Salı, Mayıs 13, 2025

Çeşitli mahvoluşlar

Çeşitli mahvoluşlar yaşanmadı değil... Değerli dostum Poe'yu saymazsam, birlikte poz verdiğim arkadaşlar, yz ile yaptığım karakter tasarımlarım... Doğum günüm vesilesiyle paylaşıyorum.

Pazartesi, Mayıs 12, 2025

Eksiklik

Eskiden “az gelişmiş” denirdi, sonra “geç modernleşen” demeye başladılar filan. Belki “geç ulus-devletleşen” de denebilir. İşte öyle ülkelerde —ve doğal olarak bizde de— eğitim meselesi, temelinde bir eksiklik duygusuyla şekillenir. O millet, o devlet mutlak ve kaçınılmaz “geride kalmıştır”; gelişememiştir; yetişmesi gereken bir yer, birileri, bir standart vardır. Partha Chatterjee, bu tahayyülü, kolonyal modernliğin mirası sayıyor: Batı’nın çizdiği rotaya uymayan her yer “geri” sayılır, diyor.

Bizdeki millî eğitim haliyle bu anlayışla kurulmuştur. Eğitimin (bir varoluş sorunu olarak) amacı, yalnızca bireyi geliştirmek ya da meslek kazandırmak değildir. Eğitim, bir açığı kapatmak üzere kendini vareder. Her birimiz memleketin eksikliğini gidermek için eğitim alırız; bu yüzden mezuniyet bir son değil, bir göreve çağrıdır. Bitirdiğiniz okul ne olursa olsun, sizden birer öğretmen, birer dönüştürücü, birer toplum mühendisi olmanız beklenir. Gramsci’nin “organik aydın” dediği figür bizim gibi rejimlerde devlet eliyle tesis edilir.

Yeni bir şey söylediğimi iddia etmiyorum, duyduğunuz-bildiğiniz, aşina olduğunuz şeyler yazdıklarım… Ama mesele de tam bu aşinalıkta başlıyor. Çünkü dünyaya —ve özellikle yaşadığımız toprağa— eksiklik hükmüyle bakmaya alışıyoruz. Hep bir “yetişme”, hep bir “tamamlama” telaşı içindeyiz… Bu da bizi fark etmeden kibirli kılıyor, önemliyiz, görevliyiz, farkındayız, dönüştürüyoruz. Etrafımıza bakıyoruz ve herkesi ya cahil, ya da cahil bırakılmış sayıyoruz. Toplumun her hâli bir problem, her birey kusurlu gibi geliyor bize. Bourdieu’nün dediği gibi, bu sistem hem eşitsizliği üretir hem de  onu görünmezleştirir.

Bu eksiklik duygusuyla büyürüz. Mezun oluruz, çalışırız, evleniriz, çocuk sahibi oluruz… ama hep o kırılgan eksiklik hissiyle yaşarız. Hem öfke taşırız, hem aşırı iştahlı oluruz, hem de kolay inciniriz. Nurdan Gürbilek, mealen yazıyorum, eksiklik bizde sadece bir durum değil, bir ruh hâlidir diyordu.

Öyle ki çocuklarımıza, torunlarımıza devrederiz bu yükü. Ne söylesek yetmez gibi gelir. İçten içe, hepimiz, az ya da çok, birbirimizin cahil, yetersiz, hatta düpedüz salak olduğuna inanırız. Kırıcı olmamızın, hor görmemizin, her şeyi düzeltme telaşımızın altında bu eksiklik duygusu yatıyor olabilir.

Bauman diyordu: modernlik, sürekli bir düzen kurma, tanım koyma ve dışlama gayretidir. Belki de bu yüzden, kendimize benzemeyeni düzeltmek ister, eğitimi bile bir düzeltme çabası olarak yaşarız. Yaşadığımız ve yaşattığımız kavgaların kökeninde bu eksiklik güdüsünün büyük bir payı olduğuna inanıyorum. 

Pazar, Mayıs 11, 2025

Asılacak Adam

Asılacak Adam, Yılmaz Güney'in yazdığı (ve muhtemelen yönettiği) bir fotoroman. Güney,  kaç tane fotoromanda oynadı bilmiyorum, mutlaka ilgilisi vardır, yorum yazarsa biz de öğreniriz. Bir dönemin çok satar yayınları oldukları için yerli fotoromanları denk düştükçe okuyorum. Güney bile oynamış demek gerekiyor aslında, o ölçüde ilgi görüyor, az buz değil, bir çeyrek asır popüler kalıyorlar... Özel televizyonların ortaya çıkmasıyla unutulup giden yayın türlerinden oluyorlar.

Asılacak Adam, Güney oynadığı için özel bir okuru olmuş olabilir, Adana ve Kürt coğrafyasında ayrı bir ilgi gördüğü tahmin edilebilir. Fotoromanlarla ilgili akademik bir çalışma yapılsa, en azından çıkan yayınları birileri derlese, Asılacak Adam'ın ayrıksı bir örnek olduğunu teslim edecektir. Benzerlerine göre edebi bir dile sahip, sadece göstermek değil "okutmak" isteyen, hatta bazen "gevezeleşmiş" bir metin yazılmış. 

O yılların deyişiyle, kör bir kadınla idam mahkumu trende karşılaşıyorlar ve birbirlerine aşık oluyorlar. Mahkum idam oluyor, kız geçirdiği ameliyatta ölüyor vs, onların yerine arkadaşları, onlarmış gibi "birbirlerine" kavuşuyorlar filan... Klişenin dibi derler ya o ölçüde bayık bir romantizmi var ama okutuyor, fotoromanların vasatlığının üstüne kolayca çıkıyor. Abartılı bir sembolizmi var; tren, hayatın akışını (kaderi) geri dönülemezliği vurgulayan bir yolculuk hissi üretir. Körlük, hakikati bilme-hissetme anlamında bir içgörüdür, idam ise nihai bir son'dur. İki karakterin kısa ama masum aşkı, ölümlerin kaçınılmazlığıyla birleşerek okura yüksek gerilim ve haz veriyor. Aşk, geçici bir süreliğine bir kurtuluş aracı ya da varoluşun anlamı haline geliyor demek istiyorum. E, o fasıl ilginç.

Cumartesi, Mayıs 10, 2025

Yürümek ve depresyon

Yürümekle ilgili yazmıştım. Ben seviyorum demiştim, altı yıldır her gün bunu yapıyorum filan ama yürüyüşün depresyonla ilişkisinin basitleştirildiğini, kesin çözüm gibi gösterildiğini de eklemiştim. Yürüyüş yapmak, hafif ve orta şiddette depresyon için olumlu etkiler gösterebilir. Endorfin ve serotonin salınımını artırıyor biliyorsunuz. Ruminasyon denen sürekli aynı düşünceler etrafında dönme halini azaltabiliyor. Rutini değiştirmek, kendilik deneyimini yeniden kurmak ve yürüyüş yapmak tabii ki iyi şeylerdir ama hiçbirisi depresyonun altında yatan nedenleri çözmez- buna yetmez.

Diğer yandan, yazıyı bu yüzden yazıyorum, depresyon meselesinin kolektif bir ruh hali (affect) olarak her birimizi baskıladığını düşünüyorum. Hepimizden bir mutluluk performansı bekleniyor. Hemen her yerde, “pozitif düşün”, “yeter ki iste” “çalışırsan başarırsın” gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Bu beklentiye uymayan, mutsuz olan, kırgın ya da depresif biri “uyumsuz” ya da “problemli” olarak görülüyor. Heteronormatif aile yapısına, çalışma hayatına, başarı tanımlarına uymayan biri,  dışlanıyor ya da görmezden geliniyor. Bu da zamanla duygusal olarak yalıtılmışlık yaratıyor. Tek tek her birimizi etkileyen bir “görünmez el” bütün toplumu değiştiriyor. Depresyon, bireysel değil aynı zamanda toplumsal olarak üretilmiş bir “yük” demek istiyorum.

Yıllar önce Amerika’da doktorasını yapan sevdiğim bir “küçük kardeşim” ülkedeki pozitif olma, güleryüzlü görünme baskısından usandığını, bütün alışverişlerini bunlarla hiç ilgilenmeyen Sırp bir marketçiden yaptığını anlatmıştı. Gülmüştük.

Hüzün ve mutsuzluk bir direnme ve itiraz biçimi olabilir. Yani “mutluluk vaadine” inanmamak, onunla uzlaşmamak,  dışarıdan “mutsuzluk” gibi gözükebilir. Tersten düşünürsek, bu bazen kişinin kendine sadık kalmasının bir yolu dahi sayılabilir. Yürümemek bu bağlamda bir tercih bile olabilir. “Depresyonu azaltıyor diyorlar, hayır yürümüyorum.”

Sara Ahmed, mealen yazıyorum, “eğer mutluluk, belirli bir hayat tarzının karşılığında (bize) vaat edilen bir şeyse, mutsuzluk da o vaadi reddetmenin bir yolu olabilir” diyormuş, hemfikirim, depresyondaki kişi, sadece yardıma ihtiyaç duyan biri değil; bazen sistemin yalanlarını daha derinden hisseden, o yüzden kırılan, haklı bir şekilde mutsuz olan biri olabilir.

Yani Romalılar, mesele yürüyüş değil, hakikatin ağırlığıyla "itişme" hadisesidir…

Cuma, Mayıs 09, 2025

Yaz benden soğudu

Önemli bir şey değil aslında, görme-gösterme kültürünün içinde “Yaz arıyor” diye bir sosyal medya kampanyası başlamış. Görebildiğim kadarıyla vücuduna güvenen genç kadınlar da gecen yazdan kalan fotoğraflarını paylaşmaya başlamışlar. İçimden geldi, yazla ilişkilendirilen “ışıltılı”, “fit vücutlu”, “mutlu” yaz imgelerine karşılık, ironik ve grotesk bir oto-karikatürümü paylaştım. Klişe yaz bedenleri yerine, yaş almış, gövdesini filtrelemeyen bir bedenin, üstelik neredeyse linol baskı gibi kazınmış, karikatürize edilmiş halini sundum. Malum karikatür böyle bir şey, abartıyor ve kanırtıyorsunuz.

Aynaya bakan, selfie çeken ben, bana bakan izleyiciye “Bu muydu beklediğin yaz estetiği?” diye kıkırdamak istedim. Yaz estetiğine yönelik bir taşlama,  kendilik sunumlarına karşı sarkastik bir gönderme, gövde politikalarıyla (yaş, erkeklik, beden temsili) ilgili bir oyunbazlık da diyebilirdim. Pastiş tabii…Hem komik hem rahatsız edici… Ve bir kere daha yineliyorum, karikatür böyle bir şey…

Yaz arıyor…” ama aradığı ben değilim. Yaz arıyor ama benimle konuşmadı. “Yaz arıyor…” geçen yıl da aramıştı. “Yaz arıyor…” meşgule attım, aradığı ben değilim… 

Perşembe, Mayıs 08, 2025

Yürümek


Altı yıl önce bir televizyon dizisi yazıyordum, iş giderek ağırlaşıyordu, bitsin istiyordum... Moral olarak irtifa kaybettiğimde vücudum tepki veriyor, artık biliyorum. Doktora gittim, kan tahlilleri şu bu... bir sürü "şeyim" yerle yeksan olmuş, işte D vitamini, B vitaminini pıyy yüklemem gerekiyormuş, pilim biteyazmış... 

Hallettim filan ama... O gün karar verdim ve günde en az beş kilometre yürümeye başladım, bugüne değin de bunu hiç sektirmedim, her ne olursa olsun yaptım bunu. Hayatımın en doğru kararlarından biri oldu. Sağlıktan söz etmiyorum, yürürken düşünmek, zihni boşaltmak, günü değerlendirmek, hayaller kurmak, sevdiğin birisiyle sohbet etmek...hoşuma gitti. Yürüyüşlerim günümün en tatlı saatleri oldu, ruhuma iyi geldi. Ağaçlara bakmak, insanların koşturmacasını seyretmek, araba kullanmadığıma şükretmek, bulutları izlemek, tuhaf şarkılar dinlemek ve yalnız kalmak...

Çok az insan gördüğüm bir  hayat sürdürüyorum, insan azaltmayı ben istedim. Mümkün olsa en azından bir dönem tam anlamıyla kaybolmayı dahi hayal ediyorum. Yaptığım işler nedeniyle yapamayacağım aşikar, ama o kaybolmak bir hayal bile olsa hoşuma gidiyor. Kaybolursam bir şeyleri geride bırakabilirim gibi geliyor. Sanki. Evet, sanki kere sanki. Hoyratlığı, kargaşayı, rekabeti, insan sevmezliği, usandıran falanları filanları... Saçmalık elbette, bir arkadaşımın dediği gibi "nereye gitsek götümüz bizimle geliyor, onu geride filan bırakamıyoruz". Diyeceğim o ki, o kadar anlattım, şunu da eklemem gerekiyor, yürürken "kaçıyormuş gibi olmanın" huzuru (komik gururu) da eşlik ediyor bana...

En iyisi yürüyelim Romalılar...



Related Posts with Thumbnails