Biyografik sadakat göstermek, bunu yaparken de bir tahkiye kurmak kolay şey değil. Sürekli üreterek yaşamış birini çocuklukta yaşanmış duygusal bir eşikle veya belki bir eksiklikle anlatmak sık başvurulan yöntemlerden biri. İşte o ressam, bir yerde takılıp kalmış, hayatı için önemli olan o safhayı bir türlü aşamamıştır, türlü psikosomatik badirelerden sonra o resmi yapmayı başarır, böylece süratlenir, değişir, yetkinleşir ve büyük bir sanatçı olur vs. Türkçede henüz yayımlanmamış birkaç albümden söz edeceğim. Julie Birmant ve Clément Oubrerie ikilisinin Picasso’yu anlatan dört bölümlük Pablo (Art Masters, 2015) grafik romanı buna iyi bir örnek. Hikâye öyle gelişiyor ki, Picasso “Avignonlu Kızlar” resmini yaptıktan sonra büyük bir sanatçı oluyor sanki. Benzer bir yorumu Patrick Weber ile Nicoby’nin Gauguin albümünde (Glénat, 2016) görüyoruz, Gauguin, Sarı İsa resmi önünde kendi portresini yaptığında başka bir merhaleye geçiyor. Oysa her ikisi de baştan beri olağanüstü sanatçılardı, bu resimlerle hayati ve büyük bir sıçrama yapmış filan değillerdi, elbette, bu bir yorum, bir yazar ve çizerin o ressamla ilgili hikâyesi, ilginçse ve bizi inandırabiliyorsa mesele yok.
Biyografik hikâyelerde enteresan bir başka kısım, bize hikâyeyi kimin anlatacağıyla ilgili olabiliyor. İyi seçilmiş bir yan karakter hikâyeyi cazipleştirebiliyor. Pablo’yu Picasso'nun ilk metresi olan Fernande anlatıyordu örneğin. Robin’in Le Fils de Rembrandt (Sarbacane, 2010), ünlü ressamı ve dönemi oğlu Titus’un gözünden resmederken, Lacombe ve Echegoyen ise Léonard & Salaï (Soleil, 2014) isimli albümlerinde Leonardo da Vinci'yi öğrencisi, modeli ve sevgilisi olan bir gençle birlikte anlatmayı tercih ediyordu. Anlatılan sanatçıyla anlatıcı arasında bir mesafe kurmak, yorumu kolaylaştıran işlevsel bir yöntem… Sonuçta sürekli çalışan ve çalışırken hayattan kopan, insanlardan uzaklaşan birinin anlatıldığını unutmamak gerekiyor. Diğer yandan bir ressam anlatıldığı için çizginin nasıl kurulacağı önemli. Bu konuda iki ayrı tercihten söz edilebilir. İlki için yukarıda değindiğim gibi bir çizerlik gösterisi ve meydan okuması sayılabilecek biçimde o ressamın tarzı sayfalara taşınabilir. Norveçli sanatçı Kverneland, Munch (Art Masters, 2016) grafik romanında bunu yapmaya çalışmış, Munch’ün renk istiflerini sayfalarına katmıştı. İkinci tercih için çizerin kendi tarzında kalması ve asıl olarak hikâyeye yüklenmesi denebilir. Marco Corona’nın Frida Kahlo, une biographie surréelle (Rackham, 2001) albümü buna bir örnekti. Kahlo’nun renklerine değil naif ve gerçeküstü yönlerine vurgu yaparak ilerleyen illüstratif bir çalışmaydı.
Typex imzasını kullanan Hollandalı sanatçı Raymond Koot’un, en önemli çalışması, magnum opus’u olan, 2013 tarihli Rembrandt grafik romanı Türkçede yayımlandı. Amsterdam’daki Rijks Müzesi tarafından sipariş edilen albümü, Typex üç yılda tamamlayabilmiş. Meseleye müze açısından bakarsak, onlar da üç yıl sabır göstermiş, “yatırım” yapmışlar, “konuşulacak” yeni bir üretimi madden desteklemişler. Typex’in Rembrandt’ı haliyle kişisel bir yorum, ona bu siparişi verdiğinizde onun sanatçılığını, bir yorum yapacak olduğunu biliyor olmanız gerekiyor. Bu sonuca razı olmak değil, nasıl bir yorum yapacağını merak etmek aslında.
Typex, Rembrandt hikâyesini fragmanlar halinde anlatmak istemiş, albümün başında onu 36 yaşında görüyoruz, çok sevdiği karısı Saskia ölüm döşeğinde. Bir sonraki bölümde 23’üne, yakın arkadaşı Jan Lievens ile birlikte çalışmalarına, sonra tekrar Saskia ile tanışıp evlenmelerine gidiyoruz. Typex, Rembrandt’ın resim yapma tutkusunun kökenlerini anlatmamış ya da ona aşmayı başaracağı dramatik bir eksiklik eşiği kurmamış, onu günü yaşayan, hayat gailesi içinde sürüklenen biri gibi karakterleştirmiş. Rembrandt’ın biyografisini uzmanlarına ve yayımlanmış iyi incelemelere bırakmayı seçmiş, resmetme iştahını ve duygu dolu fırçasını ancak “tepkileriyle” anlatabilirim diye düşünmüş belli ki. Farklı yaşlardaki Rembrandt’ı okurken bize onun karakterini tanımlayacak nüveler bırakmış. Budalalık derecesindeki müsrifliği, kadınlarca kontrol edilmek istenmesi, küstahlığı, bayağılığa olan ilgisi, gamsızlığı hemen farkediliyor. Rembrandt’ı en çok çalışırken, para konuşurken ve birilerini-bir şeyleri küçümserken izliyoruz. Borçları, icra memurlarıyla ilişkileri, yarım bıraktığı işleri biyografilerinde geniş yer tutar. Her geçen gün azalan şöhreti, yeterli iş bulamaması, çalışmak zorunda olması, çevresiyle olan ilişkileri sanıyorum, onu günbegün acılaştırıyor. Pek çok Rembrandt uzmanı, yıllar içinde yaptığı otoportrelerindeki hüzünlü ifadeye dikkat çeker, sahiden de her geçen yıl, yüzüne artan bir mutsuzluk çökmektedir. Typex, bunu bilerek girişmiş Rembrandt yorumuna. Birazcık da okur olarak Rembrandt bilenleri tahayyül etmiş. Aklında anlatmak değil resmetmek, açıklamak değil imalarla değinmek varmış. İlginç bir albüm, resimseverlerin ayrıca ilgisini çekecektir.
Sabit Fikir, Şubat 2018.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder