Cumartesi, Kasım 30, 2024

Son Okuduklarım 99

Shirley Jackson'u uzun uzadıya konuşabilecek kadar çok bilmiyorum, daha önce Biz Hep Şatoda Yaşadık'ı okumuştum, nasıl desem, insanın içine çöken, atmosfer kuran sabırlı bir yavaşlığa sahipti... Piyango da bu üsluba uygun, hayli ünlü bir hikayesiydi, çizgi romana uyarlanmış... Tekinsizliği koyulaştıran, ayrıntılarla çapını büyüten, anlattığı her karakteri finalde toplayan, sürpriz ve huzursuz edici sonuyla bizi şaşırtan bir hikaye Piyango. Şunu söylemesem olmaz, çizgi roman dünyasının aşina olduğu, bizim EC dediğimiz bir tarzın içinde ilerliyor. Yani, bu öykü Ec Comics dergilerinde kullanılabilirdi. Jackson'u farklı kılan edebi tarzı, maharetli dili... Çizgi roman olunca "suyunun suyu" bir şey çıkabilir endişesi taşıyor insan.  Bu endişe, yayıncı ve editörlerde de varmış ki, farklı bir çizer aramışlar, Miles Hyman, soğuk ve hareketsiz duran, o soğukluk ve hareketsizlikle atmosfer kuran bir üslupla ilerlemiş uyarlamayı yaparken... Okuru kendine yakınlaştırmamayı seçmiş, tek tek bakılınca güzel kareler görüyoruz ama ardışıklık her zaman başarılı olmamış. İddiası nedeniyle ilgimi çekerek inceledim o ayrı.

Lucas'ın Savaşları, Star Wars filminin yapım hikayesini anlatıyor. Ciddi bir emek sarfedilmiş, güzel anlatılmış bir belgesel çizgi roman. Serinin fanlarının bayılarak okuyacağı bir iş çıkartılmış. Çizgiler güzel, devamlılık başarılı, ne yaptığını bilen bir senaryoya sahip, dönemi, o günün ünlüleri iyi resmedilmiş, tempolu anlatılmış... Malum, başarı hikayelerinin "kötü adamları" vardır, burada da yaşlılar ve yapım şirketi olmuş... George Lucas'ın saplantılı ve içe kapanık kişiliğini bilmediğim için epeyce eğlenerek okudum. Çok çalışması, başarısız oldukça saçını ufak ufak kesmesi filan, karısıyla ilişkisi, iş odaklı hayatı, karamsarlığı, sadeleştirmeyi öğrenmesi vs ilginçmiş...Mesleki olarak hikaye ve yapımla ilgili sürtüşmeleri, maliyet kavgalarını bir parça bilip yaşadığımdan dikkatli bir merakla da okudum. Yakınlarda okuduğum en iyi albümlerden biri.

Cuma, Kasım 29, 2024

Hayat coşkusu

Bu fotoğrafı bilmiyordum, Claudia Cardinale'nin 1958 yılında verdiği bir pozmuş, okuduğum yerde Cannes Film Festivalinin ikonik fotoğraflarından biri olarak niteleniyordu. Hatta, ilgili bir kitabın kapak resmi dahi olmuş... Ben hiç görmediğim için merakla bakındım.

Cardinale, o tarihte yirmi yaşında, sinemaya bir yıl önce başlamış, sanat sinemasının ve festivallerin sevdiği bir kadın oyuncu, bir enerjisi olduğuna inanılıyor, "melez cazibesi" dikkat çekiyor, Berlin, Venedik ve Cannes'da konuşuluyor vs. O dalgayla sahiden çok önemli filmlerde oynayacak zaten...

Soru saçma gelebilir, neden dans ederken bir poz vermesini istemişler diye düşündüm. Dans ederken yakalanan bir enerji vardır, elbette onu yakalamak istemişler, fotoğrafa hareket katmışlar, haliyle erotizm ve hiç öyle değilmiş gibi duran bir doğallık var işin içinde... 

Cannes, sadece en iyi filmi seçmeye çalışmaz, bir yaşam tarzını sembolize eder.  Zarafeti, yeniliği, liberter bir iştahı savunur. O yılların yıldızlarının fotoğrafları daha kontrollü ortamlarla sınırlıydı, stüdyoda çekiliyordu, burada özellikle sokağa çıkılmış, festivalin neşeli, özgür ve an'ı yaşayan ironik doğasını vurgulanmak istenmiş. 

Şunu düşündüm, Bardot böyle bir poz verebilir miydi? Evet, bu pozu ona da verdirebilirlerdi. Arap asıllı genç bir İtalyan'ı seçerek, sinemanın sadece sanat değil bir hayat coşkusu olduğunu popüler ve merak edilen bir yıldızla sembolize etmeye çalışmışlar.  

Perşembe, Kasım 28, 2024

Yoldanayıran

Bilmiyordum, İlhan Başgöz alıntılamış, Halit Ziya, Ömer Seyfettin'in ardından yazmış, mealen paylaşayım: "hergüncülüğe ve sanatçıyı yolundan ayıran mizahperdazlığa sapmasaydı [keşke]" demiş, hayıflanarak söylemiş, hani başka bir yazar olabilirdi gibisinden... 

Kişisel olarak aktüeli yaşayanın-aktüelle düşünenin iyi edebiyatçı olmadığına inanırım, o bakımdan hemfikiriz... Ben şuna takıldım, Uşaklıgil mizahla uğraşmayı sanatçı ve sanat için zaaf olarak görmüş... Zamanının ilerisinde bir yazar ve entelektüel, mizahı azımsıyor, önemsemiyor, irtifa kaybı sayıyor...

Yanlış düşünüyor demenin bir anlamı yok, bu bir eğilim, kaybolmuş da değil, mizah, iyi edebiyatın bir parçası olarak görülmezdi, halen görülüyor denemez, Aziz Nesin hayatı boyunca bununla kavga etti, değiştiremedi... 

Halit Ziya derken, Tanzimat ve Servet-i Fünun  içinde yetişmiş, Batı edebiyatını model almış, yüksek edebi değer taşıyan, "ciddi" olarak görülen metinleri benimsemiş bir yazardan söz ediyoruz. Anlattıklarıyla okurunu estetik bir düzeye taşımaya odaklanıyor. Hal bu olunca, mizah gibi  "hafif" görülen türlere karşı okur ve yazar olarak mesafeli davranıyor, mizahı yüzeyselliği yücelten-derinleşemeyen bir anlatı biçimi olarak algılıyor. 

Mizah, Ömer Seyfettin'i nasıl yolundan saptırmış olabilir ki... Alaycılık mı, hasımlarını hicvetmek mi, onlara karşı sarkastik bir kibirle büyüklenmek mi, ne yapmış da sapmış, orası çok anlaşılmıyor...

Ancak yorum yapabiliriz. Mizahi bir dil, Halit Ziya'ya göre edebiyatın ciddiyetini mi zedeliyor, sanatın düşüşü ya da entelektüelliğin zedelenmesi veya eksikliği olarak mı görüyor acaba... Edebiyatın bir "inşa" ve "yüksek değerler yaratma" aracı olduğunu düşünen bir yazar için mizahın yıkıcı doğası hedef küçültmek anlamına mı geliyor. Gevşeklik, geçicilik, nafile bir gayret vs...

Bitirirken söylemesem olmaz, yoldan çıkarma-ayırma vurgusu oldum olası hoşuma gider... Kızımız seks yapacak, oğlumuz eşcinsel olacak, okul önünde uyuşturucu kullanacak, Beyoğlu'nda ışıklara kapılacak, kumar oynayacak, pavyona gidecek...Pıyy... Hep bir manipülasyon algısı, herkes birbirinin salak olduğuna inanıyor bu dünyada...

Kandırırlar babacım, Ömer Seyfettin ne ki, kan-dı-rır-lar, ruhun duymaz....

Çarşamba, Kasım 27, 2024

Ağlama lütfen!

Çizgi: Berat Pekmezci

İlham veren kaynaklar

Çizgi roman hakkında yazmaya ne zaman karar verdiğimi hatırlamıyorum, bir defteri önüme alıp bir şeyler yazmaya 1986'da başlamışım ama öncesi vardı... Yukarıdaki dergileri, ilki hariç hepsini defalarca okumuş dallamıştım. Töre 1984'te, Gösteri 1985'te çıktığına göre biraz daha önce ilham almışım... 

O tarihlerde bizde yayımlanan herhangi bir referans kaynak yoktu... Ne bulsam, saldırıyordum. Yerli çizgi romanların tarihiyle ilgili bir şey bulanıyordum, dergilerde yayımlanan genel değerlendirmeler ise Maurice Horn'dan intihaller yapılarak yazılıyordu, örneğin Töre'deki geniş yazı böyleydi, sonra Bravo'da Sinan Gürdağcık benzer bir intihal yapmıştı. Bu intihalleri Amerikan Kültür'de Maurice Horn'un ünlü ansiklopedisini bulduğumda fark etmiştim.

Günümüzde Kitaplar'ı ise seneler sonra Milli Kütüphanede çalıştığım yıllarda, galiba 1990'da arayıp bulmuştum. Argos ise galiba içlerinde en ilginci ve ufuk açıcı olanıydı. Ofiste bir yerlerdedir, Hürriyet'in bir Pazar ilavesinde Talat (Güreli) abi bir yazı yazmıştı, o da beni etkilemişti. Hepsi, ilk ciddi yayınlardı...

Senaryo işlerim azalsa, bir fırsat olsa, Türkiye'de Çizgi Roman kitabımı yeniden yazmak istiyorum. Ya da bir tür devamını... 
 

Salı, Kasım 26, 2024

Gafletten uyanın

El ilanı muhtemelen, altmışlı yıllardan, benim tahminim 1963 yılından... Milli Türk Talebe Birliği'nin düzenlediği bir mitingin duyurusu. 

Meraklısı bilecektir, sol karşıtı toplaşmalar, soğuk savaş koşullarında devlet eliyle hararetlendirilirdi, haliyle "nemalanan" çeşitli dernekler ve yayınlar çıkardı ortaya. Devlete olan yakınlık, ikbal ve itibar ihtimali, düşman korkusu ve "kahramanlık türküleri" giderek ilgili insan sayısını artırıyordu. Altmışlı yıllarda milliyetçiler hiç olmadığı kadar çoğaldı, çeşitlendi diyelim. Bugünden farkı, e o zaman, milliyetçiler sekülerdi, şimdi dindarlar...

Bu türden eylemlerde benim ilgimi çeken şeylerden söz edeceğim. İlk olarak, balkan göçmenlerinin bu tür etkinliklerde faal olarak yer alması bana oldum olası ilginç gelir. İsteyen göçmenlik psikolojisinden gerekçeler bulabilir...

İkincisi, demokrasiyi savunan çok satar gazeteler mutlaka komünistlikle suçlanırlar. İlk aklıma gelenler o yılların Akşam, Dünya, Vatan gibi gazeteleri... Bugünden bakınca komünizmi geçtim, "bunlar mı solcuymuş, hımm" falan diyebilirsiniz

Üçüncüsü, gazetelere reklam veren özel şirket sayısı az olduğu için onlara yönelik tehditlerle de karşılaşırız. İşte Koç şirketine, Burla Biraderlere siyah çelenk bırakılır filan... Reklam vermeyin korkutması-baskısı ilginçtir. 

Dördüncüsü, Atatürk'ün anti komünist olduğuna yapılan vurgulardır... Malumunuz, popüler kültürümüzün en önemli figürüdür, herkes kendine göre onu tarif eder.  

Beşincisi, taşınan kimi dövizleri severim:  "Domuzdan post Moskof’tan dost olmaz" gibi bilinenleri geçiyorum, "Ananız Katerina mı?" beni halen güldürür, saçmalığı nedeniyle uzun zaman esprisini yapmışımdır.  

Soru şu, bu eylemler olmasaydı ne olurdu, bu kadar kavga ve hararet ciddiye alınmasaydı ne değişirdi,  "what if" edasıyla soruyu bırakıp çekiliyorum. 

Pazartesi, Kasım 25, 2024

Sahildeyiz

Hazır Ankara'ya kar yağmış ve içime bir Neşet Coşar oturmuşken... Eskilerden şen şatır bir sahil fotosu paylaşayım... Empati yapıyorum, kar fotoğrafları paylaşmıyorum, gören var göremeyen var...

Fotoğrafın bir hikayesi var tabii, hiç unutmam, fotoğraf çekilirken Raffaella Carra çalıyordu, “scoppia scoppiia” filan işte… Hiçbir Türk'e yakıştırılamayacak gayri ciddi bir melodi… Sonrasında arkaşlarla Borges ile Calvino’yu karşılaştıran bir tartışma yaşamıştık, egolar dahil olmuştu işin içine, ter ve gözyaşı fasılları olmuştu, e alfalar var, e mansplaining var, kolay değil tartışmak…

Meraklısı için soldan ikinci benim, sağ başta abim var, kolyem suya girmesem iyi olur demişti, dinlememiştim. Arkada değerli münazara hocalarımız…

Bu fotoğraf çekildikten yirmi yıl sonra sol baştaki abimiz “tarikatçı” oldu, kafirle bağlarını kopardı, bizle konuşmuyor, biz de o bizimle konuşmadığı için onunla konuşamıyoruz…

Hemen yanımdaki ufaklık “rakçı” oldu ve annesi, kızıyla bir konuşmamı istemişti, muhtemelen “seks yapacak bu kız korkusu” yaşıyordu… Bittabi böyle bir konuşma yapmadım. Yıl olmuş 1997 filan demiştim içimden… Yıl olmuş 2024’le aynı anlama sahip bilmeyenler için yazayım…

Onun yanındaki Fatih, otuz beş yıl önce Amerika’ya işçi olarak gitti, orada “bize çok benziyorlar, eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar” dediği çekik gözlü bir kızla evlendi, mutlu mesut iki çocuklu yaşıyor, geçen hafta mesajlaştık o kadar yıl sonra…

En sonda çömelmiş duran abim, ailemizin aşk avantüriyesi olarak Urla’da üçüncü evliliğini sürdürüyor… Aralıklarla annemi, rahmetli pederi, borsayı ve türlü geri zekalılıkları konuşuyoruz.

Kendimi anlatmayacağım, hiiiç sevmem öyle şeyleri…

Münazara hocalarımızdan kayıplarımız var, onu da tahmin edersiniz…

Ve ne var, dışarıda kar var…

Pazar, Kasım 24, 2024

Son Okuduklarım 98

Sineklerin Tanrısı, Golding'in ünlü romanının resmi grafik roman uyarlamasıymış... Romanı çok sevdiğim ve etkilendiğim için ister istemez çizerin sadakat gösterip göstermediğine dikkat kesildim. Bence tempo ve sahne ardışıklığı bakımından temiz ve romanı bilen (iyi çalışılmış) bir uyarlama olmuş. Diğer yandan en azından ben daha gerçekçi ve foto realistik bir üslup beklerdim, kimi sahnelerde bir kontrast olarak sanki bu yöne evrilebilirmiş... Romanın rahatsız edici yönü, masumluğun "iğfaliyle" ilgilidir, o bakımdan naif çizginin yanına sert gözüken bir gerçekçilik boyutu eklenebilirmiş. Bu tercih anlatımı doğru anlamda şiddetlendirirmiş... Hobbes'un "State of Nature" düşüncesiyle karşılaştığımda romanı hatırlamış, daha önce anlayamadığım kadar anlamıştım, kastettiğim şiddet, Hobbes'un kaos ve anarşi nitelemesiyle koşut demek istiyorum...Nasty, brutish, and short... Uyarlamayla karşılaşmak ve romanı bir biçimde tekrar okumak hoşuma gitti. 

Cihan Kılıç'ın Ve Sinem dizisinin son albümü çıktı. Bir başka yayınevinden tekrar yayına başladığı için bu albümü görebilmek epey zaman aldı. Albüm, hikayenin genel seyri bakımından büyük değişiklikler içermiyor, radikal kopuşlar olmuyor. Diğer yandan Kılıç bir süredir, karakterlerini hikaye gereği fiziken (espri olarak) biçim değiştirtiyor... Bir nedenden ötürü, Sinem, Alper veya Engin'in bölüm finalinde çok zayıflıyor, çok şişmanlıyor, kısalıyor ya da büyüyor, görünümleri değişiyor... Buna karşın bir sonraki bölümde öyle kalmıyor, tıpkı çizgi filmlerdeki gibi eski hallerine dönüyorlar vs...Kılıç'ın gerçekçi şimdiki zaman tespitlerine karşın bu esprisi bana önceleri uyumsuz gibi gözüküyordu. Sonra fitness ve fatness dualizmini sıklıkla vurguladığı için beden esprisini ziyadesiyle yaptığını hatırladım. Malumunuz sağlıklı beden her bakımdan başarının sembolü haline geldi. İnsanlar delirmiş biçimde bedenlerine, kilolarına, kaslarına, esnekliklerine taktılar... 

Cumartesi, Kasım 23, 2024

İlk Neorealist

Fotoğraf kesik gibi dursa da değil, hareket halindeki bir arabayı çekmek istemişler... Ne ki, hem arabayı gösterememişler, hem çevre net çıkmamış... Bakınca anlaşılıyor, ne varsa yarım yarım bir fotoğraf... Ama güzel.. 

Arabaya asılmış afişin ilk cümlesi "İlk Neorealist..." diye başlıyor, altta daha büyük puntolarla "Bir Şov" mu yazıyor acaba...

Benim gördüğüm manzara şu, taşrada (ki burası Ankara bile olabilir, İstanbul dışında her yer taşra) şehrin en geniş caddesinde, üstü açık bir Amerikan arabasıyla aheste aheste "akşamki" gösterinin duyurusu yapılıyor: "Kıymetli hemşerilerimiz" diye başlayan bir cümle tekrarı hayal ediyorum, ekolu: "Bu akşam Şato Düğün Salonunda şehrimizde ilk defa olmak üzere bir neoralist gösteri tertip edilecektir." 

Gülerek yazıyorum, Roma Açık Şehir filmini duyurusunu yapıyor "olamazlar". 

Neorealist derken neyi kastediyorlar acaba... Sürnormal saydıkları bir şeyi işaret ettikleri muhakkak, dümedüz akan bir hayatın içinde cayırtılı bir temaşa olmalı...Ayrıksı, nevzuhur ve göz alıcı...Gel de bul işte neorealizmi...

Cuma, Kasım 22, 2024

Harita

Epeydir dolaşımdaymış, ben yeni rastladım. Kaynağını bilmiyorum, yabancılar tarafından hazırlanmış gibi duruyor ya da yabancılar yapsa nasıl yapardı diye düşünen biri tarafından akledilmiş...

Ben şuna takıldım ve espri olarak gülümsedim, Ruslar Antalya'yı biliyor ama Antalya'nın hangi ülkede olduğunu bilmiyorlarmış, duyunca şaşırmadım çünkü Almanların Alanya'yı bildiğini ama Alanya'nın hangi ülkede olduğunu bilmediklerine bizzat şahit olmuştum.
 

Perşembe, Kasım 21, 2024

Kâmıran

Tanpınar'ın, Reşat Nuri için yazdığı nefis bir betimleme var: "O rahat ve güzel bir dildi, değerler üzerinde tatlı anlaşmaydı, dünyamızı sarsmadan bizi tatmin eden bir sorumluluk fikriydi." Eleştiri gibi duruyor, oysa bunu başarabilmek kolay değil. Bugün, konuşulmuyor, hatta hatırlanmıyor diyordu birisi geçenlerde, denk geldim. Cevaben eskilerden kim hatırlanıyor ki demek isterdim....

Reşat Nuri, büyük bir romancı, Çalıkuşu genç yaşta yazdığı bir roman, güzel bir klişe, kuşakları, en çok da subayları ve öğretmenleri etkilemiş bir popüler anlatı. Beyfendi sadece Çalıkuşu değildi demek istiyorum. 

Nasıl anlatsam? Popüler dil kurma mahareti, merhametli karakterlerle kurduğu tahkiyeleri onu çağdaşlarıyla kıyaslanamayacak bir mertebeye ulaştırdı, onu "çok sevilen" bir yazar yaptı. E bu da kıskanılacak bir itibar...Reşat Nuri anlatılırken, hele edebiyatçılar onu konuşurken, işin içinde haset ve imrenme olduğunu unutmamak gerekiyor. 

Yukarıdaki ilüstrasyon, Çalıkuşu'nun revize edilerek yeniden yayımlandığı otuzlu yıllarda kullanılmış, yayıncısı olsaydım, geçen yıl, romanın yayımının yüzüncü yılında bu ilüstrasyonlarla özel bir baskı yapardım. Yaşadığımız iştahsızlık ve heyecansızlık çok üzücü...

Yazıyı niye yazıyorum? İlüstrasyona baktım, Münif Fehim bize kendine ve/veya döneme göre yakışıklı bir Kâmran çizmiş. Magazine iş yapıyorsanız, popüler olanı bilmek ve ona göre üretmek zorundasınız... İdeal olanı "göstermek" işinizin temelini oluşturuyor...

Çevremdekilere gösterdim, beklediğim tepkileri aldım diyebilirim, kimse yakışıklı bulmadı, "amca gibi" dediler, romanı bilenler "çok erkek" durduğunu söylediler filan. Arzu odakları ve her bakımdan "moda" haliyle sürekli değişir, geçmişe bakıp beğenmeme anlaşılabilir bir durum...

Bu ve diğer ilüstrasyonları incelerken şunu düşündüm, Kâmran genç görünmüyordu, kıyafetlerden dolayı bunu söylemiyorum. Otuzlu yıllarda ki bence bu algı altmışlı yıllara kadar sürüyor, erkeklik bir olgunluk gösterisi olarak kuruluyor. Genç görünmek eleştiriliyor hatta... Vaaz ve teşvik edilen şey, ağırbaşlılık, "kocalık" ve "babalık"... Kâmran, uçarı, genç ve iştahlı Feride'yi sakinleştirecek bir "liman" olmalı... Öyle çizilmiş. 

Popüler hafızamız ve bilinçaltımız, Kâmran/Kâmıran'ı bekleyen Ferideler ile doluydu. Nasıl resmedildiği önemli... 
 

Çarşamba, Kasım 20, 2024

Kedi Sevmeyen

Çizgi: Berat Pekmezci

Sahnenin seyircileri

Ellili yıllardan. Neresi bilmiyorum, İstanbul'da bir yermiş. Spor salonu değil de avlu içinde bir yere ring kurulmuş sanki. İşiniz gereği veya merak ederek eski gazeteleri taradıysanız, ellili yıllar öncesinde tuhaf boks maçları yapıldığını fark ediyorsunuz. Yurt dışından çeşitli boksörler turneye çıkar gibi buralara gelip maça çıkıyorlar.  Mekan-salon az olduğundan sinemalarda bile "sahne" alıyorlar.

Hikaye olarak ilgimi çektiği için haberlere kapılıp turneleri takip ettiğimi biliyorum. Esamisi okunmayan bir sürü boksör, dilini bilmedikleri bir ülkeye gelip parasına maç yapıyorlar...Yerli ve yabancı organizatörler, bahisler, polisler, yerel kabadayılar, küçük büyük tartışmalar filan derken neler neler oluyor... Buralara kadar gelen boksörleri, boksörden çok serüvenci saymak gerekiyor...

Bir boks maçını canlı olarak seyretmiş değilim...Bahis oynandığı için seyircilerin çılgınlaştığı, maça çok katıldığı söylenir, yine hiç seyretmedim ama at yarışlarında da benzer tepkiler izlenebiliyormuş. 

En fazla on iki yaşındayken, Ankara'da o yıllarda yaşadığımız mahallede, bir apartmanın bodrum katında, sahiden çok tuhaf bir horoz döğüşü seyretmiştim... Seyretmek de denemez, en fazla beş dakika o ortamda kalabildim. Kalmama izin verdiler demek daha doğru... 

Şaşırdım ve korktum elbette, bu kadar çok bağıran ve küfreden erkeği (amca ve abiyi) daha önce görmemiştim. Üstelik hemen hepsi ortadaki horozlar kadar hoplayıp zıplıyorlardı. Çok sıcak ve havasız gelmişti, bugün dahi hatırladıkça o kokuyu hissediyorum sanki. 

İnsanların maçı-yarışı veya gösteriyi seyrederken değişmeleri, iştah, öfke ve şehvetle izlediklerine "kapılmaları" bana maç kadar seyirlik gelir. Ve mutlaka para, bu kapılmayı daha da koyulaştırıyor. 

Salı, Kasım 19, 2024

Elit

“DP iktidarı döneminde milliyetçi ve muhafazakar kesimlerle kurduğu ilişkilerin kendisini ancak bir yere kadar taşıyabileceğini düşünen Demirel, yeni çevre edinme arayışına girdi. Barajlar Dairesi Başkanı olduktan sonra Ankara’da iktidar elitinin oturduğu semte taşınmaya karar verdi. Ankara’nın Kavaklıdere semti, o dönemde ‘Elit’in ikamet merkeziydi. ‘Yeni Elit’ DP yönetici kadrosu, işadamları ve bürokrasinin üst kesiminden oluşuyordu. Hepsi o yörede oturuyordu. Demirel de evini o bölgeye. Kavaklıdere’ye taşıdı. İyi bir ev kiraladı. Kiraladığı ev Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’nin evine yakındı.”

[Celal Kazdağlı, Demirel’in Liderlik Sırları, Beyaz Yayınları, İstanbul 1999.]

Ben değilim


 Instagramda yokum dedim ama biri benim adıma hesap açmış, şikayet eder misiniz rica etsem...

Pazartesi, Kasım 18, 2024

Aşkın göz yaşları

Aşkın Gözyaşları, otuzlu yılların sonundan itibaren memlekette büyük etkisi olan Mısır filmlerinin ilki... Günün koşulları içerisinde büyük hasılat yaptığı ve uzun haftalar gösterimde kaldığı için popüler kültürümüzde geniş yer tutabilmiş...Yıllar yıllar sonra bile ismen zikredilmiş ve hatırlanmış bir film...

Genç bir akademisyen iken Mısır filmlerini izleyen geniş bir gazete taraması yapmış, Tarih ve Toplum dergisinde yayımlatmıştım.  Aslına bakarsanız Mısır filmleri, koşulların zorlamasıyla tesadüfen bizde yayınlanıyor. Savaş nedeniyle Amerikan filmleri Fransa'dan getirilemez olunca, dağıtımcılar Mısır üzerinden filmleri ithal etmeye çalışıyorlar.  E gitmişken de yerel filmlerden en azından birkaçını denemek istiyorlar. Ciddi bir ilgi yaratıyor Mısır filmleri. 

Bu büyük ilgiyi, Türk-alaturka müziğinin yasak oluşuna bağlayanlar çoktur. Filmlerdeki Arapça şarkılar seyircinin yüksek beğenisiyle karşılaşınca, dönemin iktidarı rahatsızlık duyarak eserleri Türkçeleştirmeye zorluyor, şarkılara Türkçe söz yazılıyor... Bu müdahalenin arabesk müziğimizin temelini oluşturduğu söylenir. Filmlerdeki müziklere yazılan sözler ve şarkıların melodik olarak yeniden orkestra edilmesi  alaturka müziğini ve müzisyenleri beklenmedik biçimde tekrar popülerize ediyor. Radyodan ayrılarak gazinolara  çıkan şarkıcılarla ilgili tartışmalar çıkıyor. Münir Nurettin ve Mesut Cemil devrin ve münakaşaların yıldızı oluyorlar. Kısa bir özet geçtim, meraklısı Cumhuriyetin Buluğ Çağı kitabıma bakabilir.

Yukarıda görselini paylaştığım kitapçık, o yıllarda gazete bayiilerinde (tütüncülerde) satılan beş kuruşluk-tek formalık yayınlardan biri. Görmemiştim, bulunca hemen satın aldım. Bizimkiler uydurmuş diye düşünmüştüm, değilmiş, Selami Münir eliyle Arapçadan çevrilmiş. Tahmin edileceği gibi film özetlenmiş, eserdeki yedi şarkıyı kitaba dahil etmişler, o ilginç olmuş. Şarkılı filmlerin kitapçıklarının öncüsü olduğu söylenebilir. 

Filmi, çeyrek asır önce kötü bir kopyadan Arapça izlemiştim, o dönem, Amerikan sinemasının  gerisinde olmakla birlikte, bizden epey ilerdelermiş, özellikli bir yavaşlıkları vardı ve müziği filmin önüne çıkarmayı arzuluyorlardı. Altmışlı yıllara kadar Arap hinterlandında etkili oluyorlar, sonra şirketler lağvediliyor, millileştiriliyor, üretim durduruluyor filan bir dünya saçmalık. 

Aşkın Gözyaşları, mutlu son'lu bir hikaye değil, aşıklar kavuşamıyorlar, sevgilinin mezarı başında mersiye okuyan Abdülvahap ile bitiyor. Hele o yıllar için tuhaf bir final bu. Hikaye nasıl derseniz, aşıklarlar tanışıyor, aşka düşüyor, kötünün dahliyle dengeleri bozuluyor, ayrılık ve yanlış anlaşılmalar yaşanıyor, müzikle ağıtlar yakılıyor şu bu...Bugün için kulağa hoş gelen romantik ifadeler var: "Acaba sana aşkımı iştika etsem" "Bu iştikanı dinlerim", "Acaba sana anlatsam", "derdini dinlerim"... 

Son söz, bizdeki Mısır filmlerini araştırırken, kaynaklara bu kadar kolay ulaşılmıyordu, neymiş yahu bu şarkıcılar merakıyla ve Arap asıllı öğrenciler yardımıyla, Antep'ten, Hatay'dan teyp kasetleri getirtmiştim... Neler neler dinliyordum, kitapçığı okuyunca tekrar kurcaladım biraz. Nostalji oldu.

Pazar, Kasım 17, 2024

Kararsızlık felsefesi (!)

Dün yazdığım yazıyla ilgili bir not düşmem gerekiyor, tam anlatamadım galiba... Eskiden olsa pek çok insan Sartre'a bağlardı yazdıklarımı, tam öyle değil ama bir bağ kurulabilir... Bence asıl olarak belirsizliğin farkında olmak, özgür irade ve bitimsiz sorgulamayı tercih etmek bakımından pragmatizmi çağrıştırıyor...Pragmatizm deyince eleştiriler hemen başlıyor elbette...

Pragmatiklerin hayatın içinde derlenip savrulan, sonra yeniden toparlanan bir tarafları vardır, işlevselliğe dikkat kesilirler... Herhangi bir seçimin "doğru" ya da "yanlış" olması, onun ne kadar işlevsel olduğuna bağlıdır. Eğer o seçim bir çıkmazı aşmak için işlevselse, o zaman "doğrudur". Güce tapmayı da buradan anlayabiliriz, dahil olmayı da, susmayı da...

Diğer yandan, çoğunluğun karşısında azınlık olduğunuzun farkındaysanız, görüşlerinizin hakim olamayacağını biliyorsanız dikkatli davranırsınız, e bu da bir tür pragmatizmdir, hayatınızı kolaylaştırabilir... Pragmatizm, malum, siyaseten eleştirilir, kısa vadeli çıkarlar üstüne yoğunlaştığı, derinleşemediği (günü kurtardığı), değerleri ilkesizleştirdiği söylenir. Doğru değil diyemiyorum ama hayatın işleyişi bakımından tabii sınıfların böyle yaşamak zorunda kaldığını düşünüyorum. Pragmatizm bütünüyle olumsuzlanamaz . Esneklik, toplumsal iyileşme adına pratiklik de içerir çünkü.

Benim her defasında yeniden karar vermek dediğim, tartışmacı kararsızlık, bitimsiz bir karar alma süreci de bir tür pragmatizm içeriyor ama bütününü kapsamıyor. Özgür iradeyle ilgili kararsızlıktan söz ediyorum daha çok...Yolun net olmadığı, her kararın bir tür özgürlük ve insan olma deneyimi sunduğu bir şeyden söz ediyorum arzederim. 

 

Cumartesi, Kasım 16, 2024

Kafa karışıklığının güzelliği

Hatırlayanlar olabilir, Nurcuların kuşe kağıda filan basılan Sızıntı diye bir dergileri vardı, yukarıdaki gibi ilüstrasyonlar kullanırlardı. Her yazı Allah'ın varlığını ispat etmek için yazıldığı için, ilüstrasyonlardaki erkekleri "hak ve hal yolunun arayışında" olarak yorumluyorlardı galiba. Resimler bana karmaşık gelirdi, içim sıkılırdı, çocuksun...Bir çıkışı olmalı ama yok...Niye? Çünkü inançsız...

Cuma günleri sosyal medyada bir hareketlilik oluyor, bir kısmı gerçekten komik olabilen  "hedü hedü ve hedü, hayırlı cumalar" türünden vecizeler paylaşılıyor, az önce birini gördüm mesela "tozlu gören camını silsin, hayırlı cumalar" denmiş...Yol değil senin camın kirli canım kardeşim, deniyor gibi gelmesin, insanlar kafiyeye, tafraya gülümsüyor.

Dünya sahiden kaotik bir yer, hayat çözülemeyen karmaşalarla dolu... Aklı başında insanlar, feylesoflar, siyasetçiler, gazeteciler,  terapistler, sanatçılar bu kaosu anlatmak-resmetmek-kullanmak istiyorlar, bu kadarla kalmıyor, onları izleyenler de  tartışılmaz bir netlikte rahatlatıcı bir cevap talep ediyorlar. 

Yeryüzünün kadim hikayelerini hatırlayalım, tekrar eden, benzeyen, öğretmeye ve yön göstermeye çalışan anlatılarından söz ediyorum. Hikayelerin kahramanları, bir nedenden ötürü karar almak zorunda kalırlar, kafaları çok karışıktır, tahkiye iyiyse bizi öyle bir yere getirir ki, onun çıkışsızlığını biz de yaşamaya başlarız. 

Kahraman, geri dönülmesi mümkün olmayan bir yerdedir, tam o anda bir karar verir. O karar, o sebeple sahici bir karardır... Ne yapılması gerektiğini bilmenin mümkün olmadığı bir noktada karar vermiştir, karar verme zorunluluğu içinde karar vermiştir... 

Yani, "yol temiz-cam kirli" bir karar değil, uygulamadır, ne yapılması gerektiği bellidir, herhangi bir kafa karışıklığı içermiyordur. Öğrencilik, hocalık, dindarlık, terapistlik, devrimcilik ya da neysek, ne yapıyorsak, o ezbere kapıldığımızda mekanikleşiriz, "programa" teslim ederiz aklımızı...

Cuma, Kasım 15, 2024

O havanın...

Geçtiğimiz günlerde "televizyon" hakkında yazan bir gazeteci, yeni yayımlanan bir diziyle ilgili fikirlerimi sordu. Cevap vermedim, ilke olarak vermiyorum, eş dost arasında bile konuşuyorum diyemem,  bir  arkadaşım, bunu profesyonel bir mesafe olarak niteledi, piyasanın içinde olmamla ilişkilendirdi. 

Tam da soramadım, çekindiğimi mi düşündü acaba,  "dedim olabilir", uzatmanın bir manası yok çünkü...  O gazeteciye ve arkadaşıma söylediğim şey şuydu,  o tartışma havasının içinde olmamayı tercih ediyorum, işe güce bakayım istiyorum. 

Popüler olanı konuşuyoruz, hepimiz az ya da çok etkileşim bağımlısıyız. Yeni olan bir film, bir dizi, bir şarkı, bir tartışmayı irdelemeyi, sallamayı, küçümsemeyi, anlam katmayı ya da anlamsızlaştırmayı seviyoruz.  Överken ya da azımsarken kendimize itibar katmak istiyoruz. 

İki satır kendimden söz edeyim, öyle ya da böyle, yazarak geçiniyorum. Sanatın, edebiyatın, senaryonun ya da yazdığım doktora tezimin son kertede hayat karşısında yetersiz kalacağını daha en baştan kabul etmiştim. Senaryo işinde ne yaparsam yapayım, mainstream içinde yazdığımı biliyordum, hissettiğim edebi tiksintiye karşı hayal ettiğim edebi arzuyla mücadele etmem gerektiğini de biliyordum. 

Bunu bir akademisyen, editör ve yazar olarak elbette biliyor ve yaşıyordum. Ama ne akademi ne de edebiyat, popüler kültürün merkezinde değiller. Böyle bir sürükleyici etkileri yok. Popüler olanı etkileyen çok şey var...dışarısı ve içerisi ister istemez farklılar. 

Popüler kültür üretimlerine dikkatle bakarsanız, neyin neden sevildiğini veya sevilmediğini anlayabilmenin pek mümkün olmadığını anlarsınız. Kendisi sevdiği ya da sevmediği için kestirip atan münekkit çok ama durum sahiden o kadar kesin çözülemiyor. 

Popüler olan, çok konuşulduğu için elbette, ürettiği like-unlike çeşitliliği say say bitmez ölçüsünde. Dizi sorulmuştu bana, o dizi "hiç beğenilmemiş" olabilir ama buna rağmen çok seyredilmiş olabilir. Veya çok beğenilen dizi o sonuna kadar seyredilmemesi de mümkün. Üstelik, o dizinin beğenip beğenilmediğini seyirci yorumlarından çıkartıyorsak eğer, manipüle edilmiş bir kamusallığın içinde üretilen yorumlar olduğunu da hatırda tutmamız gerekiyor. 

Perşembe, Kasım 14, 2024

Yavuz

Deniz ülkesiyiz ama kolektif hafızamızda yeri olan pek gemimiz yoktur. Hani "yüreğimize" dokunmuş, romantize edilmiş, kahramanlığı ya da faciasıyla aklımızda kalmış gemileri kastediyorum. Ertuğrul firkateyni, Dumlupınar denizaltısı, Savarona yatı, Kurtuluş gemisi ve hatta Struma gibi gibi... Galiba, Yavuz kadar yaygın bilinen ve hatırlanan bir başka gemimiz yok! 

Görseldeki Yavuz, kendimden yola çıkacağım, yetmişli yıllarda bile halen konuşulurdu, bir popüler kültür ikonuydu, şimdiki kadar  unutulmamıştı. Milli eğitimde bir gurur vesilesi olarak halen zikredilirdi. Vefasızlıkla hurdaya çıkarıldığını, parçalandığını, o parçalardan da jilet yapıldığını duymuştum, doğru olup olmadığını bilmiyorum ama elime her jilet aldığımda Yavuz'u hatırlardım. Popüler kültür, vefasızlık hikayelerini (romantize ederek cilalamayı) çok sever, miadı dolmuş bir geminin hurdaya çıkmasını bile kederli bir hikayeye çevirerek benim gibi çocukları (ve "çocuk kalplileri" diyelim) efkarlandırabilir... 

Yavuz, Alman gemisiydi, Sivastopol'u topa tutarak bizi büyük savaşa dahil eden iki kruvazörden (diğeri Midilli) biriydi. Almanlar gemileri bize vermiş, içindeki askeri personele Osmanlı üniformaları giydirilmişti. O yıllarda Yavuz kadar büyük ve teknolojik olarak yeni gemimiz yoktu, Almanlar olmasa gemiyi çekip çevirecek bilgiye sahip değildik. Öğrenilir,  öğrendik... 

E Yavuz ne yaptı, tek tek girdiği çatışmalara bakarsak Ruslara karşı gayet başarılıydı... Öyle ki, çok geçmeden bir savaş efsanemize dönüştü, varlığı insanlara iyi geliyordu. Boğaz'ın bekçisi olmuştu, "o varsa Ruslar İstanbul'a inemezdi." Rus gemilerini nasıl batırdığı, nasıl ürküttüğü anlatılıyordu. Sadece Karadeniz'de mi, Gelibolu'da görünmesi dahi orduya moral olmuştu. Kartpostalları satılıyordu. Dergilerde gazetelerde fotoğrafları, poster kıvamında resimleri basılıyordu. O kadar etkileyiciydi ki, sonraki yıllarda cumhuriyet donanmasının bayrak ve amiral gemisi olmuş, Atatürk'ün naaşı dahi ona taşıtılmıştı. Şunu söylesek yanlış olmaz, Yavuz, İttihatçı gelenek ve cumhuriyetçi mitoloji adına açık ara çok önemliydi. 

Bugün niye hatırlanmıyor diye sorsak ne cevaplar verebiliriz? Genel olarak gemiler hiç bir yerde "konuşulmuyor" diyebiliriz. İnsanlar eskisi kadar gemileri önemsemiyorlar. Ulaşım değerleri sanki azaldı veya romantizm faslından arkaik kaldılar, fırtınalar ya da korsanlar, bugünü temsil etmiyorlar, akla gelmiyorlar. Şimdi olsa, biliyoruz ki  Titanik batmazdı...  

E peki özele, bugüne ve yerele -popüler kültürümüze- dönersek, Yavuz bir "kahraman" olarak niye hatırlanmıyor? Bunu mevcut siyasete, dönüşen hakim ideolojiye bağlamak gerekiyor, süregelen ikonları bazen değiştirmek, bazen tersine çevirmek istedikleri aşikar...  Bana, yapılan, Kemalist kanona (ve milli kimlik inşasına) ait bir unsuru bile isteye yok saymak gibi geliyor.

Çarşamba, Kasım 13, 2024

Nuri ile Zeki'nin

 Çizgi: Berat Pekmezci

Çizgilere Derkenar 39

Duymuş ama görmemiştim, kimi sayıları Tüstav arşivinde paylaşılınca Selçuk Demirel'in çizgi ve kaligrafisinden oluşan sendika yayınını görebilmiş oldum. Henüz 21 yaşındayken bütün gazeteyi tasarlamış, ilginç ve az rastlanır bir emek göstermiş...

Faruk Alpkurt'un hazırladığı düğün davetiyesi, eskiden, insan hayret ediyor, çizerler, o kadar çok çeşitli işler yaparak geçinirlermiş ki, sırasıyla fotoğraftı, bilgisayardı, yapay zekaydı azala azala mı demeli, bu çeşitliliği kaybetmişler. Alpkurt, iyi yaptığı portreciliğine başvurarak damadı esprileştirmiş...Davetiye metnindeki bir ifade bana komik geldi, "saat 20.20'dan sabaha kadar kadar yapılacak düğünlerinin" denmiş... Sabaha kadar eğlenceye bugün izin veriliyor mu bilmiyorum...

Celal Koç'un "Vamp" çalışması, sıfırıncı sayı olduğuna göre bir deneme yapılmış, arkası gelmemiş, ilk yayınında kaçırmışım. Celal, erotizme meyli olan çizerlerden, "kadın" çizmeyi seviyor...Yurt dışına işler yapıyordu, eksik biliyor da olabilirim ama sanki hep bu yönde bir yoğunlaşması oldu. Vamp da bu fikrin etrafında geliştirilmiş, kısa hikayelerden oluşturulmuş bir albüm... Balon ve anlatım kutusu kullanmadan Vamp kadınların kötüleri alt etmesini anlatmak istemiş... Ne ki kahramanlarını okura yaklaştırmamış, biri birilerini pataklıyor ama kim kime ne yapıyor merakını o yakınlık olmadan kuramıyor... 

Salı, Kasım 12, 2024

Romantik

Romantik dergisinden söz edeceğim. Aynı isimli ve temalı altmışlı yıllarda çıkmış bir dergi daha vardır, ben o sanıyordum, değilmiş... Bu yetmişli yıllarda Şilliler tarafından çıkartılmış olan Romantik'miş... Çizgi roman, daha çok erkek çocukları üretildiğinden bu türden "teen age girl" hikaye ve serileri ister istemez istisnailer, az satıyor ve kısa ömürlü yayınlar olarak kayboluyorlar. Romantik de öyle olmuş. 

Altmışlı yıllardan başından itibaren, yani bizdeki çizgi romanın satış ve çeşitlilik bakımından altın yıllarında, genç kadınlar için aşk ve romantizm temalı yayınlar çıkmaya başlıyor. Bizden söz ettim ama çizgi romanın endüstri olduğu her yerde benzer bir değişim yaşanıyor, global bir etki olarak bize de sirayet ediyor...

Niye o yıllar diye sorulursa eğer...Bizde yeni anayasanın özgürleştirici etkisi ve siyasi iyimserlik, karayollarının gelişmesi, matbaa teknolojilerinin değişimi, ülke çapında satılan yayınların maddi getirisini filan sayabiliriz. Okur çoğalıyor, pazar büyüyor, çeşitlilik ihtiyacı hasıl oluyor diyelim.

Dünyada ise kadın hareketinin yükselişine ve 68'in radikalliğine bağlı bir dönüşüm var. Kadınlar sadece gündelik hayatta değil çizgi romanlarda bile aktifleşiyor ve daha çok görünür oluyorlar. Sadece "kaçırılan kadın", "sevgilisini kıskanan kadın" veya "erkek kahraman için rekabet eden kadın" klişesi olmaktan sıyırılıyorlar.

Romantik çizgi roman dergileriin bizdeki en ünlü örneği ve en uzun ömürlüsü Tina'dır, onun kadar olmasa da Çiğdem akla gelir...Bu Romantik ise Amerikan menşeli imiş, Tina ve Çiğdem Britanya kökenli işlerden oluşuyordu. Romantik'te Stan Lee senaryoları, Conan'dan bildiğimiz John Buscema çizgileri filan varmış, o bakımdan ilginçmiş, onların ilk işlerini Romantik'te okumuşuz-görmüşüz meğer... Tek duyguya indirgenmiş, seviyor-sevmiyor ekseninde yaşayan kadınların kahramanı olduğu (bugün için arkaik kalan) mutlu son'lu kısa aşk hikayeleri okuyoruz. Dergiyi bu yoğunlukta görmemiştim, hoşuma gitti. 

Pazartesi, Kasım 11, 2024

Konuşturan fotoğraf familyasından

Konuşkan fotoğraflar familyasından tatlı bir örnek. Taburede oturan adamın bıyıklarını dikkate alırsak, otuzlu yıllarda çekilmiş bir stüdyo fotoğrafı bu. Bir baba-oğul fotoğrafı gibi görünüyor. Onlar mı seçmiş, yoksa fotoğrafçı mı hayal etmiş muğlak olmakla birlikte defaatle kullanılmış bir sahne istifi gibi duruyor... Okur yazarlık az bulunduğundan fotoğrafçımız müşterilerinin eline bir kitap tutuşturuyormuş sanki.. 

Önce görüneni konuşalım, fotoğrafın istifi kesin bir hiyeraşiyi, babanın aile içindeki rehber otoritesini vurguluyor... Oturması bile bir ağırlık sembolü... Baba "olmuş-bitmiş" ve duruyor, oğul ise hareket halinde ve öğreniyor... Baba, kitabı elinde tutarak, bilgiyi, otoriteyi ve rehberliği temsil ediyor...O kitabı  "henüz" vermediğine göre oğlunu olgunlaşmamış sayıyor..

Fotoğrafın konuşkanlığı şuradan, bir Kürt arkadaşım, taburede oturanın TC olduğunu söyledi gülerek...Genç feministlerden bir başka arkadaş ise "ataerkillik" üstüne bir yorum yaptı, "neden kızıyla fotoğraf çektirmiyor, her şeyin temelinde erkeklik sıkıntısı var " dedi. 

Fotoğrafta ergen erkek yerine aynı yaşta genç bir kadın olsaydı, baba-kız eksenini nasıl yorumlardık diye ister istemez düşündüm...Öyle olsaydı, "koruma-kollama" dönemsel olarak daha belirginleşirdi galiba... Anne kız olsalardı mesela sanki daha nezaketli, erkeklik karşısında daha muhalif bir duruş-birliktelik olarak okunabilirdi... Hoca öğrenci olsalardı, eğitimdeki saygı ve kabul görmüş bir otoriteyi niteleyebilirdi. Patron ve işçisi olsalardı, yönetme gücünü ve bağımlılığı, izne bağlı olarak öğrenmeyi işaret ederdi...

Ayaktaki genç, oturan Türk patrona karşı Kürt işçi olsaydı daha da farklılaşırdı söyleyeceklerimiz, kitaptaki "bilgi", ulaşılması zor bir kültürel sermayeyi nitelerdi... Türk patronun oturması ile Kürt işçinin ayakta kalması arasındaki mesafe, etnik ve sınıfsal olarak daha da derinleşirdi... Azınlığın da azınlığı var diyerek Kürt-Alevi kadın  işçi olsaydı diye uzatmak istemiyorum...

Her yorum tartışmaya açık... Herkes baktığı yere göre dünyayı yorumluyor, arada yazıyorum, üniversite eğitimi en çok bu yorumlarla karşılaşabilmek, yaşadığımız dünyada ne kadar çok "gerçek" olduğunu anlayabilmek, farkındalık yaratabilmek demek...

Bir yorumu sona sakladım, bir arkadaş "kimse sınıf temelli bir yorum yapmıyor değil mi? diye sordu. Ona göre fotoğraftaki baba, ticaretle uğraşıyordu- oğlunu büyük şehre ve iyi bir okula gönderecekti, burjuvaziyi temsil ediyordu, elindeki kitapla ve oğluyla fotoğraf çektirerek seçkinleri taklit ediyordu filan... Arkadaşımın derdi, kimlik siyasetinin sınıf siyasetinin önüne geçirilmesiydi, bu yüzden Trump bir kere daha seçiliyordu, popülist sağ her yerde kazanıyordu vs... 

Sınıf temelli bir yorum, bir kesinlik içeriyor ve net bir cevabı olduğu için insanı rahatlatıyor ama (romantize ederek aksini iddia etsek de) yetmediğini-yetemediğini hepimiz biliyoruz-yaşıyoruz. Genç feministler "dünyanın ezilen sınıfının, kadınlar" olduğunu "bütün kadınların birleşmesi" gerektiğini söylüyor-sloganlaştırıyorlar mesela... Demek istediğim, bu bir süreç ve bir anda olmadı, göz ardı edilerek bir başka şeyin yerine ikame edilmedi. Cevap olamadığı için yeni sorular sorulmaya başladı. 

Pazar, Kasım 10, 2024

Hep şiir hep şiir

Ofisimin olduğu binada yaşayan, dört beş yaşlarında Genco diye hafif yaramaz bir oğlan çocuğu var, bana çok kitap gelip gittiği için, dikkatini çekmiş olmalı ki, kapının önünden geçerken "hep kargo, hep kargo" diye söyleniyor, benden de sakınmıyor üstelik. 

Suut Kemal, Türk Dili dergisine gelen yazılardaki şiir çokluğuna bakıp hayıflanırmış... "Hep şiir, hep şiir"... Şimdi ne kadardır bilmiyorum ama ben gençken "şair nüfusu" sahiden çoktu, eski dergilere bakıyorum, daha eskiden daha da çokmuş... İnsan bu çokluğu anlamlandırmak istiyor.

Bu çokluk, sadece şiir sevgisiyle-edebiyat tutkusuyla açıklanamaz gibi geliyor bana... Bir arkadaşım, bu çokluğu patolojik ve patetik bulur, bu topraklarda yaşayan insanların kavramsal düşünememesine bağlardı. Abartıyorsun canım benim derdim ona, buraya da yazmış olayım, kendine çeki düzen versin.

Hatıratlara bakarsak eğer, polis memurundan ka'vedeki arkaşa varıncaya kadar halkımız şiirle uğraşanları "solcu" sayarmış, e diyecekseniz bu kadar solcu var mı? Yok. 

Şair çokluğuyla solcu azlığını aynı kefede şey etmek doğru olmayabilir, son sözüm bu...  

Not1: Sana ne lan Genco!

Not2: Barda şiir okuyan şair bizden değildir demeyeceğim, ben tanışmayayım yeter...

Cumartesi, Kasım 09, 2024

İnstoş

Instagram hesabım yok, yaptığım işler nedeniyle olmamasına çok şaşırılıyor, "görünür" olmakla ilgili bir hata yaptığım düşünülüyor. Doğrusu buna doğru ya da yanlış diyemiyorum, bilmiyorum çünkü... Anlıyorum ki, film ve dizi sektörü orada "yaşıyor"... 

Nerde okuduğumu hatırlamıyorum ama instagram kapatıldığı sırada hissettiklerini anlatan bir genç, mealen söylüyorum, "yaşadıklarımı anlatmak değil göstermek istiyorum" demişti. Görsel içeriğin yazıdan daha etkili olduğu bir hayatın içindeyiz, o bakımdan ifadesi yaşanan zamanı doğru niteliyordu... İnstagram gibi bir mecrayı anlamıyor değilim, çok kullanılıyor çünkü hepimiz onaylanmak ve takdir edilmeye ihtiyaç duyuyoruz, ilişki kurmak istiyoruz, yaşadığımızı göstermek, hatıralarımızı kayıt altına almak ve saire...

Ne ki bir de fomo diye bir hissiyat var, "bir şeylerden geri kalma" korkusu (fear of missing out) diye çevriliyormuş, olup bitenlerin uzağında-gerisinde kalma endişesi olarak özetlenebilir. Moda olanı izlemek, en çok yapılanı yapmak gibi gibi... Instagram'da olmam gerektiğinin söylenmesi, tam da böyle bir şey aslında... Yaygınlaştırılan ve normalleştirilen bir endişe bu, kimseye garip gelmiyor... Orada olmazsam kaybedebilirim (!)...

Böyle bir hissiyat karşısında düşünmek, kendimi ve geleceğimi tartmak durumunda kalıyorum. Fomo bitimsiz bir izleme ve karşılaştırma üretmemize neden oluyor, izolasyondan korkuyoruz, bu bizi sürekli izlemeye, popüler tepkilerin ne olduğunu anlamaya itiyor. Kaygı üretici-zorlayıcı bir durum bu...

Bununla nasıl başa çıkılır çok bilmiyorum, genellikle djital detokstan söz ediliyor, sosyal medyayı az kullanmak filan öneriliyor... Olup bitenlere farkındalıkla ve kabul ederek bakabilmek de bir yol olabilir gibi geliyor bana... 

Pek çok insan, bana İstanbul'da yaşamam gerektiğini söyledi yıllarca, içime sinmediğinden hiç yanaşmadım, kapitalizme bu denli yakın yaşamamayı tercih ettim hep... Doğru olan,  yapılan işin hakkını vermek ve anlamlı ilişkiler kurabilmek gibi geldi bana... Instoş ile İstanbul'u aynı cümlede boşa kullanmıyorum, arz ederim.

Cuma, Kasım 08, 2024

Soyadı

Benim az bulunan bir soyadım var, insanlara da ilginç geldiğinden olabilir, hayatım boyunca, pek çok arkadaşım bana soyadımla hitap etti, ediyor... Dedem, öksüz ve yetim olduğu için, kader birliği ettiği, tamamı öksüz ve yetim olan arkadaşları gibi durumunu anlatan bir soyadı seçmiş... 

Bir farkla, pek çoğu, "Tekcan, Bircan" gibi bir şeyler seçiyormuş, dedem ya da oradaki memur, "benimki de" veya "seninki de" tersi olsun de(n)miş ve soyadımız "Cantek" oluvermiş... Dedemin bunu uzun uzadıya düşündüğünü ya da sonradan az bulunduğunu fark ettiğini sanmıyorum. 

Oldum olası Cantek soyadına bakınırım, bu yaşa kadar ailem dışında birileriyle karşılaşmış değilim. Yanlış anlaşılmasın, gururlanıyor filan değilim, değiştirmek için özel bir çaba göstermezseniz, o soyadı size miras kalıyor, kullanıp gidiyorsunuz. Bana da bu geldi işte...  

Yukarıdaki listeyi görünce ister istemez bir kere daha düşündüm, Tekcan'ı Cantek yapınca az bulunur bir soyadına ulaşıyorsanız, bu durum, bir tık farklı olmanın bu kadar kolay ve zor olduğunu gösteriyor. 

Perşembe, Kasım 07, 2024

Son Okuduklarım 97

Her iki albüm, mimarlık tarihiyle ilgili bir proje kapsamında üretilmiş çizgi romanlar, animasyonları da varmış, onları görmedim. Meraklısı için not düşeyim, aynı seriden iki ayrı albüm daha önce çıkmıştı. Bir yanıyla özellikle Batı Avrupa müzelerinde satılan türden çizgili kılavuzları andırıyorlar. Diğer yönü ise akademik bir tutarlılık iddiaları, ki genel üsluplarını  daha çok bu hava belirliyor. Zamana, tarihe ve kişilere gösterilen hassasiyet, tahkiyenin önüne geçebiliyor. Yüzen Köşk'ün Anahtarı için dizinin en iyi hikayesi denebilir, Bahadır iyi çizmiş albümleri.

Tatlı Limonlar, annesinin yasını tutan, o süreci henüz atlatamamış genç bir kadının hatırladıklarından oluşuyor. İyimser, trajedisini koyulaştırmamayı tercih etmiş, dokunaklı bir "kadın" anlatısı. Akışkanlığı iyi kurmuş, kanırtmamış, didaktik ve "pop" olmamış başarılı bir grafik roman. Türk-Almancı hikayesi de denebilirdi, Almanya'da yayımlanıp buralara gelen albümlerden. Bulut Bebek, Nuray Çiftçi'nin bant karikatürüydü, Güneş ve Cumhuriyet'te yayımlanmıştı. Kitap olarak kaçırmışım, yayınından birkaç yıl sonra 1994'te çıkmış. Aralıklarla yineliyorum, bizim çocuklar için üretilmiş çok az çizgi dizimiz var. Haliyle çocuk kahramanımız da yok. Bulut Bebek, mizahi bantların klişelerini iyi kullanıyor. Bebeğimiz, bir yetişkin gibi düşünerek espriler de yapıyor, anlamlandırmaya da çalışıyor. Espriler, üzerinden zaman geçtiği için aktüele yenilmiş olsa da, orta sınıf dünyasından çıkarımları var, mizah dergilerinde yayımlanamazmış mesela... Masumluğa, saçmalığa, kontrastlara gülüyoruz. Yetişkinleri görmeden-bazen de duymadan izliyoruz olup bitenleri. Bant karikatürümüzün kısa ömürlü işlerinden, devam edebilirmiş, üzücü.

Çarşamba, Kasım 06, 2024

Yiyeceksin

Çizgi: Berat Pekmezci

Kültablası


Trendyol'da böyle bir şey satılıyor. Aramızda konuşsak, eskisi gibi değil, çok değişti, yaygın biçimde kritize ediliyor,  akademide mizojini hakkında çalışmalar yapılıyor, feminizmin popülerliği, kadın hareketinin yükselişi, genç aktivistlerin dinamizmi şu bu deriz ama, satılıyor işte. 

Hayır, satanı düşündüm, esnaf dediğin her çeşit insanla muhatap olur, esnaftan bunu satarsam dükkanıma-itibarıma zarar verir demesi, vazgeçmesi, doğru davranması beklenir...Hadi onu geçtim, sitenin biz bunu sattırmayız demesi de gerekir... Cidden anlamadım.

Salı, Kasım 05, 2024

Münir Özkul'un saati

Ellili yılların popüler haber dergilerinden biri olan Devir, Münir Özkul'u kapağına taşımış, az şey değil, henüz otuz yaşında bir oyuncu... Dergideki fotoğrafları Ara Güler çekmiş, hakkında yazılan yazıda imza yok ama Altemur Kılıç yazmış olmalı... Övgü dolu, övdüğünün de farkında olan bir yazı. 

Yazıda iki şey ilgimi çekti, ilki bana bir şey hatırlattı, en az çeyrek asır önce eski bir yönetmenle konuşuyordum, çalışırken başına gelenleri anlatıyordu, bir grup oyuncu ve sanatçıyı kastederek "Bakırköylülerbeni aralarına almadılar, yok saydılar" filan diyerek saydırdıkça saydırmıştı. Malumunuz, itibarla ilgili rekabetin olduğu mecralarda gıybet çok olur... Gel gör ki, ben hem Ankaralıyım hem de teotora cemiyetinde kim kimdir pek bilmem... O sebeple çok anlamamış ve "deşecek" sorular sormamıştım.

Yazıyı okurken öğrendim ki Özkul, Bakırköylüymüş... Önemli mi bilmiyorum... 

İkincisi tatlı bir espiriymiş, "Ölmek için yarım saatiniz kaldığını bilseniz ne yapardınız" diye tek soruluk bir anket varmış, Özkul "saatimi satardım" cevabını vermiş zamanında, onu da paylaşmışlar. 

Pazartesi, Kasım 04, 2024

Hacivatın Karısı

Hacivatın Karısı ile yirmi yıl kadar önce kütüphanede başka şeyler çalışırken karşılaştım, sanki kırklı yılların gazetelerinden birinde, muhtemelen Ulus'ta, bir edebiyat eleştirisi yazısında rastlamıştım o eğlenceli dizelere: "Hacivat'ın karısı / İncecikten yeldirmeli / Göz kaş oynatmalı / Gerdan kırmalı / Belden sarmalı / Gülmeli güldürmeli / Rakı süzmeli / Aşık üzmeli / Şiir düzmeli / Hacivat'ın karısı / Beyoğlu'nda gezmeli"

Okuyunca bayılmıştım.

Salah Birsel'i biliyordum, iyi bir okuru değildim ama edebiyat dergilerinde çıkan denemelerinden tanıyordum, o neşeyle, o coşkuyla, o dizelerle ise karşılaşmamıştım. Yirmi yıl dedim ya, en az yirmi yıldır, o yaşlardaki Salah Birsel'in şair olarak daha çok takdir edilmesi gerektiğini düşündüm hep. Acaba dedim hep, Orhan Veli'yi mi andırdı dizeleri... Bilerek abarttım, zihin açıcı olsun diye... Şiirimizdeki delidumanlık hep Orhan Veli ile anılır da ondan.

Yukarıdaki görsel, Salim Şengil'in meşhur Seçilmiş Hikayeler Dergisi kitapları serisinden, Şiir Özel Baskılarından çıkan aynı isimli kitabın kapağı. Turhan Selçuk, şiirlere vinyetler çizmiş, 1955 yılı için hoş tasarımlı bir sunumu var kitabın. 

Turhan Selçuk'un o yıllardaki akışkan, yuvarlak hatlı çizgileri, Salah Birsel'in Kamer hanım'a, Güzin ve Jale'ye hitap ederek yazdığı maceralarına güzel eşlik etmiş. Benim için şiirle karikatürün en uyumlu olduğu albüm olabilir, sorulduğunda ilk aklıma gelen hep Hacivatın Karısıdır ve "aa tatlıdır" derim, yüzüme bir hınzır bir gülümseme oturur. 

Pazar, Kasım 03, 2024

Kesik Baş

Kesik Baş, bir Hüseyin Rahmi polisiyesi, türe bir tutkunuz varsa, veya benim gibi beyfendi nasıl yazmış aceba diye merak ediyorsanız, biraz dağınık olmakla birlikte bir ortalaması var, alın okuyun derim... Yeni baskıları mevcut...

Romandan söz etmeyeceğim, Hüseyin Rahmi'nin tatlı bir gevezeliği vardır, yazarken iştahlanır, birini sever, onun peşinden bizi sürükler, iki kişiyi konuşturur, lafı çok başka bir meseleye getirir... Roman biter, e peki biz o kısımları niye okuduk deriz... Bunun en temel sebebi, yazarımızın esasen tefrikacı olması, aralıklarla yazması, bile isteye uzatması veya nereye bağlayacağını "henüz" bilmediği için vakit kazanması olabilir... 

İşte o kısımlardan birini anlatacağım, romanda haliyle öldürülen biri var, onun kat'li araştırılıyor, adam evinden çıkmış, bir arabaya binmiş bilinmeyen bir yere gitmiş, polislerimiz o arabacıyı bulmak için gazeteye beş yüz lira ödüllü bir ilan veriyorlar... Bu ilan meselesi, o dönemde polisiye türünü taklid ve inşa eden yazarlarımızın çok sık aklına gelmiş... Gazeteler o denli etkili değil halbuki. Artık ne ise, nasılsa, romanda arabacılar gazetedeki ilanı okuyor, duyuyor ve emniyete başvuruyorlar...

Tam da bu noktada Hüseyin Rahmi devreye giriyor ve en iyi yaptığı şeyi yaparak, para için taklalar atan, yalan söyleyen, kurnazlık eden alt sınıflardan insanları konuşturuyor. Arabacılar, ödülü alabilmek için yalan üstüne yalan söylüyor, iki hafiyemizi kandırmaya çalışıyorlar. Hatta bir tanesi, bir İnekçi ile anlaşıp metruk bir evde cinayet mekanının tasarımına bile kalkışıyor, yerde kanlı kemikler şunlar bunlar istifliyor... Neler neler… 

Kapak resminde Münif Fehim'in çizdiği sahne de öyle... Sarhoş Nafiz, paraları tüketmiş ve zilzurna bir halde, kaynanasının gönlünü almak için satın aldığı lahanayla birlikte eve dönerken kuyuya düşüyor, işte adamcağızı oradan çıkarmak için toplaşanlar, aralarındaki konuşmalar filan bizi "kıkır kıkır" güldürürken... lahana sanılan kesik bir baş çıkıyor ortaya... 

Yani laf "ebeliğiyle" dolandırıyor Hüseyin Rahmi, gezdirip duruyor bizi...İddialı bir cinayet, zeki bir katil, işini iyi yapan polislerden çok o gezintiyi okuyoruz, polisiyeyi mahalleye, arabacıya, lahanaya, kaynanaya getirmek...ben seviyorum, hoşuma gidiyor o ayrı...

Cumartesi, Kasım 02, 2024

Bak bir varmış bir yokmuş

Çeyrek asır olmuştur, istisnasız her gün ilüstrasyon sitelerine, belli başlı isimlerin üretimlerine bakarım. Yukarıdaki çizimi yakınlarda gördüm, çizeri tarafından belirtilmemesine karşın benim bildiğim bir pulp ilüstrasyonuna yeni bir yorum getirilmiş... Yani dedektifin yerine Franki, genç kadının yerine Mumya-Kadın çizilmiş filan diyelim... 

Buraya kadar her şey tamam, ama onca işimin arasında neydi bunun orijinali, kim çizmişti diye takıldım, şu olabilir, bu olabilir, google taramaları yaptım, evdeki albümleri indirdim ve ne yazık ki bulamadım. Böyle olunca, hafif tertip tırlatıyor, başka bir işe geçemiyorum. Son çare olarak chatgpt ile hasbihal ettim, doğal olarak o da bulamadı, matrak bulduğum için paylaşayım istedim, çünkü yazışmalarımız sonunda aşağıdaki resmi "çizdi". Eyvah kere eyvah diyorum...

Cuma, Kasım 01, 2024

Son Okuduklarım 96

Rochette'in Son Kraliçe'si doğa ile medeniliğin çatışmasını anlatan hikayelerden...Türe dair klişeleri iyi kullanmış, üstelik tarihi arkaplanı doğru seçilmiş... Yüzü yaralı bir savaş gazisi ile bir heykeltıraşın aşkı eklenmiş... Böylece kırsal ile metropolü, yapıntı ile doğada olanı karşılaştırmış. Modernist akımı da doğa düşmanı vahşi kapitalizme teyellemiş. Temelde karanlık bir hikaye anlatılıyor, bilerek muğlak bırakılmış kısımları var, kızıl saçlı anneleri çok anlamıyoruz örneğin, şamanik bir dinin yokoluşunu da okuyoruz sanki... Araya katılmış tarihi hikayelerin devamlılığı düşünülünce "temiz" olana ilişkin yazar yorumu haliyle abartılı ve fazla uhrevi durmuş... Hakkını da teslim edelim, iyi çizilmiş, insanı içine çeken bir karartıcılığı var sayfaların. Büyük Şefler, bir gazetecilik çizgi romanı. Bir tahkiye içinde Fransa'nın sekiz ünlü aşçısıyla sohbetler ediliyor. Araya küçük bir aşk hikayesi ve dedeyle yaşanan iyimser bir kuşak çatışması katılmış. Yemek kitaplarının rehabilite edici pozitifliği albüme de yansımış, çizgiler güzel-kareler arası devamlılık ortalamanın üzerinde... Geriye şeflerin gazeteciye anlattıkları kalıyor, albüm de onlar ilginçse ilginç ilerliyor diyelim.

BRZRKR, Keanu Reeves'in eş yazarlarından biri olması nedeniyle çok konuşulan, haliyle çok satan bir çizgi romandı. Merak ediyordum. İlk dört bölümü itibarıyla "çok ama çok" ilginç diyemem. Çizgi romanlar yenilmeyen ve ölmeyen kahramanlara aşinadır. İnsanlık tarihi boyunca yaşamış, öldürmüş, durdurulamaz bir savaş silahına dönüşmüş birinin, kaçınılmaz olarak artık ölümlü olmak-ölmek isteyen Berzerker'in hikayesini okuyoruz. İyi çizilmiş, tahkiyesini biraz uzun ama doğru anlatan bir albüm. Devam ettiği için sonra neler olacak göreceğiz. Muhtemelen Berzerker'in insan olma arzusuna, huzur arayışına odaklanılacak. Anladığım kadarıyla spin-off'ları saymazsak on iki sayıda sonlanmış. Netflix'te dizi olarak yayımlanacağı için hikaye orada başka türlü evrilecektir. Teksas'ı en son kaç yaşımda okudum bilmiyorum, EsseGEsse üretimlerine pek meyletmedim, en fazla sekiz-dokuz yaşımda okumuş olabilirim. Blek'in Öyküsü, yeni bir yorum olunca, Çelik Blek'in hayat hikayesini bunca yıl sonra nasıl kurmuşlar diye merak ettim. Baskısı eskiymiş, aradım buldum. Blek, zindanda Profesör ve Rodi'ye onlarla tanışmadan önceki hayatını anlatıyor. EsseGesse üretimlerinin temelinde olan sürekli aksiyon ilkesine sadakat gösterilmiş gözüküyor, ne ki, günümüzde bir çizgi roman popüler kültüre hükmeden aksiyon ve sürata yetişemez artık. Derinleşerek başkalaşması, hep örneklendirildiği için yazıyorum, sinemadan çok edebiyata yakınlaşması gerekiyor. Öyle bakınca hikayeler hem kısa kalmış hem de "karaktersiz" geliştirilmiş. Ve bence nostaljik değil arkaik kalmışlar. Voltaire karşılaşması filan bizi kesmemiş. Diğer yandan çizgiler güzel, elli yıl önce çocukları büyüleyecek akıcılıkta hatta... Pek çok dönem çizeri gibi ne yazık ki çizgi romancılar artık dikkat çekmiyor, popülerleşemiyor o ayrı...
Related Posts with Thumbnails