Taşrada geçen bir polisiye düşünüyordum. O
ara 221B dergisi, benden bir polisiye çizgi roman hazırlamamı istedi, yeni
çıkıyorlardı. Denk düştü, her sayı başlayıp biten kara hikâyeler yazdım. Kara
hikâyeden kastım, “kapitalizm her zaman kazanır” fikrine dayalı bir anlatı
olması. Biri tecrübeli, diğeri çaylak iki polis, olaylarla uğraşıyor ama bir
türlü asıl katili bulamıyorlardı. Şu veya bu nedenle, sistem kazanıyor, dosya
kapanıyordu. Sonra aynı hikayeyi bir senaryoya çevirdim. İletişim Yayınlarında
çalışıyordum, emekli olmak ve sadece senaryo yazmak istiyordum. Fatih, Eski
Hikâye’de birlikte çalıştığımız yapımcı, benden bir iş istedi. Bozkır’ı verdim
ve Blutv’ye götürmesini önerdim, ısrar da ettim. Kabul edeceklerini biliyordum.
Üç gün sonra görüşmeye çağırdılar, resmi imzalar bir iki ay sonra atıldı ama o
gün anlaştık. İlk bölümü ben yazmıştım, sonra Ali (Demirel) ve Barış (Erdoğan)
ile devam ettim.
Türkiye’de polisiye yapımlar hakkında ne söylemek
istersiniz?
Çok üretildiğini düşünmüyorum. Görsel
anlatılarda, hele televizyonda ve yerli sinemada bir ağırlığı olduğu
söylenemez. Yok demek daha doğru… Polisiye olsun diye bir talep olduğunu,
yapımcılardan bir şey istendiğini, arandığını söylemek hiç mümkün değil. Arka
Sokaklar ve Behzat Ç. geliyor hemen akla. Kendi türleri içinde başarılı işler
ama düşünün, karşılaştırmalar yapılırken bile onlar zikrediliyor, kıtlığın
göstergesi değil mi bu? Türkiye’de kendi içinde tutarlılığı olan başarılı bir
dizi üretim süreci var. O zanaat başarılı ki, yenisine ve yeni türlere ihtiyaç
duyulmuyor. Polisiye, dizi üretim zanaatımıza uygun biçimde kurulursa, yeni
gözüken başka bir tür melezlikle ele alınırsa çoğalabilir. Televizyonun da
görsel anlatılarımızın da yeni bir gerçekçiliğe ihtiyacı var.
Bozkır, 88 plakalı bilinmez bir şehirde geçiyor. Bu
‘bilinmez şehrin’ hikmeti nedir?
Şöyle düşünün, sıradan insanlar ancak intihar
ettiklerinde, öldürdüklerinde, olağandışı bir şey yaptıklarında haber
olabiliyorlar. Sosyal medyaya bakın, insanlar ancak bağırdıklarında dikkat
çekebiliyorlar. İstanbul dışında tüm Türkiye, taşra sayılmalı ama hadi Ankara,
İzmir, Bodrum arada bir konuşuluyor… Küçük şehirler hiç yoklar. Oralara
giderseniz, taşralılarla hoş beş hasbihal ederseniz, tuhaf bir hayal kırıklığı,
marazi bir rekabetçilik, öfke gösterileri, büyük şehirlere, oradaki hayatlara
yönelik imrenme ve dehşetli bir reddiye görüyorsunuz. Bozkır, buralarda
geziniyor. Yeknesaklık, seyreklik, hoyratlık, büyüklenme ve hafifseme edebi
olarak ilgimi çekiyor… Ben bildiğim bir dünyayı, Orta Anadolu’yu, bozkırı
anlatıyorum. Niye 88? Çok açık. Dava açılıyor, açılmasın diye uydurduk.
Bozkır, günümüz Türkiyesi’nin sorunlarına da değinen bir
dizi… Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Bozkır, mesaj kaygılı bir iş değil.
Yapılabilirse eğer, geçerken anlatmanın gücüne inanırım. Bir aura anlatıyoruz.
İşinde gücünde insanların geçerken karşılaştıkları, konuştukları şeylerin daha
önemli olduğuna inanıyorum. Hikaye gereği siyaset konuşmaktan, hikayeye katkı
sağlayacaksa kullanmaktan yanayım. Polisiyede akıllı tekrarlardan, bile isteye
klişelerden hareket etmek zorundayız, asıl farklılığı yaratan karakterler ve
diyaloglar.
Dizinin ilk bölümleri izleyici tarafından ilgiyle
karşılandı. Bundan sonraki bölümlere dair neler söylemek istersiniz?
Yavaş yavaş derinleşen, muamması olan
anlatıları, komik gözüken bir ciddiyet taşıyan karakterleri seviyorum.
Seyircinin Ziya’yı seveceğini, en azından ilginç bulacağını düşünüyorum.
Oteldeki resepsiyoncu çocuğun edebiyat ilgisi, bağ evinde Nuri’ye musallat olan
adamın pişmanlığını veya Köçek karakterini yazmaktan hoşlandım. Sekizinci
bölümü ayrı seviyorum. On bölüm bittiğinde değişik bir tat bırakacağız, bana
öyle geliyor. Dijital işlerde henüz çok yeniyiz. Herkes için bir başlangıç
noktasındayız. Daha ilgili, daha eleştirel bir seyircisi var işlerin. Günbegün
hikayelerin niteliğini artıracak bir zorlaması olacak.
Söyleşiyi Duvar ile yapmıştık.
link
Söyleşiyi Duvar ile yapmıştık.
link
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder