Çarşamba, Ekim 16, 2024

Ayı, Ataç ve Ankara

1955 yılının bir gününde, Ankara’da, devrim geçirmiş Türkeli’nin başkentinde, anayoldan ancak üç beş adım bir sokakta ayı oynatılıyor. Kimsenin de buna karıştığı, yasak etmeye kalkıştığı yok. Atatük’ün, Atatürkçülüğün kurduğu şehir, Osmanoğullarının İstanbul’una dönüyor. Güler misin? ağlar mısın?

[Ataç söyleniyor, 10 Temmuz 1955, Günce 1, Can Yayınları, İstanbul 1998 (2. Basım)]
 

Salı, Ekim 15, 2024

Levendddd

Böyle bir marka varmış, vakti zamanında marka tescili için başvuruda bulunulmuş... Kıkırdayarak hemen satın aldım, kaçar mı? Levend C ile bakıştık bir süre...

Tabii, anlatmasam olmaz, "d" harfi kullanılarak yazılmış Levend bana rahmetli Suat Yalaz'ı hatırlattı. Suat Abi, dehşetli bir narsistti, mansplaining numunesiydi, tanışır tanışmaz, adımın son harfinin "t" ile  değil "d" ile yazılması gerektiğini söyledi, kimse dilini bilmiyordu, saydı durdu, yetmedi, gitti kitaplarını getirdi, Levend'e diye imzaladı. 

Bütün bunlar olurken of puf hissiyle boş boş baktım sadece, isim bu, Leveng bile olabilirdim... Arapça kökenli Suat ismi için, e peki o da "Suad" mı olmalıydı filan demedim, niye diyeyim, sustum. Aramızda kırk yaş vardı, kendi adının farkında bile değil, imzalı kitap filan istemiyorum, bana kitap imzalıyor ve bunları Levend'e diye yazıyor... Ne adamdı. 

Ben, Levend C ve Suad Abi bu vesileyle bir kere daha konuşmuş olduk.

Pazartesi, Ekim 14, 2024

Baksınlar

Üniversite ne öğretir insana... Tabii ki tek cevabı yok bunun.... Bir ruh olarak, farklılığı ve farkındalığı anlatır, yol arkadaşlığı eder size... Eleştiriyi, dünyaya farklı bakmayı “öğreten”, birarada yaşamayı gözeten, dünyada tek siyaset ve tek doğru olmadığını anlatmaya çalışan bir ruhtan söz ediyorum. Peh diyebilirsiniz, hiç öyle değil, liseden farkı yok, nerde yaşıyorsun şu bu… Yanlış olması, eksik olması veya hiç olmaması o ruhun, o esasın olmadığını ve olamayacağını göstermez. 

Bir sınıfa girersiniz, sınıfta Kürt de vardır, Kürt düşmanı da, Alevi de vardır, Alevi nefreti de, Müslüman da vardır, Müslüman olmayan da. Taşralı da vardır, hiç büyük şehirden çıkmamış da. Hep beraber, hukuk, izan, vicdan, demokrasi, özgürlük, otorite, baskı, etik ve çoğulculuk tartışırsınız. Tarih, yanlış yapan sayısız bürokrat ve siyasetçiyle doludur, en çok orada ve o yaşta öğrenirsiniz. Sebepler, kırılmalar, yakınlıklar ve uzaklıklarla ilk kez orada yüzleşirsiniz. 

Hitler nasılgüzelgelmişti Almanlara ... dersiniz mesela… Hayret edersiniz. Şaşırırsınız, irkilirsiniz. Zaman uzar kısalır, hayat büyür küçülür. Bağıranların ne niyetle bağırdıklarını anladığımız yerdir üniversite… Vatan, millet, demokrasi, hürriyet derken nasıl da dayak atıldığına şahit olursunuz… 

Şu hayatta, hemen hiçbir yerde kurulmayan eşitliğin, inanın romantize etmiyorum, kurulabileceği tek yer üniversitedir, imkandır. 

O eşitlik içinde, o öğrenciler isyan ederek olgunlaşırlar, beğenmeyerek eleştirerek… hiç de öyle değil diyerek… farkına vararak, farkında olarak… o zaman dünyaya yaklaşılır, o zaman o öğrencilerin hocaları “genç” kalırlar. 

Yukarıda imkandır dedim, ihtiyaçtır, lazımdır… Aşağıya da yukarıya da bakacaklar, elzemdir, yeter ki baksınlar… 

Hayal kurmadan hikayeniz olmuyor.

Not: Yazıyı bitirince tekrar okudum, iyimser ve "ılımlı" oldu be, o dangoz faşist de seni çok anlardı hissine kapıldım, oysa "ilke" konuşuyorum, haksızlık edilen meselenin hayati önemini hatırlatıyorum. Gerginlik bizi öyle belirliyor ki, ne söylesek eksik kalıyor. 

 

Pazar, Ekim 13, 2024

Ahmet Ayık ve büyük bahşiş

Babam esnaftı, çok çok küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kaldım, okullar her tatil olduğunda, yani her yaz, her cumartesi, her bayramın son günü sabah sekiz akşam yedi mesaisi yapardım. İnsan çocukluğunu, ergenliğini böyle çalışarak geçirince pek mutlu olamıyor,  yaşıtların gezip tozarken sen tekkeyi bekliyorsun çünkü... Çalıştım ettim diye iki satırda yazdım, o kadar kolay değildi yani...  İlkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar...sürdü de sürdü. Okulun açılmasını tatil yapacağım diye günbegün sayardım. Yirmi iki yaşımda artık çalışmayacağım, okuyacağım diye babamla kavgalar ettim de... ancak öyle, on küsur yıl sonra filan sıyırdım. 

Neyse işte, geçmiş zaman, delip de geçiyor, o günleri güzel hatırlamıyorum ama çocuksun, oyun oynayacaksın, moralini sağlam tutacaksın, bir biçimde idare ediyordum... Bazı müşteriler çalışanlara bahşiş verirlerdi. Dayan çocuğum der gibi teşvik edici bir şeydi bana... Ünlü güreş şampiyonu Ahmet Ayık, "dükkana" gelmiş bir şeyler almış, aldıklarını taksiye taşımıştık, Mıstık Abi ile bana, paylaşmamız için çok çok yüksek bir bahşiş vermişti, o kadar şaşırmış ve mutlu olmuştuk ki hoplayıp zıplıyorduk. Ne oldu? Babam, bu paranın çok yüksek olduğunu söyleyip, benim payımı diğer çalışanlara da paylaştırdı. 

Üniversite hazırlıkta Ahmet Ayık'ın kızıyla aynı sınıfta okumuştum, tanışır tanışmaz anlatmıştım ona... "babam yapar öyle şeyler" demişti. 

Biliyorum, komik ama, Ahmet Ayık benim aklımdaki cömert insanlardan biridir, sempatiyle hatırlarım... Her ne olursa olsun, bir hizmet aldıysam yüzde on ekstra ödemeye çalışırım, aklımın bir köşesinde Ahmet Ayık'ın bana verdiği neşe, on yaşımdaki hoplayıp zıplamalarım vardır. 

Cumartesi, Ekim 12, 2024

Çakmak ve kül tablası

Kadın bedenini hemen her şeyin içine katan bir "ticari" akıl var, yeri geliyor erotizm, yeri geliyor "bayağılık" ve "kitsch" diyoruz... üzerimizde bir etkisi oluyor ama onu bir başka şeyle kıyaslayınca vasatlığını fark ediyoruz. 

O akıl, normali de etkilediği için haliyle "eleştirilmeli"... Çünkü eleştirilmediği sürece bir farkındalık yaratamayız, saçma der, "pulp" der, geçer gideriz.

İki tane kitsch örneği paylaşacağım, itiraf ediyorum, bu türden zevzek ürünlere meraklıyım... Kadınlar genellikle güzel, narin, uysal ve itaatkar temsil edilirler, cinsel cazibeye indirgenirler filan... Yukarıdaki işçiliği hoş olan ahşap bir kül tablası, alttaki ise döküm çakmak... İkisi de "erotik" bir niyetle, erkek müşterinin ilgisini çekecek biçimde tasarlanmış... 

İlkine külünüzü çırpıyor, cuaranız biteyazdığında o kadın vücuduna bastırarak ateşini söndürüyorsunuz. Hastalıklı bir şey ve hiç anlaşılır gibi değil...Tek kelimeyle düşmanca duruyor. İkincisinde ise tuşa basınca kadının kasıklarından "ateş çıkıyor", sigaranızı yakıyor, tellendiriyorsunuz. Ateşli kadın tahayyülünden yola çıkılmış olmalı... "Kadın yanıyor" filan derler ya, galiba o hesap... Fallik bir sembol sayılan sigarayı yaktığına göre! Neyle neye gönderme yapıldığını, bilenler bilmeyenlere anlatsın. 

Çocukken, mahalledeki abiler, genç bir kadından şöyle bahsetmişlerdi, işte o kadar yanıyormuş ki, ıslak kot giyiyor, kendini öyle bastırıyormuş. Daha neler, yok artık diyemeyecek kadar küçüktüm, aklımda kaldı.  Asistanken, fakültenin çaycısı, çayın yanında mutlaka soğuk su isteyen bir kadın hoca için, hiç beklemediğim biçimde "dul ya yanıyo, soğuk su olmadan duramıyo" demişti. Bu türden iştahlı saçmalıklar, yukarıdaki ürünler kadar ilgi çekici elbette, ağzı açık ayran delisi misali coşkuyla konuşuyor erkekler... O sebeple ayrıca anlatmaya gerek kalmadan bu ürünlerin mesajını anlıyorlar. 

Yaşadığımız dönemin en büyük ayrımcılığı kadınlara yönelik nefret... Hani arada kadınlarla ilgili bir facia oluyor ve "anormal" olması nedeniyle kahrediyoruz ya... Asıl mesele, normal görünenin altındaki marazi olanı gün yüzüne çıkarabilmekte... Şöyle düşünelim, o kül tablasında çıplak bir kadın yerine Müslüman din adamı olsa, veya bir Yahudi... belki bir Arap, belki transfer olarak takımdan ayrılan bir yıldız futbolcu... Nasıl olurdu, neye kızardık, ne bizi güldürürdü? Abartarak şunu kendimize soralım, ne kadar Nazi olabiliyoruz?

Cuma, Ekim 11, 2024

Boy Fukarası (!)

Eski bir magazin gazetesinde rastladım, neden bilmiyorum, bir garezleri olduğu aşikar, Filiz Akın'ın boyuna takmışlar, dillerine dolamışlar. İşte Filiz Akın, boy fukarasıymış da partneri Tarık Akan olunca filmde "hiyle yapmak zorunda kalınmış" da merdivenler kullanılmış da falan filan...

Halbuki, tersten de bakıp, Tarık Akan'ın fazla uzun olmasını "yazabilirlerdi", yazmamışlar, filmlerde bunlar olabilir, oyuncuların fiziken uyumu mutlaka dikkate alınır, kamera açıları, topuklu ayakkabılar, basamaklar ona göre istiflenir. Hatta bana sorarsanız, aşağı yukarı kendisiyle aynı boylardaymışız, Tarık Akan sinema için fazla uzundu, hikayenin önüne geçecek kadar dikkat çekebiliyordu, ki bu handikap sayılır... Filmler pek öyle "hayat gibi" değildir, fiziki denge ve mesafe ister istemez hesap edilir.  

Neyse, laf uzamasın, niye Filiz Akın'a bu kadar yüklenmişler diye düşünüyor insan, bu tahkir edici, nahoş ifadelere neden gerek duymuşlar, kadın olması mı onlara bu cüreti vermiş, bence öyle...Bana öyle geldi. 

Sosyal medyada insanlar birbiri hakkında pervasızca, belki şaşırtmak belki cesur görünmek için benzer türden aşağılayıcı nitelemelerde bulunuyorlar... Ayıp mayıp desek de şaşırmıyoruz, normalimiz çoktan şaştı. Geçen bir arkadaşım, bu dil nerden çıktı, nerden serpildi filan diye hayret ederek konuşuyordu. Ben de ona magazin gazetecilerinin aynen böyle yukarıdan, yüksek perdeden konuştuğunu,  o dil ve pozla haber yazdıklarını, hiiç de sorgulanmadıklarını anlatmıştım. Ona da gönderdim tabii haberi...

Perşembe, Ekim 10, 2024

Çadır Tiyatrosu

Çadır Tiyatrosu, önce kapağıyla ilgimi çekti, Altan Erbulak çizmiş, albenili olmuş. Necmi Onur, altmışlı yılların gazetecilerinden, tefrika röportajlarıyla tanınıyor, öykü ve roman da yazdı ama doğrusu pek parlak işler değildi. 

Gazeteciler, hayatlarının bir döneminde mutlaka edebiyata kalkışıyorlar, hatta bunu denemeyen çok ama çok az gazeteci varmış gibi geliyor bana. Necmi Onur'un röportajlarıyla edebiyatı pek farklı değildi. Ahlak ve siyaset soslu bağıran bir dili vardı diyelim.

Çadır Tiyatrosu, Necmi Onur'un kılık değiştirerek-kimliğini gizleyerek katıldığı bir kumpanyada yaşadıklarını anlatıyor, o bakımdan ilginç, güzel fotoğraflar var, taşrayı, çadır tiyatrosu çalışanlarını, sazcıları, dans eden kızları, ticareti, geceyi ve sakaleti kanırtarak "resmediyor", tek kelimeyle yürek sızlatıyor diyelim.

Matrak bir bölümü var kitabın, o kumpanya çalışanları, o kenarın görgüsüzleri, kitabın kötü adamları, artık nasılsa, kendini-kimliğini saklayan Necmi Onur'a, gazeteci Necmi Onur'u anlatıp saydırmaya başlıyorlar, şöyle kızıl, böyle kominist, nasıl yalancı falan filan... Necmi Onur yazmasa bunları, nerden nasıl tanıyorlar diye düşünebilir insan... tesadüfe bak diyebilir. Onur bu kadar ünlü değildi de, ünlü olsa ne olacak? Mesele, doğru olup olmaması da değil zaten, Necmi Onur'un buna inanması, kendini tutamaması. Narsizm başa bela, coşturuyor insanı...

2008 yılında Frankfurt'ta benzer bir şey başıma geldi, uçaktan indik, yanımdaki gazeteci yazarı, akrabaları karşıladı, biri dayıoğlu, ikisi yeğenleri, biri kaynının kardeşi gibi gibi diyeyim, biliyorum çünkü, uçaktan inerken, bir sorun oldu yazarımız geç çıktı dışarı, ben bekleşenlerle sohbet etmek durumunda kaldım. Laf uzamasın, ben havaalanından otele geçeceğim, o ise akrabalarının evine gidecek filan... Yazar, yanıma geldi ve "Leventcim, bunlar da benim hayranlar, buraya kadar beni karşılamaya gelmişler, vakit geçireceğim mecburen, biz daha sonra görüşürüz" dedi. Ne bilsin, benim onlarla tanıştığımı, kafada kurmuş, otomatiğe bağlamış, illa poz yapacak, sallayacak...  

Related Posts with Thumbnails