David Prudhomme'un (1969) Rebetiko-Ayrık Otu albümü, bizim alışılageldiğimiz türden çizgi romanlardan değil. Frankofonlar, uzun yıllardır başka kültürlerin, farklı dil ve çevrelerin anlatılarını, bilinmedik tarihlerin hikayelerini çizgi romana uyarlıyorlar, çizgi romanla anlatıyorlar. Rebetiko, bu eğilimin ve yayın alışkanlığının bir örneği. 1936 yılında Atina'da bir grup müzisyenin etrafında gelişen çarpıcı bir hikayeye sahip. Tahkiyesi nedeniyle şöyle demek daha doğru, hikayeden çok başlayıp biten bir güne, müzisyenlerin hayatının bir kesitine odaklanılıyor. Bu bakımdan hiç bir karakter derinleşemiyor; takıntıları, arzuları, başarısızlıkları, gündelik dertleri betimleniyor ama hiç birisi nihayetlenmiyor, hep birlikte sanki sürükleniyorlar. İçki, esrar ve müzikle, esrime, kavga, şiir ve aşkla geçen bir gün bu. Polis baskısı, kenar mahalle tekinsizliği, rakı arkadaşlığı, muhabbetçiliği, esrar kullanımının yaygınlığı,müzik tutkusu, doğaçlama şarkılarla dolu bir aurayı da katın bunun içine. Siyasi bir arkaplan da mevcut: Faşist diktatörün Yunanlı ve milli bulmayarak öfkelendiği, dışladığı, yok saydığı rebetiko müziğine ve onların membaı sayılan göçmenlere yönelik husumet de hissettiriliyor. Çünkü esasen müzisyenler üzerinden bir müziğin, bir janrın hikayesi aktarılıyor. Kimdi bu müzisyenler, nerelerde şarkılar söylerlerdi, nasıl algılanırlardı? vs
Modern şehirler, 'temiz' ve tekin olmayan kenar mahallelerini er ya da geç yıkarak yeniden inşa eder ya da temizlerler, moderne ve adaba uygun bir biçimde bir kez daha istiflerler. Eski evler istimlak edilir, sokaklar genişletilir, ahalisi dağıtılır. Şehir tarihleri bu türden sayısız hikaye içerir. Büyük savaş sonrası Anadolu'dan Yunanistan'a göç ettirilen Ortodoks nüfusun toplaştığı Atina, Pire ya da Selanik'teki kenar mahalleler de benzer bir kaderi yaşadılar. Suç merkezi sayılan, modern olana uyum sağlayamayan her mahalle, her sokak, her muhit yıkılıp yenilendi, asfaltlandı. Yıkım ve tasfiyelerin, yabancı ve kozmopolit unsurlara yönelik düşmanlıklarla harmanlandığını, göçmenlere, azınlıklara özellikle yoğunlaşıldığını da biliyoruz. Tek parti-tek lider arzusuyla her coğrafyanın etkilediği, hemen her türlü kültürel olgunun milli bir dava adına tanzim edildiği otuzlu yıllardan söz ediyoruz. Kültür, dil, gelenek, folklor, müzik o kadar çok önemsenir ve millileştirilir ki akıl dışı tutumları bugün dahi açıklamak zordur. Bizde de o yıllarda, temposu nedeniyle cemiyeti gevşetip yavaşlattığı için radyoda Türk [sanat] müziği çalmak yasak örneğin. Komşuda, Yunan Lider Metaksas da , Doğulu-Türk-yabancı-dejenere saydığı herşeye , örneğin Rebetiko'ya açık bir öfke göstermiş. Bugünden bakınca nelerle uğraşılmış dedirtiyor, kişisel olarak siyasetçilerin iddia ve takıntılarına rağmen, bu türden yasakların, gündelik hayatta bir karşılığının olmadığına inanırım. Yasağı uygulayacak olan polisler, zevahiri kurtarırlar ama, müziğin icracıları ve sevenleri gibi aynı sınıftan, aynı kültürel sermayeden gelen insanlardır. Radyoda çaldırmaz veya kimi şarkıları sözlerinden dolayı sansür edebilirsiniz, meyhanede, mahallede, kahvede çalınıp söylenmesine mani olamazsınız. O yasaklar ve hoşnutsuzluk, bence en çok sonraki dönemlerde yeşeren nostalji ve romantizme yaramış. Prudhomme da bundan faydalanmış. Bence inanarak da anlatmış.
Rebetiko dendiğinde icracılarının parayı reddettikleri, müzik ve aşk için yaşadıkları, ancak esrar içerek hayata katlanabildikleri anlatılır. Klişe mi? Evet, klişe. Rastlamış olabilirsiniz, sosyal medyada dolaşan bir epigraf var: Bukowski, orospuları ve çingeneleri severmiş, çünkü biri namuslu numarası yapmazmış, diğeri milliyetçi ayağına yatmazmış. Ergen zekasıyla sallanmış bir laf işte. Bukowski, kimler kime oy veriyor, hayatını nasıl kodluyor, kime ve neye karşı neyin bekçisi kesiliyor bilse bu kadar rahat ve yukardan konuşmazdı. Büyük laflarla siyaset yürümüyor, içelim açılalım hasbihalinden anca alkol kardeşliği ve ortaokul solculuğu çıkar. Yanlış anlaşılmasın, iyi hikaye çıkmaz demiyorum, Bukowski'nin çingeneleri ve orospuları gerçek hayatta milliyetçilere ve muhafazakarla oy verseler de , edebiyat ayrıksılıkla ilgili klişeleri sever . Prudhomme, bana kalırsa bu klişeleri maharetle kullanmış, hemen herşeyin farkında olan, handiyse son günlerini inadına içerek yaşayan, şarkı, şiir,aşk ve kavgadan başka bir şey bilmeyen, parayı sadece bu rutini yinelemek için isteyen karakterler anlatmış. Müzisyen biyografilerinde belirginleştirilen isyancı aurayı koyulaştırmış. Blues şarkıcılarını, Amerikan taşrasında turnelerde çalıp söyleyen müzisyenlerin yaşadığı sakalet ve hazcılığı çağrıştırmış anlattığı dünya. Bir farkla diyelim. Rebetler, külhani ve kavgacılar, aşk cinayetleriyle hatırlanıyorlar. Polisle tekme tokat kavga eden müzisyen imgesi abartılı ama sahiden ilginç.
Albümün İngilizce baskısında Blues'la paralellikler kurulmuş, şarkılarda geçen 'amman amman' nidası 'Oh Lord' 'mercy' deyişine benzetilmiş. Bağlama'nın, taksimin, tek(k)e'nin ne olduğunu anlatmak, hakim kültürle kıyaslayarak betimlemek gerekiyor, kaçınılmaz olarak. Prudhomme, değinmemiş ama görsel olarak global başarı kazanmış aynı adlı filmden (1983), Costas Ferris'ten etkilenmiş. Teneke mahalleleri, Yunan adası havasında anlatmış. Çizgisi çok ayrıntıcı değil, şairanelik ve esrar kullanımından olabilir, net arka planlar çizmemiş. Belgeselvari olmak istememiş ama önsöz ve sonsözünde ilham kaynaklarını sıralamış. Gerçekçilikten ziyade şarkılardaki metaforlar ve hüzün daha çok ilgisini çekmiş. Rebetiko nitelikli bir çalışma, özellikle gece şarkı söylemeye başladıkları, müziğin konuştuğu sayfalar çok başarılı ve ilham verici güzellikte. İyi bir grafik roman okuyacaksınız.
Radikal Kitap, 14.2.2014
Polis Baskısı, Rakı arkadaşlığı, Müzik Tutkusu adıyla yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder