Cumartesi, Ekim 19, 2019

Kime gülelim?


Derler ki kime/neye güldüğün de kime/neye gülmediğinde kim olduğunu gösterir… Milli kimliklerin tesisinde, mizahın ve kolektif gülme vesilelerinin kanonik nitelikli referanslardan biri olduğu su götürmez. Bir başka deyişle neye güleceğimiz ve neye gülmeyeceğimiz ile ilgili bir tanzim çabası hep olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki mizah üreticileri ve yayıncılarının mebus adayı oldukları, çeşitli kamu görevlerinde çalıştıkları ya da her daim düşünüldüklerini bilerek söylersek, onların neyi komikleştirdikleri ya da ciddiyetle resmettikleri bu tanzim çabasının çerçevesini belirlemektedir.

Mizahçıların popüler olanı üreterek (ve tekrar ederek) milli kimliğin inşasına yaptıkları katkı hiç dikkat çekmemiş değildir. Yunanlıların Makedonlara, İranlıların Azerilere, İtalya’da Kuzeylilerin Güneylilere, İspanyolların Katalanlara, Belçikalıların Flamanlara, Fransızların Belçikalılara gülmesi hep bu çerçevede hatıra gelip sıralanır. Azınlığı, geniş anlamıyla ötekiyi komikleştirerek “biz”in olumlandığı, hiyerarşik olarak yukarıya taşındığı iddia edilir. Bütünüyle yanlış değil ama eksik bir önerme olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Özellikle milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda meselenin başka yüzleri olduğu akılda tutulmalı.

Ortaoyununun İstanbul merkezli serpildiği, İstanbul Türkçe’si ve terbiyesi dışında kalan her türlü şive ve alışkanlığın gösterilerde hicvedildiği söylenebilir. Şehre göç eden, ziyadesiyle göze çarpan her kalabalık, her yeni etnisite Ortaoyunu ve Karagözde komikleştirilerek tipleştirilmiştir. Onların nasıl konuştuklarını duyduğumuzda, neyi anlamayıp yapamadıklarını gördüğümüzde haklarında klişe bir fikre sahip oluruz. 19.yüzyılın ikinci yarısından başlayarak İstanbul’a gün be gün artan bir oranda göç ettikleri anlaşılan Kastamonuluları hatırlayalım. İstanbul mahşerinde dikkat çekiyorlar, öyle ki oyunlarda çapaçul, başı kabak, doymaz, şehir adabı ve terbiyesini bilmeyen, söyleneni anlamayan, şiveli konuşan erkeklerden Kastamonulu (ya da Türk) olarak söz ediliyor. 1950 sayımına göre İstanbul’a başka şehirden göç etmiş en kalabalık nüfus Kastamonululara ait. İstanbul nüfusu içinde zamanla eriyip gitmişler; İstanbul medeniliğine dâhil oldukça mizah mecrasında hatırlanmaz olmuşlar. 1908 sonrası gelişen Türkleştirme politikalarını hesap etmiyor değilim, ama en azından Kastamonulu tiplemesi olarak kalabilirlerdi, olmamış-unutulmuşlar. Kastamonulularla aşağı yukarı aynı dönemlerde Rusya’dan İstanbul’a göç etmiş, Türkler, Türkî topluluklar var. Türkçe’yi onlar da şiveli konuşuyorlar ama Ortaoyununa konu olmuyorlar. Çünkü gelenlerin büyük çoğunluğu izanlı meslek sahibi insanlar. Doktor, öğretmen, avukat, ziraatçı olarak kısa sürede hatırı sayılır görevlerde çalışmaya başlıyorlar. Batı Avrupa eğitimine ve modernleşmeye odaklanmış resmi politikalar açısından fayda sağlıyorlar. İlk Türk milliyetçileri oluşları, entelektüel hayata yaptıkları katkı ve kılavuzluk mizah mecrasında neden yer almadıklarını da açıklıyor. Onlar işlevseller; Kastamonulu ise bulunmaz değil…Düşük ücretli, emek yoğun işlerde çalışıyorlar. 1908 ve 1923 sonrasında Anadolu folklorunun üretimiyle Türk diye bellenen Kastamonulunun yerine  Herif, Apaş, Hıdır ya da Kazma gibi nitelemelerle başka göçmenler ikame ediliyor. Daha da sonra Kıro, Zonta, Maganda… Unutmak veya göz ardı etmek ile ilgili tercihler, bazen hiç beklenmedik biçimde ters-yüz edilebiliyor. 1930’da, Serbest Fırka denemesinde, parti ideologu Ağaoğlu  Ahmet Bey, İktidar basınında Türkçe’yi şiveli konuştuğu için komikleştirilir. Rus olduğu dahi söylenecektir. Hamiş: Muhalif olmak kolay değil, güle güle sempati!

Mizah aracılığıyla gülme insanları birbirine yakınlaştırıyor ama kurbanı-gülüneni de gülenlerden uzaklaştırıyor. Nerdeyse yarım asır boyunca mizah dergilerinde Müslüman olmayan azınlıklarla, Rum, Ermeni ve Yahudilerle ilgili espriler kullanılmıştır. Onların tatsızlığı, paragözlüğü, bönlüğü, düşkünlükleri, güvenilmezlikleri etnik bir nitelikmişçesine bazen komikleştirilerek çoğunlukla iğrençleştirilerek anlatılır. Osmanlı’dan gelen Millet-i Hakime anlayışının bir uzantısı olarak aşağıdakiler, hele ki gavursalar gülerek, küçümseyerek ve dışlanarak resmedilirler. Cumhuriyet tarihinin en uzunlu ömürlü mizah dergisi olan Akbaba, bu dışlayıcı mizahın temel kaynağıdır. Altmışlı yıllardan sonra ise azınlıklarla ilgili bu dışlayıcı mizah, moda olmaktan çıkar. Hakkını teslim edelim: Aziz Nesin’in mizahın belirleyicisi olması, olumlu ayrımcılığının leitmotif haline gelmesi bu değişimi kolaylaştırmıştır. Üstelik, Rum, Ermeni ya da Yahudilerle sokakta karşılaşılmadığı dönemlere girilmiştir. Sayıca yok denecek kadar azalmışlar, “içeride” bir tehdit olmaktan çıkmışlardır.

Kürt sorunu nedeniyle bugün Türkiye’nin başka türlü bir azınlık meselesi var. Azınlığın komikleştirilmesiyle “biz”in olumlandığını söylemiş, çeşitli ülkelerden örnekler aktarmış, bir de çekince koymuştum: Milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda bu argümanın çok işlemediğini düşünüyorum. Mizah dergilerinde olsun, gündelik yaşamda olsun Kürtlerle ilgili espriler yapılmıyor. Akbaba’nın uzun yıllar Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı yaptığı gibi, en azından andıran biçimde Kürtlerle ilgili mizah yapılmıyor. Örneğin Lazlarla ilgili epey fıkra var, önemli bir farkla: onlar bir etnik topluluk değil sanki bir yörede yaşayan, o yörenin ahalisi gibiler. Fıkraları bizzat Lazlar anlatabiliyor, televizyon programlarında asıllarının Türk olduğunu söyleyen Lazlarla karşılaşabiliyor. Romanca bilmeyen, Türk Romanları olduklarını söyleyen Romanlarımız da var. Allah için güzel eğleniyorlar, Laz fıkrası denildiğinde yüzüne bir tebessüm oturan milyonlar da var. “Kürd’ün biri” diye başlayan fıkralar anlatılmıyor oysa, Muhsin Bey filminden bu yana Doğulu genç göçmen tiplemeleri çıkmıyor değil. Heyhat onlardan Kürt olarak bahsedilmiyor, “yahu adam Laz” diyerek dizlerin pat patlanarak gülündüğü gibi “Kürt işte” den(e)miyor. Nedeni çok açık…Kürtlere gülmek istenmiyor, Kürtlere gülmek demek onları sevimli de bulmak anlamına gelecek. Belki taviz vermek… Sırplar Hırvatlara gülmüyordu, Boşnaklar da Sırplara… Gülmek, bizi yakınlaştırıyor, kimse gülmek istemiyor…


(...)
Son söz: Televizyonlarda, günün birinde “Kürd’ün biri” diye başlayan fıkralar anlatılırsa, yine de bir şeyler iyileşiyor demektir. Eğer birileri stüdyoyu basmazsa içerdiği ayrımcılık ve sair konular ayrıca tartışılır.

[Bu yazıyı yazalı on yıldan fazla olmuştur. O yıllarda aklımda esprilerimizle ilgili bir çalışma yapmak vardı, gündelik hayatın içinde nelere gülerek tepki verdiğimizi yorumlama arzusu duyuyordum. Mümkün olmadı. Belki ileride diyerek iyimserlik yapayım...]

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails