır, tahkiye iyiyse bizi öyle bir yere getirir ki, onun çıkışsızlığını biz de yaşamaya başlarız.
Kahraman, geri dönülmesi mümkün olmayan bir yerdedir, tam o anda bir karar verir. O karar, o sebeple sahici bir karardır... Ne yapılması gerektiğini bilmenin mümkün olmadığı bir noktada karar vermiştir, karar verme zorunluluğu içinde karar vermiştir...
Yani, "yol temiz-cam kirli" bir karar değil, uygulamadır, ne yapılması gerektiği bellidir, herhangi bir kafa karışıklığı içermiyordur. Öğrencilik, hocalık, dindarlık, terapistlik, devrimcilik ya da neysek, ne yapıyorsak, o ezbere kapıldığımızda mekanikleşiriz, "programa" teslim ederiz aklımızı...
Cuma, Kasım 15, 2024
O havanın...
Popüler olanı konuşuyoruz, hepimiz az ya da çok etkileşim bağımlısıyız. Yeni olan bir film, bir dizi, bir şarkı, bir tartışmayı irdelemeyi, sallamayı, küçümsemeyi, anlam katmayı ya da anlamsızlaştırmayı seviyoruz. Överken ya da azımsarken kendimize itibar katmak istiyoruz.
İki satır kendimden söz edeyim, öyle ya da böyle, yazarak geçiniyorum. Sanatın, edebiyatın, senaryonun ya da yazdığım doktora tezimin son kertede hayat karşısında yetersiz kalacağını daha en baştan kabul etmiştim. Senaryo işinde ne yaparsam yapayım, mainstream içinde yazdığımı biliyordum, hissettiğim edebi tiksintiye karşı hayal ettiğim edebi arzuyla mücadele etmem gerektiğini de biliyordum.
Bunu bir akademisyen, editör ve yazar olarak elbette biliyor ve yaşıyordum. Ama ne akademi ne de edebiyat, popüler kültürün merkezinde değiller. Böyle bir sürükleyici etkileri yok. Popüler olanı etkileyen çok şey var...dışarısı ve içerisi ister istemez farklılar.
Popüler kültür üretimlerine dikkatle bakarsanız, neyin neden sevildiğini veya sevilmediğini anlayabilmenin pek mümkün olmadığını anlarsınız. Kendisi sevdiği ya da sevmediği için kestirip atan münekkit çok ama durum sahiden o kadar kesin çözülemiyor.
Popüler olan, çok konuşulduğu için elbette, ürettiği like-unlike çeşitliliği say say bitmez ölçüsünde. Dizi sorulmuştu bana, o dizi "hiç beğenilmemiş" olabilir ama buna rağmen çok seyredilmiş olabilir. Veya çok beğenilen dizi o sonuna kadar seyredilmemesi de mümkün. Üstelik, o dizinin beğenip beğenilmediğini seyirci yorumlarından çıkartıyorsak eğer, manipüle edilmiş bir kamusallığın içinde üretilen yorumlar olduğunu da hatırda tutmamız gerekiyor.
Perşembe, Kasım 14, 2024
Yavuz
Çarşamba, Kasım 13, 2024
Çizgilere Derkenar 39
Salı, Kasım 12, 2024
Romantik
Altmışlı yıllardan başından itibaren, yani bizdeki çizgi romanın satış ve çeşitlilik bakımından altın yıllarında, genç kadınlar için aşk ve romantizm temalı yayınlar çıkmaya başlıyor. Bizden söz ettim ama çizgi romanın endüstri olduğu her yerde benzer bir değişim yaşanıyor, global bir etki olarak bize de sirayet ediyor...
Niye o yıllar diye sorulursa eğer...Bizde yeni anayasanın özgürleştirici etkisi ve siyasi iyimserlik, karayollarının gelişmesi, matbaa teknolojilerinin değişimi, ülke çapında satılan yayınların maddi getirisini filan sayabiliriz. Okur çoğalıyor, pazar büyüyor, çeşitlilik ihtiyacı hasıl oluyor diyelim.
Dünyada ise kadın hareketinin yükselişine ve 68'in radikalliğine bağlı bir dönüşüm var. Kadınlar sadece gündelik hayatta değil çizgi romanlarda bile aktifleşiyor ve daha çok görünür oluyorlar. Sadece "kaçırılan kadın", "sevgilisini kıskanan kadın" veya "erkek kahraman için rekabet eden kadın" klişesi olmaktan sıyırılıyorlar.
Romantik çizgi roman dergileriin bizdeki en ünlü örneği ve en uzun ömürlüsü Tina'dır, onun kadar olmasa da Çiğdem akla gelir...Bu Romantik ise Amerikan menşeli imiş, Tina ve Çiğdem Britanya kökenli işlerden oluşuyordu. Romantik'te Stan Lee senaryoları, Conan'dan bildiğimiz John Buscema çizgileri filan varmış, o bakımdan ilginçmiş, onların ilk işlerini Romantik'te okumuşuz-görmüşüz meğer... Tek duyguya indirgenmiş, seviyor-sevmiyor ekseninde yaşayan kadınların kahramanı olduğu (bugün için arkaik kalan) mutlu son'lu kısa aşk hikayeleri okuyoruz. Dergiyi bu yoğunlukta görmemiştim, hoşuma gitti.
Pazartesi, Kasım 11, 2024
Konuşturan fotoğraf familyasından
Pazar, Kasım 10, 2024
Hep şiir hep şiir
Suut Kemal, Türk Dili dergisine gelen yazılardaki şiir çokluğuna bakıp hayıflanırmış... "Hep şiir, hep şiir"... Şimdi ne kadardır bilmiyorum ama ben gençken "şair nüfusu" sahiden çoktu, eski dergilere bakıyorum, daha eskiden daha da çokmuş... İnsan bu çokluğu anlamlandırmak istiyor.
Bu çokluk, sadece şiir sevgisiyle-edebiyat tutkusuyla açıklanamaz gibi geliyor bana... Bir arkadaşım, bu çokluğu patolojik ve patetik bulur, bu topraklarda yaşayan insanların kavramsal düşünememesine bağlardı. Abartıyorsun canım benim derdim ona, buraya da yazmış olayım, kendine çeki düzen versin.
Hatıratlara bakarsak eğer, polis memurundan ka'vedeki arkaşa varıncaya kadar halkımız şiirle uğraşanları "solcu" sayarmış, e diyecekseniz bu kadar solcu var mı? Yok.
Şair çokluğuyla solcu azlığını aynı kefede şey etmek doğru olmayabilir, son sözüm bu...
Not1: Sana ne lan Genco!
Not2: Barda şiir okuyan şair bizden değildir demeyeceğim, ben tanışmayayım yeter...
Cumartesi, Kasım 09, 2024
İnstoş
Nerde okuduğumu hatırlamıyorum ama instagram kapatıldığı sırada hissettiklerini anlatan bir genç, mealen söylüyorum, "yaşadıklarımı anlatmak değil göstermek istiyorum" demişti. Görsel içeriğin yazıdan daha etkili olduğu bir hayatın içindeyiz, o bakımdan ifadesi yaşanan zamanı doğru niteliyordu... İnstagram gibi bir mecrayı anlamıyor değilim, çok kullanılıyor çünkü hepimiz onaylanmak ve takdir edilmeye ihtiyaç duyuyoruz, ilişki kurmak istiyoruz, yaşadığımızı göstermek, hatıralarımızı kayıt altına almak ve saire...
Ne ki bir de fomo diye bir hissiyat var, "bir şeylerden geri kalma" korkusu (fear of missing out) diye çevriliyormuş, olup bitenlerin uzağında-gerisinde kalma endişesi olarak özetlenebilir. Moda olanı izlemek, en çok yapılanı yapmak gibi gibi... Instagram'da olmam gerektiğinin söylenmesi, tam da böyle bir şey aslında... Yaygınlaştırılan ve normalleştirilen bir endişe bu, kimseye garip gelmiyor... Orada olmazsam kaybedebilirim (!)...
Böyle bir hissiyat karşısında düşünmek, kendimi ve geleceğimi tartmak durumunda kalıyorum. Fomo bitimsiz bir izleme ve karşılaştırma üretmemize neden oluyor, izolasyondan korkuyoruz, bu bizi sürekli izlemeye, popüler tepkilerin ne olduğunu anlamaya itiyor. Kaygı üretici-zorlayıcı bir durum bu...
Bununla nasıl başa çıkılır çok bilmiyorum, genellikle djital detokstan söz ediliyor, sosyal medyayı az kullanmak filan öneriliyor... Olup bitenlere farkındalıkla ve kabul ederek bakabilmek de bir yol olabilir gibi geliyor bana...
Pek çok insan, bana İstanbul'da yaşamam gerektiğini söyledi yıllarca, içime sinmediğinden hiç yanaşmadım, kapitalizme bu denli yakın yaşamamayı tercih ettim hep... Doğru olan, yapılan işin hakkını vermek ve anlamlı ilişkiler kurabilmek gibi geldi bana... Instoş ile İstanbul'u aynı cümlede boşa kullanmıyorum, arz ederim.
Cuma, Kasım 08, 2024
Soyadı
Perşembe, Kasım 07, 2024
Son Okuduklarım 97
Çarşamba, Kasım 06, 2024
Kültablası
Trendyol'da böyle bir şey satılıyor. Aramızda konuşsak, eskisi gibi değil, çok değişti, yaygın biçimde kritize ediliyor, akademide mizojini hakkında çalışmalar yapılıyor, feminizmin popülerliği, kadın hareketinin yükselişi, genç aktivistlerin dinamizmi şu bu deriz ama, satılıyor işte.
Salı, Kasım 05, 2024
Münir Özkul'un saati
Yazıda iki şey ilgimi çekti, ilki bana bir şey hatırlattı, en az çeyrek asır önce eski bir yönetmenle konuşuyordum, çalışırken başına gelenleri anlatıyordu, bir grup oyuncu ve sanatçıyı kastederek "Bakırköylüler, beni aralarına almadılar, yok saydılar" filan diyerek saydırdıkça saydırmıştı. Malumunuz, itibarla ilgili rekabetin olduğu mecralarda gıybet çok olur... Gel gör ki, ben hem Ankaralıyım hem de teotora cemiyetinde kim kimdir pek bilmem... O sebeple çok anlamamış ve "deşecek" sorular sormamıştım.
Yazıyı okurken öğrendim ki Özkul, Bakırköylüymüş... Önemli mi bilmiyorum...
İkincisi tatlı bir espiriymiş, "Ölmek için yarım saatiniz kaldığını bilseniz ne yapardınız" diye tek soruluk bir anket varmış, Özkul "saatimi satardım" cevabını vermiş zamanında, onu da paylaşmışlar.