Cuma, Nisan 19, 2024

En İyi Jenerik Ödülü


Bozkır-Kırıkhayıtlar, New York Festivali Tv-Film Ödüllerinde En İyi Jenerik ödülünü aldı. Yarışma öncesinde benden tasarım sürecini anlatan-açıklayan bir metin istemişlerdi. Yazdıklarımı paylaşıyorum. 

Bozkır, Türkiye taşrasında geçen bir polisiye. İsmini seyrek bodur ağaçlardan oluşan, kurakçıl otlarla dolu ekolojik bir bölgeyi niteleyen coğrafi adlandırmadan alıyor. Sosyal hayatın metropollere göre çok daha sınırlı olduğu muhafazakâr küçük bir şehirde geçiyor. Yıllardır seri cinayetler işleyen bir katil ailenin etrafında gelişen bir sezon hikayesine sahip.

Jenerikte gördüğünüz, hikaye akışını ve karakterlerini içine kattığımız gerçek bir duvar halısı… Senaryoyu yazarken halıyı jenerikte ve hikaye akışında görsel olarak kullanmayı hayal etmiştim. Hatta o halı, daha senaryo fikir olarak aklımdayken dahi elimdeydi ve o abartılı pulp estetiği bana ilham vermişti.

Çok değil çeyrek asır önce dahi, Türkiye taşrasında ve metropollerin göçmenlerin yaşadığı kenar mahallelerinde duvar halıları mutlaka kullanılıyordu. Halılardaki desenler hem ruhen bir güzellik unsuruydu, göç edilen ve özlem duyulan toprakları çağrıştırıyordu hem de madden ısıyı-sıcaklığı koruyordu. Duvar halısı, Bozkır hikayesi için bu bakımdan işlevseldi, modernlik ile geleneksel arasında gezinen bir nostaljik unsurdu.  Dizinin gerçeklik vehmini ve sahiciliği artıracaktı.

Bir katil aile anlattığım için duvar halısını onlarla da ilişkilendirmek istiyordum. Seçtiğim halının deseninde meydan okuyucu, pervasız ve saklanmayan kadınlar vardı. Bu pulp ve naif erotizmi, katil ailemize bağladım. Ailenin genç erkekleriyle marazi bir yakınlığı olan hala, yıllar yıllar önce, bu duvar halısının önünde onları tahrik etmek amacıyla sayısız kez dans etmişti. Halaya aşık olan ergenler büyüyüp cinayet işlemeye başladıktan sonra bu halıyı bir sembol ve cinayet fonu olarak başka bir biçime dönüştüreceklerdi.

Jenerikle ilk kez karşılaşan seyirci, duvar halısını Bozkırı imleyen bir hoşluk olarak görecek ve geçecekti ama hikaye ilerledikçe, jeneriği daha farklı okuyabilecek, öne çıkartılan karakterleri ve gelişmeleri tek tek keşfedecekti. Jenerik sadece üreticilerin isimlerin sıralandığı bir bölüm değil, kendi senaryosu ve estetiği olan bir hikaye unsuru olacak, bize güç katacaktı.

Perşembe, Nisan 18, 2024

Boz!

Çizgi: Berat Pekmezci


jaxintaiwan

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Frip-and-Menny-1038235101

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Gobbo-and-Qet-1037889214

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Hitter-now-1037888426

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/Refused-and-alone-1037888838

https://www.deviantart.com/jaxintaiwan/art/The-heart-needs-more-1037889548

Çarşamba, Nisan 17, 2024

Tıpkı

Guy Delisle imzalı Kudüs Günlükleri albümünden bir bant. Beyfendi, evin penceresinden yan taraftaki düğünü seyrediyor ve çeşitli yorumlar yapıyor, kadınların gözükmemesi, dans etmemesi ilgisini çekiyor, bildiği-yaşadığı bir başka çevreye benzetiyor: "Tıpkı çizgi roman festivali gibi" diyor. 

Bilenler için güzel espri, üstelik Delisle'nin bir üretici olarak ne yapmaya çalıştığını da anlatıyor. Çizgi romanlar bir anlatım aracı olarak ömürlerinin neredeyse tamamını erkek çocuklara adadı, harcadı... Sadece onlara yönelikti. Arada tek tük okuyanlar olurdu ama istisnaydı ve kız çocuklarının ilgisini çekecek içerikleri yoktu... 

Yani grafik romanlar sadece edebiyata ve daha derinlikli hikayelere değil kadın okura da "yaklaştılar." Yanlış anlaşılmasın, mesele kadın kahraman olup olmaması değildi, "anne ve sevgili" klişelerinin dışında kadınlar yoktu çizgi romanlarda. Böyle bir sorunu yoktu, aklına dahi gelmiyordu yayıncıların ve editörlerin. Kahramanların duygusal krizleri, yenilgileri, insani zaafiyetleri hiç olmuyordu, her bakımdan muktedirlerdi ve bu durum erkek ergenliğine "iyi" ve "yeterli" geliyordu.

Manganın dünyada yaygınlık kazanmasıyla okur profili gençleşti, cinsiyet dağılımı değişti filan, yoksa çizgi roman, saklamaya lüzum yok, yaşlı ve göbekli erkeklerin nostaljiyle kucaklaştıkları, hatırladıkları ve özledikleri için birbirlerini kutsadıkları bir "vesile" olmuştu. Halen de öyle... yok yok, haksızlık falan etmiyorum.    

Salı, Nisan 16, 2024

İstenmeyen tüyler

Pazar dergisinden iki kapak ayrıntısı. Meraklısı için ilk resim Ajda Pekkan'a, ikincisi Filiz Akın'a ait... Yazının başlığı fikir vermiştir, resimleri birini koltuk altı, diğerini kolundaki istenmeyen tüylerden dolayı, iki ünlü kadını da (kadın bedeni üzerinden hijyen ve estetik modası-algısı pazarlandığı için) güzellik kriterlerinin vitrini oldukları için seçtim. 

Görünen o ki, o yıllarda (60'larda) o tüyler kimseyi rahatsız etmiyormuş, oyunculara, fotoğrafçılara, dergi yöneticilerine ve okurlara normal geliyormuş. E peki ne oldu da bu algı değişti ve hayatımıza istenmeyen tüyler korkusu yerleşti? Ağdacı lobisinin (!) işi olamayacağına göre...

Her dönemin estetik kriterleri haliyle farklı, bir dönem herkese güzel gelen bir saç modeli, bir kıyafet biçimi veya yakışıklı bulunan bir erkek, ikona dönüşen cazibeli kadın... o dönemin ertesinde hatırlanmayabiliyor, "ıyyhh" ölçüsünde beğenilmeyebiliyor. Bunları biliyoruz. 70'li yılların seksi erkeklerinden Burt Reynolds'un göğüs kılları bugünün gençlerine olsa olsa kıkırdama vesilesi olabilir.  

Biraz bugüne bakalım, herkesin fikrini duyurabildiği bir çağdayız, hep yazıyorum, herkes her gün sayfasında-duvarında bir "gazete" çıkarabiliyor...Yazdıklarıyla bir şeyleri taparcasına seviyor, öldürürcesine yeriyor, birini göklere çıkarıp bir başkasını yerin dibine sokabiliyor. Öyle bir "bugünden" söz ediyorum. Ancak aşırılıkların dikkat çekebildiği bir iklimde yaşıyoruz. 

Özellikle instagramda çok güzel, çok cazip, çok fit, çok çekici kadın ve erkekler görüyoruz. Ünlü olmaları da gerekmiyor, ünlülerle rekabet edecek kadar ilgi çekici insanlara rastlıyoruz, tek tek bakınca makyaja, çekime, kıyafetlere, ambiyans ve tasarıma uğraşıldığı-uğraştıkları anlaşılabiliyor. Bu  kadar çok insanın, bu kadar çok mutluluk ve başarı an'ı paylaşması, bu kadar güzel ve çekici görünmesi bana bütün toplumları kötü etkiliyormuş gibi geliyor, ruhen yaralandıklarını düşünüyorum, o güzellikle rekabet edemeyeceklerinin farkındalar çünkü.

Ajda Pekkan ve Filiz Akın'ın güzel, çekici, cazibeli olduklarını biliyoruz, herkesin beğendiği "oyunculardı", peki bugün genç olsalar, yeni yeni ünlenen yıldız namzetleri olarak  o istenmeyen tüylerle nasıl karşılanırlardı. Bence geniş bir çoğunluk tarafından alaya alınır, ancak muhalif bir azınlık tarafından desteklenirlerdi. Estetiğin ticarileştirilmesi özelinde kapitalizm, beden siyaseti üzerinden feminizm ve cinsiyet politikaları tartışılırdı diye tahmin edebiliriz. Meramımı anlatabilmek için bir parça karikatürize ettiğim sanırım anlaşılıyordur. 

Niye saldırılıyor, niye savunuluyor, daha doğrusu neden kavga çıkıyor? Ben işi espriye vurup, çünkü etoburuz, avlanmak ve öldürmek istiyor, öldüremiyoruz (!) diyorum. 

Hep verdiğim bir örnektir, ben asistanken Ülkücüler, saçlarına jöle süren erkek öğrencilere "ibne" muamelesi yapıp yumrukluyor, hiç olmadı silkeliyorlardı, mecazen söylüyorum o sütü bozukları "öldürmek" istiyorlardı, ne oldu, çok değil beş yıl sonra, kendileri de jöle kullanmaya başladılar. Bu ahmakça zamana kapılma meselesi kitle psikolojisinin, haliyle sosyal medyanın temelinde var. 

Öldüremediğimiz için mi bu kadar çok konuşuyoruz derseniz eğer...Doğru-yanlış, çekici-itici, estetik ve gayri estetik gibi tercih ve kararlar çoğunlukla dönemseldir, illa ki kişiseldir ama insanlar kendilerine ve iddialarına itibar katmak adına bunu "zamansız-zamanlar üstü" bir ahlak tartışmasıymış gibi kurar ve sürdürürler. Tartışma dediğimiz şey ise bağlamla ve ana meseleyle değil taraflarla anlaşıldığından hepsi karışıyor aslında...Maksat birilerini "öldürmek", istenen ve istenmeyen tüyler meselesi değil yani...

Pazartesi, Nisan 15, 2024

Son Okuduklarım 90

Mayıs Ayı Notları, Necati Cumalı'nın 1947 yılında çıkmış incecik bir şiir kitabı, hepi topu 32 sayfa... Ankara'da çalıştığı yıllarda yazdığı şiirler olduğu için merak ederek okudum. O tarihte yirmi altı yaşındaymış,  gençliğinin coşkusunu ve zamaneliği hissettirmeyi bilmiş... Garipçilerden yedi sekiz yaş küçük, taklit diyemem ama hısım akraba duruyor. Belki muzip değil. Cumalı, erotizme ve cinsel iştaha hiç uzak kalmadı, o fasıldan bir farklılığı olabilir. Dizelerinden bir odada kaldığını, geceleri yıldızları seyrettiğini, bir flaneur gibi sokaklarda yürüdüğünü, parklarda oturduğunu anlıyoruz, tekrar ediyor çünkü. Denizi, limanları, tarlaları özlüyor, trenleri konuşuyor efkarlanınca... Şehrin kenar mahalleleri, odada misafir edilen yoksulluk kokan kadınları, kestane ağaçlarını filan... Olağanüstü değil şiirleri, ama sakin ve tane tane konuşuyor, hülyalı ve saplantılı şairini düşündürtüyor. Necati Cumalı, Ankara sokaklarında geziniyor... Az Parayla Büyük Sanat Eserleri Satın Alma Rehberi, Erling Kagge'nin (en azından benim için) yeni bir deneme kitabı...Dağ bayır gezen, kutuplara giden seyyahımız meğer sanat koleksiyoncusuymuş. Kitap, isminden anlaşılacağı gibi Kagge'nin deneyimlerini anlatıyor. Satın alırken, toplarken ya da satarken, neler yapılmalı ya da yapılmamalı diyerek tüyolar veriyor. Gazete okuruna anlatır gibi popüler bir dille madde madde sıralıyor bunları. Gerçekten zekice alıntılar yapıyor, dünyanın çeşitli kültürlerinden örnekler verebiliyor. İyi bir okur, iştahlı bir sanatsever olduğu gösteren göndermeler bunlar. Sıraladığı öneriler bazen çok klişe ve hemen akla gelen şeyler gibi geliyor insana ama bizi güzel sürüklüyor. Sevdim kitabı.

Aç Hayaletler, bir genç kızlara yönelik bir çizgi roman. Çizgi romanlar kitapevlerinde satılmaya başladığından beri tüm dünyada olduğu gibi bizde de okur-müşteri profili çeşitlenmeye başladı. Özellikle mangaların popülerliğiyle birlikte geleneksel hikaye kodlarının dışında işler aranmaya, o ihtiyaca yönelik üretimler yapılmaya başladı. Albüm, yeme bozukluğu çeken, kilo almaktan korkarak gizli gizli kusan genç bir kızın hikayesini anlatıyor. Son derece basit bir tahkiyesi var aslında, tedavi ve terapi gerektiren bir hastalığın gelişim sürecini izliyoruz. Annenin baskıcılığını, yemek yiyememe hali, üstüne ilave edilen kırık bir aşk hikayesi şu bu... Ben çocukken terapistlere anlatılan hastalık hikayeleri bile "maceralı" olurdu, serüven klişelerinden girer çıkarlardı. Şimdiki zamanın çizgi romanları diyelim. Partiler Albümü, karikatür ve basın tarihimizle ilgili çok sayıda derleme çalışması olan Hilmi Yücebaş'ın bir kitabı. Söylemesem olmaz, geçmişte bu tür derleme kitaplar kolayca yapılırdı, şimdi telif hakları nedeniyle -astarı yüzünü geçtiğinden pek göze alınamıyor. Yücebaş, dergi ve gazetelerde yayımlanmış karikatürleri biraraya getiren bir arşivci... Nasıl yapıyordu merak ediyorum, karikatüristlere veya onların yayıncılarından izin mi alıyordu acaba? Çünkü kitaplarını tek bir yorum yapmadan, kendinden bir şey katmadan derleyip çıkarmış. Yücebaş bu defa siyasi partilerle ilgili bir derleme yapmış. Kitap, DP döneminde yayımlandığından olmalı, ayrıca bir dikkat göstererek, karikatür ve esprilerde İnönü ve CHP eleştirilerine yoğunlaşılmış. İktidar yanlısı içeriği ilgi çekici. 

Pazar, Nisan 14, 2024

Perviz'in Yanmayan Adası

Celal Nuri İleri'nin Perviz novellası (1916) günümüzün diliyle yakınlarda yeniden yayımlandı. Bu tür kitaplara zaafım olduğundan hemen aldım, okumaya ise ancak fırsat bulabildim. Ne ki, daha ilk satırda takılıp kaldım. 

Eski yazı öğrenirken kitabı okuyabilir miyim diye kurcalamış, dili bana ağır gelmiş, daha kolay bir kitap bulmuş, Reşat Nuri'den bir romanla çalışmıştım. Ama şunu hatırlıyorum, İlk cümlede karşımıza çıkan yer, Yanmayan Ada değildi, Norveç'e bağlı Jan Mayen adasından söz ediliyordu. Hoş, hafızam beni yanıltabiliyor, iddiacı olamıyorum. 

Takıldım işte... Kitabın ilk baskısının bir kopyasını bulamadım ama Mustafa Kurt'un Celal Nuri İleri'nin Romanları (2012) kitabını aldım, yanılmamışım, çevrimyazıda hata yapılmış, yukarıda ve aşağıda ilgili sayfaları paylaştım, Yan Mayn ismi Yanmayan olarak okunmuş, öyle aktarılmış... 


Related Posts with Thumbnails