Perşembe, Eylül 18, 2025

Zengin bir koca bulursam...


Sahaflardan aldığım eski dergilerin arasından, gazetelerden kesilmiş erotik kadın fotoğrafları çıktı. Belli ki seksenli yıllarda bir “delikanlı”, gazetelerden hoşuna giden resimleri özenle kesip saklamış. Kendince bir arşiv istiflemiş.

Aynı yılları ergen olarak yaşamış biri olduğum için, fotoğraflardaki kimi yüzlere yabancı değilim. Ergenliğin sancılı ve komik tarafları vardır; erkekçe büyümenin trajikomik bir ritüelidir bu. Asıl ilgimi çeken fotoğrafların kendisi değil, altlarına yazılanlardı.

Eskiden bu resimaltlarını mizah yeteneği olanlar kaleme alırdı. Çünkü herkes bunun palavra olduğunu bilirdi. Bir tür kolektif “yalan üzerine anlaşma” haliydi. İşte o yüzden, yazının mizahı, inandırıcılığından değil, tam aksine sahiciliğe hiç yaklaşmamasından gelirdi. Karikatürist Ferit Öngören, “Tan” gazetesinde yıllarca bu tip resimaltları ve asparagas haberler yazarak geçimini sağladı. Hayatının son döneminde tanışmış, sohbet etmiştim. Donanımlı, ne yaptığını bilen, mesafeli ve akıllı bir sanatçıydı.

Ama lütfen geçim sıkıntısıyla böyle bir iş yaptığınızı düşünün. Ne iş yapıyorsun? “Çıplak kadın resimleri için komik yazılar yazıyorum.” Reel hayatta bir karşılığı yok bu işin. İmzanı atamıyorsun. Varsın ama yoksun. Üstelik en çok okunanlardan birisin. Bu, hem görünmezlik hem de görünürlük arasında sıkışmış bir varoluş biçimi.

Bir yandan eğlenceli bir yandan da tuhaf geliyor. Çünkü edebi ve sinematografik açıdan düşündüğümde iştah açıcı bir “meslek” bu. Erotizmi sulandıran ama aynı anda ona erişilebilirlik kazandıran, mizah ile çıplaklığın yan yana gelişinden doğan tuhaf enerji… Hem mahcup hem arsız. Hem utanarak bakıyorsun hem gülerek.

Bugünden baktığımda böyle bir arşiv, sadece ergenliğin bastırılmış arzularının izi değil; aynı zamanda seksenli yılların kültürel iklimini gösteren bir belge gibi duruyor. Gazeteciliğin magazinle, mizahın erotizmle, ahlakın ikiyüzlülükle iç içe geçtiği bir dönemin tanığı.

Sahaflardan çıkan tesadüfler, geçmişin ne kadar katmanlı olduğunu hatırlatıyor insana. Eski bir gazete kupüründen bile toplumun arzuları, korkuları, bastırmaları ve kahkahaları sızıyor. Ve tam da bu yüzden, “unutulmaya direnen” bir hafıza olarak faş ediyorlar.





Çarşamba, Eylül 17, 2025

Ruhhattı (8)





Her Çorba İçilmez

Yapay zekâ üretimleri ortalıkta cirit atıyor. Özgün değil, yeni değil, insani hiç değil. Baştan beri söylüyorum: yapay zekâ bir araçtır, doğru sorularla işe yarar. Çünkü dünyada doğru soru sorabilmek kadar geliştirici çok az şey vardır.

Evet, her yer yapay zekâ üretimleriyle dolu: yazılar, resimler, videolar… Peki hepsi faydalı mı? Hayır. Çorba gibi, “bulamaç” gibi. İngilizcede buna “AI slop” deniyor. Slop aslında domuz yemiymiş, artıklardan yapılan sulu mama. Bugünse yapay zekânın ürettiği hızlı ama niteliksiz içeriklerin adı oldu. Çok, ucuz, tatsız. İnterneti dolduruyor ama gerçek bir estetik ya da entelektüel haz bırakmıyor.

Walter Benjamin’in “auranın yitimi” vardır ya, hah işte ondan fazlası bu. Aura artık sadece kaybolmuyor; klonlanıyor, blenderdan geçirilip sulandırılıyor. Ortaya çıkan şey ise, birbirine benzeyen sonsuz imgeler.

Sosyolog Jodi Dean’in “komünikatif kapitalizm” dediği tam da bu: konuşma çok, içerik çok, üretim çok… ama anlam fast-food gibi. Hızla tüketiliyor, anlık doyum veriyor, geride kocaman bir boşluk bırakıyor.

Ben burada “ah vah” etmeyi anlamıyorum. Evet, tatsız, evet yavan, evet kalabalık. Çorba önümüzde. Yemek zorunda mıyız? Hayır. Kaşıklama kardeşim, hüpletme, tabağı silip süpürme. Tadına bak, seç, eleştir.

Sorun bence AI slop değil, tüketicinin seçememesi. Doğru soruyu bilmemesi, farkında olmaması. Yavaş okusunlar Mıstık abi. Seçsinler. Kurcalasınlar. Kendi damak tadını yaratsınlar.

Çünkü o çorbanın içinde bile özgün bir tat var. Mesele, onu arayacak sabrı ve ayırt ediciliği gösterebilmek. Sonuçta, sorun çorbanın tatsızlığı değil; bizim damak körlüğümüz. Tadını bulmak da, kaşığı bırakmak da bizim elimizde. Nerdesin Mıstık abi?

Salı, Eylül 16, 2025

Cesaret, şehvet ve iğrenme

Fotoğraf, Özcan Tekgül ve Uğur Güçlü’nün öpüştüğü sahneden. Büyük ihtimalle “Yedi Adım Sonra” (1968) filminden. Yeşilçam melodramlarına eşlik eden tartışmalı anlardan birini, öpüşmeyi temsil ediyor.

Tekgül, o yılların “cesur” kadın oyuncularından biri. “Cesur” kelimesini bilerek seçtim; çünkü magazin dilinde ezberlenmiş bir niteleme. Cesurun arkasında karmaşık bir anlam zinciri var: magazinde birine “cesur” deniyorsa, o oyuncu öpüşüyor, dans ediyor, kendini sakınmıyor, “sanat için soyunuyor” filan… Abartıyor muyum diye duraksadım. Hiç de abartmıyorum; çünkü bunların hepsi dönemin toplumsal tabularını doğrudan delmeye yönelik bombalama eylemleriydi. Ve bütün bunları profesyonelliği koruyarak yapmak gerekiyordu, ziyadesiyle riskliydi.

Türkan Şoray’ın meşhur “öpüşmeme kuralını” hatırlayalım. Şoray imgesini, yapımcılarla, senaryolarla, erkek oyuncular ve seyirciyle arasına sınır koyarak koruyabildi. Özcan Tekgül gibi isimlerse farklı bir yolu seçtiler. Daha çok risk aldılar, zar attılar, haliyle o denli uzun ömürlü olamadılar.

İki kişi arasında normal olan bir “şey” başkaları tarafından görülürse o şey sorgulanır ve artık normal olmayabilme riskini taşır diye düşünürüm. Yani her şey aslında normaldir ama anormal sayılma riski taşır; “anormal” yanlış yerde yaşanan şeydir. Anormal olan yanlıştır, sınırları ihlal edendir, tabuyu hatırlatandır ve kirlenmedir. Hepsi bir araya geldiğinde cemiyete yönelik bir tehdide dönüşür. Öpüşme, gündelik yaşamda normaldir, ama kamusal bir perdede sergilendiğinde “yanlış yerde” sayılır, sansür edilir, dikkat çeker, ayıplanır ve “konuşulur.”

Georges Bataille, Erotizm’de tabunun yalnızca yasak koymadığını, aynı zamanda onu çiğneme isteğini de uyandırdığını söyler. Yasak, ihlali davet eder. Öpüşmek günlük hayatın olağan bir eylemiyken, perdeye taşındığında yasaklı bir hazza dönüşür. İşte tam da bu yüzden seyirciyi hem kışkırtır hem de rahatsız eder.

Bataille’a göre transgresyon, yani sınır ihlali, hem özgürleştirici hem de tehlikelidir. Yasak olan çiğnendiğinde şehvetle tiksinti aynı anda ortaya çıkar. Sinemadaki öpüşme sahnesi, seyircide arzuyu körüklerken aynı anda iğrenme duygusunu da uyandırır. Çünkü ötekinin arzusu çoğu kez tiksintiyle karışık bir merak uyandırır. İnsan kendi hayatında yaşadığı bir şeyi, başkasının hayatında gördüğünde “ahlaksızlık” olarak damgalayabilir.

Yeşilçam’da “cesur” olmak tam da bu çifte gerilimi göze almak demekti: seyircinin arzusu ile tiksintisi arasında rolünü sürdürmek. Kimi oyuncular bu stigmayı aşmamak için kurallar koydu, kimileri ise yüzleşmeyi seçti. Cesur olmak, bir yandan şehveti uyandırmak, öte yandan toplum tarafından dışlanmayı kabul etmekti.

Yıllar önce bir arkadaşım şöyle demişti: “Yeşilçam’ın kadın oyuncuları aslında güzel değillerdi, sadece cesurdular. İlginç kılan da buydu; riskleri göze alabildiler.” Bu iddianın doğruluğu tartışılır. Ama magazin dilinde ne zaman birine “cesur” dense, aklıma hemen bu gerilim gelir: tabu yıkmanın yarattığı hayranlık ile damgalanmanın yarattığı dışlanma arasındaki ince çizgi. Yeşilçam’da “cesur” olmak işte tam da bu ikili yazgıya mahkûm olmaktı.


Pazartesi, Eylül 15, 2025

Oturak Alemleri

İlhan Fahri Demir imzalı Konya Oturak Alemleri (1959) diye bir romana rastladım, ellili yıllarda tütüncü dükkanlarında satılan ucuz, hafif erotik, kolay okunan kitaplardan biri gibi duruyordu ama Orhan Kemal'in mahlasla (takma isimle) yazdığı iddia ediliyordu, merak ettim, aldım. 

Şöyle bir karıştırınca,  dil itibarıyla sahiden o yazmış olabilirmiş gibi geldi, ne ki arka kapakta Orhan Kemal'in aynı yayınevinden çıkan Gavurun Kızı romanının reklamı vardı mesela... Yani gazetelerde çıkmış, sonradan kitaplaşmış bir başka eserinde imzası varken, Orhan Kemal, Konya Oturak Alemleri'ne asıl ismini bilerek koymamıştı, yakıştırılıyor da olabilirdi. Yine içeride İlhan F.Demir'in Kara Haber diye başka bir romanının ilanı vardı. Yani yazmışsa bile, o kitaplara ismini koymamayı tercih etmişti. 

Orhan Kemal gibi çok yazan, yazmak zorunda olan, telifle geçinen yazarlar, tefrikalarını (ayrıca para kazanmak için) mutlaka kitaplaştırır veya yayını üzerinden bir süre geçince (unutulunca veya) tekrar ele alır, ismini değiştirir, yeniden (tefrika ederek) kullanırlar. Okursam fark edebilirim gibi geldi, çünkü benim bildiğim Orhan Kemal'in böyle bir romanı yoktu.

Eh, dünya kadar iyi okur, ehlivukuf ve işleri bu olan akademisyen var, benden çok daha önce fark etmiş olabilirlerdi ama ben, bir romanı ya da filmi, okumadan ve seyretmeden hakkında bir şey okumamaya çalışanlardanım, hoşuma gitmiyor diyelim, hiç sağa sola bakınmadım... 

Neyse, sıraya koymuştum, yakınlarda okuyabildim. Evet, Orhan Kemal yazmıştı ama o kadar da iyi bir metni değildi, yaşarken bizatihi yazarı tarafından önemsememesinin nedenini anlamış oldum. Diğer yandan yerli pulp metinlerin gariplikleri olur, örneğin oturak alemi gibi bir underground ve erotik çağrışımlı bir şeyi anlatırken hem kolaylıkla bayağılaşırlar hem de öğretmen misali ahlakçılığa soyunurlar. Romanın hakkını teslim edelim, hem böyle körlüğü yok, bir hikaye anlatmaya ve anlamaya çalışmış, hem de merak uyandırmayı bilen birisi tarafından yazıldığı anlaşılan bir akışkanlığa sahip. 

Okuduktan sonra gugılladım, meğerse bir on beş yıl önce keşfedilmiş (hatırlanmış) ve Oyuncu Kadın (2008) adıyla öykü olarak yayımlanmış-kitaplaşmış. Hatta Orhan Kemal romanı yazmadan evvel "Oturak Alemleri" hakkında bilen biriyle konuşmuş,  anlatan kişi, Orhan Kemal solcu ya, ondan Konya'ya, dine, mukaddesata saldırmama sözü de almış, neler neler... Roman önce Son Saat'te (Gündüz adıyla çıktığı bir dönemde) tefrika edilmiş, gazete sansasyon arayan, tefrikalara, skandallara, manşetlere, facialara meftun bir yayındı diye not düşeyim. 

Roman (ya da novella) Kurtuluş Savaşı sırasında geçiyor, hikayenin kahramanı olan Nazmiye'nin abisi gizlice Millicilerle çalışan bir memur... Genel olarak anlatılanlar, Orhan Kemal'in pek çok romanında kullandığı, kendi geliştirdiği ve maharetle anlattığı klişelere dayanıyor. Yine dışarıyı merak eden, evden çıkmak isteyen genç bir kadınla açılıyoruz, oturak alemine seyirci olarak katılıyor, genç kadını teşvik eden, o hayatı normalleştiren hempalar var etrafında... Orada birini beğeniyor, bir başkası da onu beğeniyor, aşk ve kıskançlık üçgeni böylece kuruluyor. Sonrası tipik bir melodram, ölenler, kötü yola düşenler, kavuşmalar filan... Hızlı anlatılmış bölümlere sahip, hele sonlarda tefrikayı bir an evvel bitirmek istemiş galiba, son satırlarda ölüveriyor Nazmiye...tam da abisi onu kurtarmışken...

Tecavüze uğradığı için mi, yoksa tecavüze uğradığı için oturak alemlerinde dans etmek zorunda kaldığı için mi ölüyor bilemiyorum. O yılların romancılarının sansürle, piyasayla, kendi çevreleriyle olan ilişkileri, onları böyle bir son tasarlamaya "zorluyor", ben öyle anlıyorum. Tecavüze uğrayan her bakımdan "ölüyor", ölmeli diye düşünülüyor... 

Kitabın kapağını çok bilmediğim birisi, Muzaffer Kekem (?) çizmiş, ilginç olan kitabın içine iki kitap sayfası büyüklüğünde siyah beyaz bir poster daha iliştirilmiş, o çizgilerde imza yok ama aynı çizer çizmiş gibi görünüyor. 

Not 1: İlhan F.Demir imzalı İki Damla Gözyaşı isimli (Ekicigil, 1958) imzalı bir kitap daha varmış, Orhan Kemal'ın ölümünden sonra külliyatına dahil edilmiş ve ilk kez 1976'da (Serseri Milyoner ile birarada) kitaplaştırılmış, yani Oturak Alemleri çok daha önce hatırlanıp yayımlanabilirmiş. 

Not2: Anlaşılan o ki yukarıda ilanından söz ettiğim Kara Haber kitaplaşmamış.

Pazar, Eylül 14, 2025

Bambaşka bi Türkiye

Bazı yazarların, örneğin Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Tanpınar veya Dostoyevski’nin satışları yüksektir. Kitap fuarlarında rastlarsınız: Tanpınar’ın ciltleri masaya dizilir, Orhan Pamuk konuşulur, Oğuz Atay için romantik bir ah edilir, Dostoyevski’nin eserleriyle selfie çekilir. Ve hiç şaşmaz, mutlaka birileri kulağınıza fısıldar: “Satın alıyorlar ama okumuyorlar. Keşke okusalar

El artıranlar bile çıkar: “Bir düşünün, yüz bin kişi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını, Pamuk’un Kara Kitap’ını, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ya da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını sahiden okusaydı… Bambaşka bir Türkiye’de yaşardık.”

Ben tersini düşünüyorum. Hayır, değişmezdi. Bir milyon kişi o kitapları okumuş olsaydı, sadece bir milyon kişi okumuş olurdu, hepsi bu. Türkiye yine aynı ülke olurdu. İsterseniz bu romanları ders kitabı yapın, sonuç yine değişmez.

Bu iddiayı tabii ki o kitapları okuyanlar dillendiriyor. Bir tür narsistik şişinme söz konusu burada. İnsan, kendi emeğini abartmaya bayılır. “Ben bu romanı okudum, sen okuyamadın; o yüzden benden geridesin” demek, gizli bir üstünlük duygusu verir. Bir tür edebiyat kulübü üyeliği gibidir: içeri girmek için “okumuş olmak” şarttır. Hatta bazen okumak yetmez; “doğru şekilde” okumuş olmak gerekir.

İnsanlar, malum, kendileri dışında herkesi "cahil" buluyorlar, üstelik eğitim sistemimiz de eksiklik fikri üzerine kurulu. Hep birilerini “yetiştirme”, “tamamlama”, “aydınlatma” çabasıyla okuyoruz… Bu yüzden okuryazar kesimin bu romantik düşünceyi sorgulamaması şaşırtıcı değil. Çünkü o iddia onların gururunu okşuyor; başka türlü bir hayat bilmedikleri için de aşkla benimsiyorlar, en azından saçma bulup eleştirmiyorlar.

Edebiyat elbette insanı etkileyebilir, ama toplumları dönüştüremez. Bir ülke romanlarla değil, hatalarıyla ve seçimleriyle değişir. Yine de o kitapları okumak güzeldir; kendimizi ve okuduklarımızı bu kadar fazla ciddiye almayalım yeter. Üstelik burayı kıkırdayarak yazıyorum, belki de asıl okunması gerekenler, kimsenin elini sürmediği, unutulmuş tozlu kitaplar arasında yatıyor olabilir.

Cumartesi, Eylül 13, 2025

Sen bana öyle görünüyorsun

Geçtiğimiz çarşamba akşamı Ankaralı çizer arkadaşlarla buluştuk. Huysuz ve çoğu zaman kaçmaya hazır yaşadığım hayat yüzünden bu türden buluşmalar uzun süredir bende bir tedirginlik yaratıyor. Yoksa her biri tek tek sevdiğim insanlar. Ama işin içine alkol, kalabalık ve itiraf edeyim erkekler arası rekabet girince, gönülsüzleşiyorum. Neyse ki korktuğum gibi olmadı; hoş bir sohbetle, neşeli ve dingin bir akşam geçti.

Bir ara, masanın coşkusundan mıdır, yoksa içlerindeki çocuk hevesi ve enerjik sanat dürtüsünden mi bilmem, hepsi birden beni şıpın işi çizmeye başladı. Alışık değilim böyle bir şeye. Ortaya çıkan portreler bana küçük bir hediye oldu.

İnsan bunu niye yapar?

Masada birini çizmek, o kişiyi “orada ve o anda” sabitlemenin yolu galiba. Bir çeşit varlık tasdiki. Telefonla çektiğimiz fotoğraflarla karıştırılmaması gereken bir jest elbette: Çizer, çizilenin varlığını kendi gözünden geçirir, kendi elleriyle kurar. O yüzden çizilen her portrede çizerin kendisi vardır.

Bu türden hızlı çizimler, dostluğun jestsel biçimlerinden biri de ayrıca. Masada “senin yüzünü çizdim” demek, “senin buradaki varlığını önemsiyorum” demek gibi geliyor bana. Dostane bir çizgi, minik bir oyun, hatta bazen karikatürize biçimde hafif bir sataşma… Çizilenler o sebeple sadece resim değildir, aynı zamanda sosyal bir akışkanlıktır.

Belki de hepimizin temel ihtiyacına işaret eder: Görülmek. Bir başkasının gözünden varlığını yeniden kurmak. “Sen bana böyle görünüyorsun” cümlesinin kâğıttaki hali. Çizgi, kişinin yüzünü çizerken, aynı zamanda ilişkiyi de çizer.

O gece bana armağan edilen portrelerin değeri bu yüzden sıradan bir çizim olmanın ötesindeydi. Bir masanın etrafında kurulmuş küçük bir topluluğun, kendi aralarındaki bağı görünür kılma çabasıydı.
Related Posts with Thumbnails