Cumartesi, Aralık 21, 2024

Kimlerin hoşuna...

https://www.deviantart.com/schopenhauer1788/art/Charles-Bukowski-at-a-Christmas-Party-1132963167
Kendisi de bunu kabul ederdi, ya da küfrederek reddederdi, Bukowski, “büyük” ya da “iyi” edebiyatın yetkin bir örneği sayılmıyor, pulp aurasına yakın bir basitlikte yazması, dilinden çok hikâyesinin çarpıcılığına dayanması, çok tekrara düşmesi, çok erkek olması filan bunun nedenleri olabilir. Okuyanların hatırlayacağı gibi argoya, cinselliğe, içkiye ve diğer yasak hazlara yükleniyor. Amerikan taşrası, beat kuşağının yolculuk fantezisi, underground edebiyatının ters-yüz edici edep teşhiri, erotik yazının cesur ve doğrudan dili var yazıp çizdiklerinde. Bukowski hepsini andırarak ve hepsinden beslenerek, erkek - ergen bir okura hitap ediyor.

Onun için aslolan-gerçek olanlar (kendisi gibi) harbi konuşan insanlar, yoksullar, orospular, ayyaşlar, barmenler ve diğer yoksullar olabiliyor. Gerisi palavradır falan filan inter milan. Zenginler, entelektüeller, siyasetçiler, polisler, patronlar, kısım şefleri, anneler ve babalar, bürokratlar iki yüzlüdür vs. Siyasetle, sınıfla, yoksullukla ilişkisi diğer pek çok şey gibi yüzeysel, sempatiden öteye gitmiyordur. Taklit ettiği Henry Miller ile karşılaştırnca bu fark daha açık görülebiliyor.

Rastlamış olabilirsiniz, sosyal medyada dolaşan bir epigraf var: Bukowski, orospuları ve çingeneleri severmiş, çünkü biri namuslu numarası yapmazmış, diğeri milliyetçi ayağına yatmazmış. Sahiden söylemiş mi emin değilim, ama ona yakıştırılması bile önemli… Ergen zekasıyla sallandığı görülebiliyor. Bukowski, kimler kime oy veriyor, hayatını nasıl kodluyor, kime ve neye karşı neyin bekçisi kesiliyor bilse bu kadar rahat ve yukardan konuşmazdı. Büyük laflarla siyaset yürümüyor, içelim açılalım hasbihalinden anca alkol kardeşliği ve ortaokul solculuğu çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, iyi hikaye çıkmaz demiyorum, Bukowski'nin çingeneleri ve orospuları gerçek hayatta milliyetçilere ve muhafazakarla oy verseler de, edebiyat ayrıksılıkla ilgili klişeleri seviyor . beyefendi de bunu kullanmış, ergen muğlaklığında bu kadar net ve bağırarak konuşan birisi “iyi” ve farklı geliyor insanlara.

Yukarıda erkek-ergen okur dedim ama biraz daha açayım, kolay anlaşılırlığı, pulp ve erotik savrulmaları, şehrin kenarını sağan ve abartan yönü kimlerin hoşuna gidiyor diye düşünelim, onu farklı ve sahici gösteren anti entelektüelist tutumu kimler sahipleniyor diye soralım…

Cuma, Aralık 20, 2024

Son Okuduklarım 100

Simone,  de Beauvoir'in büyüme hikayesine odaklanmış bir biyografik çizgi roman. Huzursuzluğunu, isyanlarını, hakim cinsiyetle zihnen hesaplaşmasını okuyoruz. Çok kararlı, çok doğrudan, ahım şahım tereddütleri olmayan biriymiş dedirtiyor. Genç okur düşünülerek annesiyle olan problemleri çok belirginleştirilmiş sanki. Çevresindeki erkekler çok kendileriyle dolular, ne ki büyük değişimini onlarla yaşıyor ve "açılıyor"... Beauvoir'in anılarından provakatif tespitler cımbızlanmış askına bakarsanız. Entelektüel biyografi beklemiyordum ama güzel hikayeleştirilmiş insani zaaflar silsilesi hayal etmiştim. Biraz slogancı bir "metin" olmuş... Çizgilerde bir devamlılık sorunu da var, ardışıklık her zaman kurulamamış. Albüm için kalburüstü bir çalışma değil ama amacı düşünülünce iş görüyor diyelim. Doğan Bey-Ölüm Emri aslında kitap olarak yayımlanmış bir çizgi roman değil. Bir meraklısı, gazetelerde kalmış bir çizgi romanı, önce fotoğraflamış, sonra da çoğaltıp satışa çıkarmış. Rahmi Turan'ın yazdığı, Ragıp Derin'in çizdiği tarihi bir  çizgi roman Doğan Bey. Nostaljiyle okudum, parlak bir hikaye beklemiyordum. Derin'in değişik bir çizgisi vardır, çok yaklaşarak görür sahneleri, onu yeniden görmek hoşuma gitti... İşin ilginçliği Kara Murat'tan tarzını bildiğimiz Rahmi Turan'ın çizgi romanı denemiş olması... Genel olarak alt yazılı işler yazdığı için söz ekonomisini yapamamış veya tefrika yazarken kurduğu gerekliği konuşkanlığı azaltamamış... O fasıl ilginç. Bazı sahneler uzuyor da uzuyor, günbegün okuyan okur eseri takip edemez olmuştur. Diğer yandan Doğan Bey'in aşık olduğu Macar sevgilisi için göze aldığı romantik risk eğlenceliymiş... Rahmi Turan'dan beklenmeyecek bir esneklik göstermiş...

Paisley Park'a Gitmeyeceğiz, biyografi temelli müzik ve müzisyen hikayelerinden bir yenisi daha... İlgi görmese, bu kadar çıkmazdı...Albüm çizgi olarak çok başarılı, gerçekten şapka çıkarılacak ölçüde ışıltılı... Okurken, yetmişli yıllar esintisiyle Gimenez renklendirmesi izliyorum gibi geldi. Senaryo ise epeyce karışık ve sahiden bir fan metni gibi ilerliyor. Prince, Miles Davis'le birlikte, bir ara "çalmışlar" ve bu kayıtlar, ölümünden sonra bir yere kaldırılmış... İki hayran, bu kayıtları bulmak için yola çıkıyor, yolda birileriyle karşılaşılıyor, geeker ölçüsünde bir dünya teferruat anlatılıyor vs... Çeviride atlanmış yerler var, o da metni zorlaştırmış diyelim...Bogie Denilen Adam, doksanlı yılların sonunda çıkmıştı, o tarihlerde grafik romanın esamisi okunmuyordu, böylesi farklı albümler bizi şaşırtıyordu, "hiç çizgi romana benzemiyor" demişti bir arkadaşım... Anlattığı hikaye alışılageldik hikaye ve anlatım kalıplarına uymuyor demek istiyordu. O yıllarda karıştırmış ve neden bilmiyorum, satın bile almamıştım. Bunca sene sonra tekrar elime geçti, geçmişte gelen bir önyargım olduğu için, ilham verici bir hikaye filan beklemiyordum elbette... Yine beğenmedim. Bana fazla kalabalık geldi tahkiyesi. Çizgi romandan bir televizyon filmi uyarlanmış, o vesileyle bizde de yayımlanmış olabilir. Bogie, mizahi bir hikaye, polisiye türünün-hard boiled'in parodisi üzerine kurulu, kendini Bogart sanan bir akıl hastasının diyelim, rehabilite edildiği hastaneden kaçmasıyla başlıyor olaylar...En Kahraman Rıdvan aklınıza gelmiş olabilir, tam öyle değil, çizgiler fotorealistik ve gerçekçilik adına komik olmaya da pek çalışılmıyor...

Perşembe, Aralık 19, 2024

Meltem Rüzgarı Gibi


Meltem Rüzgarı Gibi'nin kendi içinde tutarlı ama bağlamın dışına çıkıldığında (hani birine anlatmaya kalktığınızda)  "saçma" olan bir hikaye mantığı var, bakmayın tabii, "pulp" dediğimiz şey tam da buralardan doğar ve gelişir. İnanarak yazanı oluyor, kanarak okuyanı...

Kadir (İnanır) ile Hülya (Darcan) bir sahil kenarında tanışıp kısa sürede (birkaç sayfada) evleniyorlar. E evlilik bu kadar erken olursa, melodram o dengenin bozulacağını müjdeler bize... Hülya'nın takıntısı büyük şehirden kaçmak, oralardan uzakta yaşamak filan... Kadir, işlerini yoluna koymak üzere İstanbul'a gidince melodramın şahane ve pembe dengesi tarumar oluyor. Kadir'in dönüşü gecikince Hülya kocasının peşinden İstanbul'a geliyor ve -buraya dikkat- kendini Hülya'nın kızkardeşi Rüya olarak tanıtıp -biz daha niye demeden- Kadir kardeşimizi baştan çıkarıyor. Öyle ki, Kadir, Hülya'dan boşanacak raddeye geliyor, hislerini anlatmak üzere karısının yanına, aşkın başladığı yere geri gidiyor ve çok şükür ki, pembe düzen yeniden tesis ediliyor. Moda deyişle, olaylar olaylar...

Ne ilginç derseniz, hikayenin kendine inanan zekası ilginç. Yetmişli yılların gündelikliği içinde kadın erkek ilişkileri, flörtözlük ve eğlence hayatına dair romantik yakınlıklar ilginç. Bir de ağdalı büyük laflar tabii... Kadir, Hülya'ya şöyle diyor: " Ev haliyle Hülya, cemiyet haliyle Rüya olmanı istiyorum" Cevap güzel: "Olmaz öyle şey. Ben neysem oyum. Değişemem."

Melodramın zaferi, erkeğin (sevgilinin) kadının istediği yönde değişim geçirmesidir. Kadının fendi.. oluyor yani

Çarşamba, Aralık 18, 2024

Aloha Feysbuk!

Çizgi: Berat Pekmezci

Yabancılar

Sorulmuştu, paylaşmış olayım, 2024’ten aklımda kalan “yabancı” çizgi albüm ve kitaplar… Atladığım olabilir, neydi-ne güzeldi diyince hemen aklıma gelenler...

The Strange Death of Alex Raymond bu yıl çıkmamış ama ben bu sene keşfettim. Diğer ikisi İtalyanlardan edebiyat uyarlaması: Gülün Adı ve Tatar Çölü… Bizde mutlaka yayımlanırlar…Sonuncusu ise çizgi roman tarihiyle ilgili bir görsel döküman-derleme


Pazartesi, Aralık 16, 2024

Blek değil Çelik Bilek

Çelik Blek İstanbul'da, yerli bir çizgi roman, bizde Teksas olarak bilinen ünlü  İtalyan üretiminden uydurulduğu, tornistan edildiği hemen anlaşılıyor zaten. İlginçliği zaten burada. Eskiden olsa trash-pulp literatüründe daha çok konuşulurdu, çizgi roman o kadar ilgi kaybetti ki, o ilgisizliğin içinde iş hepten marjinalize olmuş... 

Çizeri Rasim Abay, Yüzbaşı Volkan'ın yardımcı çizerlerinden biriydi. Bilenler hatırlayacaktır, Volkan da Ali Recan'ın hemen her biri karesi başka çizgi romanlardan kopyalayarak çizdiği (birebir çaldığı) bir çizgi romanıydı. Çelik Blek İstanbul'da da böyle bir çalışma demek istiyorum. Senaryoyu yayıncı Cem Demirbaş yazmış, izinsiz yapıldığı aşikar, ama yapmışlar işte...Abay'ın özgün çizdiği bir kare ya da sayfa var mı emin değilim. Tıpkı Ali Recan gibi antiskopla ordan burdan "apartmış"...  

İşte hikayede Profesör zaman makinası bulmuş galiba, "üç arkadaş" hep birlikte önce 2006 yılı Türkiye'sine sonra da 1918 Çanakkale Savaşı'na gidiyorlar. E gidiyorlar dediğime bakmayın, kopyalanan çizgi romanlar neyi yaşıyorsa onu yaşıyor, o kareler ve ardışıklık onları nereye götürüyorsa oraya gidiyorlar. Ana fikir, "Türklere hayran olmamak mümkün değil..."

Yıllar önce bir grup ergen çocuk, Indiana Jones'u sahne sahne yeniden çekmiş ve büyük ilgi yaratmıştı. O ölçüde bir tatlılık değil bu... Çelik Blek İstanbul'da bir tür camp estetiğiyle üretilmiş, bilinçsiz bir biçimde abartılı, ucuz ve komik görünüyor. Aslının yanında Amerikalıların rip-off dediği bir çalıntı versiyon olduğunu söyleyelim... 

E evet, ticari bir yönü olmuş, fanzin olsa daha değerli olacakmış ama yine de bu tür hikayeleri fan kültürünün içinde değerlendirmek lazım, nostaljik olması, bir fan kitlesine yönelmesi, ana metinle kurduğu duygusal bağ nedeniyle bir sempatiyi hakediyor. 

Related Posts with Thumbnails