Cumartesi, Nisan 05, 2025

Dağ başını...

12 Eylül’den bir iki yıl sonra, dikta, kendince yumuşamaya karar vermiş, gençlik konserlerine izin vermişti, artık akıllarında ne varsa, “kilisenin kontrolündeki karnaval” misali, konserlerde onaylanmış türküler şarkılar çalınıyor, söyleniyor, muteber beyfendiler ve hanfendiler soluk sesleriyle sahne alıyordu. O konserlerden birine okuldan toplanıp otobüslerle götürüldük, her birimiz konserden çok derslerin kaynamasına seviniyorduk…Otobüs bedava, müzik bedava, gırgır şamata, e güzel…

Ne ki, hırt öğretmenlerden biri kendini müziğe kaptıran kalabalığa karşı mikrofonu eline alıp bi hötzöt etti, höykürdü. Bunun üzerine kalabalık, halen o tepkinin nasıl oluştuğunu düşünürüm, garip bir refleksle “Dağ Başını Duman Almış” marşını bir ağızdan söylemeye başladı. O kadar yüksek ve isyan dolu söylendi ki, ergen ruhum bir başka etkilenmişti…

Yıllar yıllar sonra öğrendim ki, bütün anti-komünist faaliyetlerde, örneğin Tan gazetesini çıkamaz hale getirip tarumar edilirken, Markopaşa gazetesi yakılırken, DTCF’li solcu sayılan hocaların odaları basılırken filan “gençlik” bir yandan bu marşı söylermiş… Nerden bileceğim, hiç şahit olmamıştım. Solcu döverken söylenen bir marş, bana kendimi iyi hissettiren bir isyan fitili olmuştu. Üstelik solcu dövenlere karşı söylenmişti. En fazla 13 yaşındaydım…

Bunu şu yüzden anlattım, ritüelleşen sloganlar, şarkılar sosyal bağlama göre değişebilir, özgün halinde hiç olmayan muhalif bir başkalaşım gösterebilirler. Kolay kolay sabitleyemeyiz onları, dönemsel olarak da değişirler, kullanıcılara göre de revize edilebilirler.

Protestolarda “andımız” okunuyor. Neden andımız okunuyor, çünkü homojen olmayan topluluklar kendilerini birarada tutacak kanonik unsurlara başvururlar. Malum, “Andımız” kaldırıldı, daha açık söylersek yasaklandı. Andımızın kanonik niteliğine bir de yasak olanın hazzını ekleyin demek istiyorum…. Oğlum iki yıl önce liseden mezun olurken, diploma töreninde  andımız okundu, gerçekten ağlayan veliler ve öğrenciler oldu, okunmasını beklemiyordum, o duygusallığı ise hiç hesap etmemiştim. Şimdi daha doğru anlıyorum bu tepkiyi, seküler okullarda bu tepki epeydir dolaşımdaymış…

Dağ Başını Duman Almış, gösterilerde veya maçlarda, artık pek akla gelmiyor, bilemiyorum arkaik bulunuyor olabilir. Onuncu yıl Marşı söylenirdi, yakın zamanlarda İzmir Marşı politize oldu… Biliyorsunuz maçlardan önce İstiklal Marşı okunuyor, Apo, “Gassaraylı” olduğu için Galatasaray tribünleri başlatmıştı bu işi, nerde nasıl başladı unutuldu, milliyetçilik yarıştırıldı, devletler popüler olanı daima denetlemek isterler, meseleyi resmileştirdiler.

Şu yaşıma kadar, milliyetçi olmayan siyasi bir hareket görmüş değilim, her türden milliyetçiliği eleştiren siyasi  reaksiyonlar oluyor ama anaakım siyasette karşılık göremiyorlar,  çok çok az oy alıyorlar, hiçbir biçimde belirleyici olamıyorlar.

Başa döneyim, “Andımız”ı Zafer Partililere, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran genç feministlere, “Türkçüyüz Atatürkçüyüz” diyen öğrencilere atfedemeyiz, bildikleri cevaplarla yükseliyorlar, ben nasıl “gümüş dere durmaz akar” dediysem (ulan isyan ettik resmen gibi hissettiysem) onlar da kesin cevabı olan bir şeyleri haykırıyorlar.

Biraz kaba bir ayrım olacak ama zihin açması için şöyle anlatayım, yaşadığımız memlekette Kürt ya da Alevi değilseniz, mağdur edilen azınlıklardan değilseniz, orta sınıftan değilseniz, okur yazar değilseniz solcu olabilmeniz pek mümkün-kolay değil. Aramanız, bulmanız, karşılaşmanız gerekiyor. Kaldı ki, sürekli iktidar olan sağcıları eleştirmek solculuk sanılabiliyor, yanlışlığı ya da salaklığı teşhir etmekle solculuk kolayca karıştırılabiliyor. Yabancılar ve azınlıklarla ilgili bir meselede, evrenselci tepkiler verilmesi gerektiğinde ise kimin kim, neyin ne olduğu anlaşılıyor.

Unutmayalım, sağcılığın, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının dehşetli bir biçimde yükseldiği, popülist liderlerin seçim kazandığı, bağıranların, “kesin ve net” konuşanların (konuşurken mutlaka birini suçlayanların) popülerleştiği kaotik bir dünyada yaşıyoruz.

Cuma, Nisan 04, 2025

Beşinci gün

Ankara’da protestoların beşinci gününde Kuğulu’dan başlayan, Tunalı, Libya Caddesi ve Koleje varan, oradan Kızılay’a yönelen yürüyüşteydim. Şehirde (resmi cenazeleri de sayarsak) o güne kadar gördüğüm en büyük kalabalıklardan biriydi, yaşamış olduk.

Birlikte yürüdüğüm protestocuların tamamı oğlumdan biliyorum 2003 ile 2007 arası doğumlulardı, koordine olamamalarından ve pek slogan bilmediklerinden hayatlarında ilk kez böyle bir eyleme katıldıkları anlaşılıyordu. Çok çok azının yüzü açıktı, geleceklerine dair anlaşılabilir ürkeklikleri enikonu fark ediliyordu… Birbirlerini uyarıyor, maskelerini sürekli yokluyorlardı. Hatta bir ara layloy yürürken zattır zuttur koşuverdik, meğer kenarda polis kamerası varmış, o sebeple koşmuşuz filan

Görebildiğim kadarıyla bu genç kalabalık çeşitli biçimlerde adlandırılıyor, yoksul ve lümpen oldukları, orta alt sınıftan geldikleri, anaakım değerlere yaptıkları atıflarla “sağcı” oldukları söyleniyor diyelim. Benzer yorumları ben de yaptım, yapmadım değil, “Karanfil’in Kekoları” da dedim anlatırken, “06 Ankara” da…Derin İç Anadolu, meydanda avaz avaz ve “gerçeküstü” dolanıyordu işte “yaprağım”

Malum, ergenlik, yalpalayan ve sivilceli olan acayip bir şeydir, kendinizi değersiz, gadre uğramış gibi hissedersiniz, herkes (ki herkes gamsız ve hissizdir) size bakıyor-sizi seyrediyor gibidir, spotlar üstünüzdedir, otursanız oturmanız, yürüseniz yürümeniz batar millete… Sıkıntı büyüktür, sığamazsınız, “amk anlamıyorlardır”, “amk linçleneceğim”, şu bu içinizde bir titrek konuşur…Bir eşik vardır, onu aşsanız sanki her şey bambaşka olacaktır…Ne ki, nasıl aşacağınızı da bilemezsiniz...

O gece o yürüyüşe cadde üzerindeki apartmanlardan ve çevreden yoğun ve sahici bir ilgi gösterildi, alkışlayanlar, tencere çalanlar, müzik açanlar, trafikte bekleyen arabaların kornaları filan… Aventüriye bir neşe ve hak verilen bir öfke desteği diyelim … “Ben bu dünyaya yanlış geldim” diyen o çocuklar, bu kadarını beklemiyorlardı, onaylandıklarını hissettiler. Gece bir başka ışıldadı, oksijen arttı, yürüyüşleri ve sesleri değişti…

Ertesi gün, bana öyle geliyor, daha kararlı ve olgun uyandılar, şimdi bilmiyorlar, ileride anlayacaklar, “hangi resmime baksam ben değilim” diyecekleri bi şeyler kıpırdadı içlerinde. Dışarda yağmur yağadursun…

Perşembe, Nisan 03, 2025

Yoğun kavrulmuş

Radyo'da bir reklam duydum, işte "Ankara'nın yerli ve milli markası" diyordu, "lann!" diyerek tuttum kendimi, gerçekten başım döndü, kim-kime-neyin pozunu yapıyordu, yerli ve milli olmanın şehirle ilgisi neydi, cidden çıldırtıcı bir ahmaklık bu...  Üstelik, bu kostaklanma kimseye ahmaklık gibi gelmiyor, çünkü, bu marka kime oy verdiğini söylüyor aslında..."Ürünlerimizde domuz yağı kullanılmamaktadır" gibi bir açıklama hatta...

Çeyrek asır oldu, hep anlatırım, ben asistanken, Gazi'de ülkücüler sırf saçlarına jöle sürdükleri için yaşıtları olan erkekleri pataklıyor, "ibne misin?", "Türk değil misin?" filan coşkusuyla kantin dayağı atıyorlardı. Çok değil, üç dört yıl sonra bir baktık, hepsi jöle sürmeye başladı, böyle bir dert kalmadı, dayak yiyenler yedikleriyle kaldılar.

Kahveciler yaygınlaşırken, aynı sağcılar diyelim, ısrarla çay içiyor ve oralara müşteri olanları "gayri-milli" olmakla suçluyordu. Biliyorsunuz, çay içme kampanyaları oldu ve yalnızca rakıya biraya karşı yapılmadı... Kahve dükkanları emperyalizmle özdeşleştiriliyordu falan... "Latte" içme kuyruğunu görünce aklıma jöle süren Ülkücüler geldi. 

Laf uzamasın, o yıllarda İslamcıların yumuşak içimli ve mutlaka yoğun kavrulmuş ( isteğe bağlı olarak kremamsı ve aromalı tatlandırılan) "yerli ve milli" esprileri berhava oldu be Mıstık abi...  

Salı, Nisan 01, 2025

Ufak ufak

Bloga geri döndüğümü, ufak ufak da olsa bir şeyler yazacağımı-paylaşacağımı duyurayım... Hayat, bir süredir benim için her bakımdan karışıktı, ekonomik kriz, piyasa daralması, türlü muğlaklıklar, çalışamama ve sağlığım falan filan...Üstüne ülke de karıştı bir kere daha... 

Ne ki, bir parça toparladım diyelim, senaryo yazıyorum, okuyorum ve seyrediyorum, kendimi de biliyorum, yazarak iyileşenlerdenim... 

E burası,  medium olarak bloglar popülerliğini yitirse de yirmi yıldır uğraşıyorum, bir tür günlüğüm... Devam edeyim, geri döneyim dedim, gittiği yere kadar artık...

Pazartesi, Şubat 17, 2025

Duyurulur...


Bloga bir süreliğine ara veriyorum... İş yoğunluğum, özel hayatım ve sağlık dertlerim şu bu derken, burayı epeydir boşlamıştım, en doğrusu bir "mola" vermek gibi hissediyorum. Bu kadar yıldır okuyanlara, takip edenlere içten teşekkür ederim... Şimdilik hoşçakalın!

Görsel, blogun ilk yıllarından, o naiflikte...
Related Posts with Thumbnails