Cuma, Ekim 18, 2024

Bir günün beyliği

Kürt Beyi: bir günün beyliği beyliktir!
Karikatür, İran’ın işgali sırasında Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan, bir yıllık kısa ömürlü Kürt Mahabad Cumhuriyeti'nin sönümlenmesiyle ilgili (1946). Blogun takipçilerinden olan bir arkadaşımız bu kapakla kimin eleştirildiğini sormuş: “Cemal Nadir, o kapakla günümüz İran sınırları içerisinde Sovyet desteğiyle kurulan Kürt devletini mi tiye alıyor? (…) Yoksa dönemin Türkiye’sindeki Kürtler için mi çizilmiş? Bunu merak etmekteyim. ”

Ona yazdığım cevabı paylaşayım: Özel bir ilgim olmadığı için olayın kendisine dair bir şey söylemem zor, dönemin gazetelerine bakmak gerekiyor. İlk söyleyeceğim, konuyu (espriyi) Yusuf Ziya Ortaç bulmuş-söylemiş, Cemal Nadir sadece resmetmiş olabilir, bunu hep aklımızda tutmalıyız, imzaya aldanmamak gerekiyor... Akbaba’da özellikle siyasi esprileri Ortaç belirliyor, karikatüristlere "çizdiriyor"... 

İkinci mesele ise o dönem basınında Kürtler ismen dahi pek geçmiyor, şaki ya da eşkıya olarak niteleniyor ve o mantıkla da karikatürize ediliyorlar. Sonuçta İstanbul'da çıkan az satışlı yayınlar bunlar... Kürtlerle "karşılaşmıyorlar", onların düşman gündeminde Yahudiler ve Rumlar var. Yani o espriyle içerdeki Kürtlere yönelik bir mesaj verilmiş olması çok mümkün görünmüyor. Sovyetler, Kürtlere, Araplara, atıyorum Afrikalılara yardım ediyor gibi görünür ama aslında köleleştirir gibi bir yargıya sahipler... Bir günlük beylik esprisinde elbette Kürtlere yönelik tahkir ve tezyif var, ama yukarıda söyledim, onları eşkıya ölçüsünde vahşiler gibi görüyorlar... hakeza Arapları ve "Zencileri" de öyle görüyorlar. Bilmedikleri için de klişelerle düşünüyorlar.

E, peki niye bu kapağı çizmişler dersek, öncelikle anti Sovyetik bir refleksi aklımıza getirmeliyiz. Sovyetlerin desteklediği herhangi bir şey iyi olamaz diye düşünülüyor, o fikirle bakılıyor olup bitene, mesele Kürtler değil Soğuk Savaş iklimi ve koşullanması bence...

Şunu bilebilsek, güzel olurdu, aynı soğuk savaş koşullarıyla ilgili Akbaba'nın feyz aldığı Fransız dergileri örneğin, bu meseleye dair ne çizmişlerdi? 

Perşembe, Ekim 17, 2024

Boğaz Manzarası

Aydede kapağı, Turhan Selçuk çizmiş, karı-koca boğaz manzarasına bakarak oturuyorlar. Onları, daha doğrusu, genç kadının oturuşunu gören iki delikanlı da hemen aşağıda konuşlanmışlar, o günlerin yeni yeni yaygınlaşan argo deyişiyle "dikize" "ronta" yatmışlar ve nereye bakıyorlar, manzaraya (!). Zaten karikatürün esprisi de bu manzara vurgusuna dayanıyor. Dünyadan bihaber, kendiyle dolu yaşlı koca "Ne aptal insanlar var dünyada, şu güzel boğaz manzarasına sırtlarını çevirip oturmuşlar" diyerek gençlerle alay ediyor sözüm ona (Aydede, 2.6.1949).

Turhan Selçuk, 1991 yılında kendisiyle yaptığım söyleşide erotizmi amaçlayarak çizmediğini iddia etmişti, okur öyle görmüş ve algılamış olabilir, ben yapmadım demeye getirmişti. Bence bu tür işlerini değersiz bulduğu için böyle bir kestirimde bulunuyordu, yoksa yukarıdaki karikatür gibi belki bin tane çalışması vardır ve erotizmi, sanatının önemli bir parçasıdır, bana sorarsanız tam da merkezindedir. 

Mizah dergilerinin asıl okurları ergenlikle "genç yetişkin" yaşları arasındaki erkeklerdir, yani 14 ile 24 diyelim, o ara... İş güç sahibi olunca dergiler bırakılır, hayata atılmak, aylaklığın sonudur. Ha, okurlardan genç erkekler dedim, işin içine aylaklığı da katmak gerek...Gezinen, keşfeden, arayan, yeni öğrenen...özetle büyüyen birileri. 

Karikatürdeki genç kadını dikizleyen erkekler, bu karikatürün çizildiği tarihlerde pek de eleştirilmezdi, doğru ya da yanlış bulmak gibi bir ahlaki seçenekle düşünülmezdi. Kadın imkan tanımasa orada olmayacak gibilerdi. Saf, kıfayetsiz, çapsız ve meteliksizlerdi ama saldırgan değillerdi. Ya da bir "Karagöz" sempatisi gösteriliyordu diyelim. E kadın okur da yoktu veya kadınların ne hissettiği hiiç hesap edilmiyordu. 

Sonra sonra maganda, zonta filan diye diye abazan gençler ve lümpenler aynı mizah dergilerinde "dövülmeye" başlandı. Aylaklıktan dahi korkulur oldu, insanlar evlerine sığındılar, sokak özgürleşmenin değil tehlikenin membaı oldu. Karagöz filan değil de bildiğin tehlikeydi o insanlar... Doksanlara gelmiştik.

Not: Argo bahsinde bir not düşeyim, yetmişli yıllarda, manzara değil de, "sinema seyrediyorum" denirdi. Seyir halini, sinema bütünüyle fethetmişti artık. 

Çarşamba, Ekim 16, 2024

İyi mi Parası?

Çizgi:Berat Pekmezci

Ayı, Ataç ve Ankara

1955 yılının bir gününde, Ankara’da, devrim geçirmiş Türkeli’nin başkentinde, anayoldan ancak üç beş adım bir sokakta ayı oynatılıyor. Kimsenin de buna karıştığı, yasak etmeye kalkıştığı yok. Atatük’ün, Atatürkçülüğün kurduğu şehir, Osmanoğullarının İstanbul’una dönüyor. Güler misin? ağlar mısın?

[Ataç söyleniyor, 10 Temmuz 1955, Günce 1, Can Yayınları, İstanbul 1998 (2. Basım)]
 

Salı, Ekim 15, 2024

Levendddd

Böyle bir marka varmış, vakti zamanında marka tescili için başvuruda bulunulmuş... Kıkırdayarak hemen satın aldım, kaçar mı? Levend C ile bakıştık bir süre...

Tabii, anlatmasam olmaz, "d" harfi kullanılarak yazılmış Levend bana rahmetli Suat Yalaz'ı hatırlattı. Suat Abi, dehşetli bir narsistti, mansplaining numunesiydi, tanışır tanışmaz, adımın son harfinin "t" ile  değil "d" ile yazılması gerektiğini söyledi, kimse dilini bilmiyordu, saydı durdu, yetmedi, gitti kitaplarını getirdi, Levend'e diye imzaladı. 

Bütün bunlar olurken of puf hissiyle boş boş baktım sadece, isim bu, Leveng bile olabilirdim... Arapça kökenli Suat ismi için, e peki o da "Suad" mı olmalıydı filan demedim, niye diyeyim, sustum. Aramızda kırk yaş vardı, kendi adının farkında bile değil, imzalı kitap filan istemiyorum, bana kitap imzalıyor ve bunları Levend'e diye yazıyor... Ne adamdı. 

Ben, Levend C ve Suad Abi bu vesileyle bir kere daha konuşmuş olduk.

Pazartesi, Ekim 14, 2024

Baksınlar

Üniversite ne öğretir insana... Tabii ki tek cevabı yok bunun.... Bir ruh olarak, farklılığı ve farkındalığı anlatır, yol arkadaşlığı eder size... Eleştiriyi, dünyaya farklı bakmayı “öğreten”, birarada yaşamayı gözeten, dünyada tek siyaset ve tek doğru olmadığını anlatmaya çalışan bir ruhtan söz ediyorum. Peh diyebilirsiniz, hiç öyle değil, liseden farkı yok, nerde yaşıyorsun şu bu… Yanlış olması, eksik olması veya hiç olmaması o ruhun, o esasın olmadığını ve olamayacağını göstermez. 

Bir sınıfa girersiniz, sınıfta Kürt de vardır, Kürt düşmanı da, Alevi de vardır, Alevi nefreti de, Müslüman da vardır, Müslüman olmayan da. Taşralı da vardır, hiç büyük şehirden çıkmamış da. Hep beraber, hukuk, izan, vicdan, demokrasi, özgürlük, otorite, baskı, etik ve çoğulculuk tartışırsınız. Tarih, yanlış yapan sayısız bürokrat ve siyasetçiyle doludur, en çok orada ve o yaşta öğrenirsiniz. Sebepler, kırılmalar, yakınlıklar ve uzaklıklarla ilk kez orada yüzleşirsiniz. 

Hitler nasılgüzelgelmişti Almanlara ... dersiniz mesela… Hayret edersiniz. Şaşırırsınız, irkilirsiniz. Zaman uzar kısalır, hayat büyür küçülür. Bağıranların ne niyetle bağırdıklarını anladığımız yerdir üniversite… Vatan, millet, demokrasi, hürriyet derken nasıl da dayak atıldığına şahit olursunuz… 

Şu hayatta, hemen hiçbir yerde kurulmayan eşitliğin, inanın romantize etmiyorum, kurulabileceği tek yer üniversitedir, imkandır. 

O eşitlik içinde, o öğrenciler isyan ederek olgunlaşırlar, beğenmeyerek eleştirerek… hiç de öyle değil diyerek… farkına vararak, farkında olarak… o zaman dünyaya yaklaşılır, o zaman o öğrencilerin hocaları “genç” kalırlar. 

Yukarıda imkandır dedim, ihtiyaçtır, lazımdır… Aşağıya da yukarıya da bakacaklar, elzemdir, yeter ki baksınlar… 

Hayal kurmadan hikayeniz olmuyor.

Not: Yazıyı bitirince tekrar okudum, iyimser ve "ılımlı" oldu be, o dangoz faşist de seni çok anlardı hissine kapıldım, oysa "ilke" konuşuyorum, haksızlık edilen meselenin hayati önemini hatırlatıyorum. Gerginlik bizi öyle belirliyor ki, ne söylesek eksik kalıyor. 

 

Pazar, Ekim 13, 2024

Ahmet Ayık ve büyük bahşiş

Babam esnaftı, çok çok küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kaldım, okullar her tatil olduğunda, yani her yaz, her cumartesi, her bayramın son günü sabah sekiz akşam yedi mesaisi yapardım. İnsan çocukluğunu, ergenliğini böyle çalışarak geçirince pek mutlu olamıyor,  yaşıtların gezip tozarken sen tekkeyi bekliyorsun çünkü... Çalıştım ettim diye iki satırda yazdım, o kadar kolay değildi yani...  İlkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar...sürdü de sürdü. Okulun açılmasını tatil yapacağım diye günbegün sayardım. Yirmi iki yaşımda artık çalışmayacağım, okuyacağım diye babamla kavgalar ettim de... ancak öyle, on küsur yıl sonra filan sıyırdım. 

Neyse işte, geçmiş zaman, delip de geçiyor, o günleri güzel hatırlamıyorum ama çocuksun, oyun oynayacaksın, moralini sağlam tutacaksın, bir biçimde idare ediyordum... Bazı müşteriler çalışanlara bahşiş verirlerdi. Dayan çocuğum der gibi teşvik edici bir şeydi bana... Ünlü güreş şampiyonu Ahmet Ayık, "dükkana" gelmiş bir şeyler almış, aldıklarını taksiye taşımıştık, Mıstık Abi ile bana, paylaşmamız için çok çok yüksek bir bahşiş vermişti, o kadar şaşırmış ve mutlu olmuştuk ki hoplayıp zıplıyorduk. Ne oldu? Babam, bu paranın çok yüksek olduğunu söyleyip, benim payımı diğer çalışanlara da paylaştırdı. 

Üniversite hazırlıkta Ahmet Ayık'ın kızıyla aynı sınıfta okumuştum, tanışır tanışmaz anlatmıştım ona... "babam yapar öyle şeyler" demişti. 

Biliyorum, komik ama, Ahmet Ayık benim aklımdaki cömert insanlardan biridir, sempatiyle hatırlarım... Her ne olursa olsun, bir hizmet aldıysam yüzde on ekstra ödemeye çalışırım, aklımın bir köşesinde Ahmet Ayık'ın bana verdiği neşe, on yaşımdaki hoplayıp zıplamalarım vardır. 

Related Posts with Thumbnails