Cuma, Ocak 17, 2025

Yenilmek

"Ben yenilmeye tahammül edemem, tavla [halı sahada] bile oynasam kazanmaya oynarım" gibi klişe bir cümleyi duyduğunuzdan eminim. Yekten yazayım, ben pek sevmiyorum bu ezberi, çok palavra geliyor... Hele sporcular söyledi mi, ayrıca illet oluyorum... Hayatı galibiyet ve mağlubiyet dualizmine getirmek bizi hastalıklı bir rekabetçiliğe sürüklüyor. 

Spor, hayatın hiç bir yerinde olmayan-kurulamayan eşitliği oyun sahasında "varederek" gerçekleşir, evet kabul ediyorum, ben de spor yaptım, hırslı bir oyuncuydum, tabii ki oyunu kazanırsan eğlencelidir, tabii ki kaybedersen üzülürsün filan ama şunu bilirsin ki rekabet gereği her oyunun skor olarak sadece bir galibi olabilir, çalışmaya devam edersin... 

Oysa hayat, gençlikle gelen gücümüzün ve nefesimizin yettiği bir oyun değildir, hepimiz kapitalizme, otoriteye, hiyerarşiye, disipline, hiç olmadı zamana yeniliriz veya "asla kazanamayacağımız" bir hengamenin içinde yaşadığımızı biliriz... 

Spor ruhundan filan söz etmiyorum, hayvanları beslenmek  için değil itibar (kabilenin takdiri) için öldüren ilk avcılardan da konuşuyor olabilirdim.

Çocuğuyla oyun oynarken bile yenilmeye tahammül edemeyen babaların olduğu bir dünyada yaşıyoruz, görgülü kuşlar gördüğünü işler misali, hastalıklı biçimde nesilden nesile bu ezberi birbirimize aktarıyoruz...

Perşembe, Ocak 16, 2025

Pembe İyimser bir Renktir



Arakçı, metropolde tek başına yaşayan, beyaz yakalı genç bir kadının hayatının birkaç günlük kesitini anlatıyor. Reklam ajansında çalışan Corrina Park’ın kendisiyle, yaptığı işle, yalnızlığı ve geleceğiyle ilgili arayışını okuyoruz. Rutinleşen biçimde işine gidip gelen genç insan tekinin sıkıntılarını ve büyümesini izliyoruz da denebilirdi. Albümde güzel diyaloglar ve sahneler yok değil ama göz alıcılık ve asıl maharet çizgilerde, kareler arası akışkanlıkta. Kore asıllı Kanadalı çizer Michael Cho, bize metropol kalabalığını ve mekânsal sıkışmayı ustalıkla gösteriyor. Corrina’nın bir başınalığı, kendini sakınması, endişeleri, insanlardan kaçma arzusu, geleceği hakkındaki kararsızlığı, bilmezliği bu çizgilerle daha güzel pekiştiriliyor.  Hikâyenin yavaşlığı ve tekrarı, soğuk ve mesafeli bir atmosferle tamamlanıyor.

Nasıl bir hikâye Arakçı? Eskiden sanat dergilerinde küçük hikâye derlerdi, şimdi minimal demeyi tercih ediyoruz. Çizgi roman tarihinde bu tür anlatıların kendine yer bulması hele edebiyatla kıyaslanırsa çok ama çok yenidir. En fazla elli yıl geriye gidebiliriz. Çizgi romanlar süratli, mutlaka bir olağanüstülüğe dayanan tahkiyelerdir. Bu anlayışın dışına çıkmak, anlatıyı yavaşlatmak veya hikâyeyi bilerek tamamlamamak, endüstrinin işleyişi gereği çok da kolay olmadı. Avrupa’da “roman” vurgusu yaparak, edebiyatla yakınlık kurarak takdim edilirdi böylesi çizgili anlatılar. İlk örneklere bakarsak, ayrıksılığı abartarak vurguladıkları görülüyor, bazen balon ya da anlatım kutusu kullanılmadan sunuluyor bazen de tam tersini yaparak metni, söz sanatını çoğaltıyorlardı. Biçim, içeriğin önüne geçiyordu veya. Grafik roman akımı yaygınlaştıkça minimal hikâyeler sayıca arttılar, yeni bir okura hitap eden, editöryal ilgi gören bir tür oldular.

Bizimkisi gibi sert ülkelerde, bağırarak kendini gösteren, abartıyı normalleştiren hikâyeler seviliyor. Çizgi romanı da içine katarak büyük edebiyattan söz ediyorum. Bizim karakterlerimiz olağandışı olaylar dizgesinin içinde öğrenir, olgunlaşır ve değişirler. Yazarlar bize büyük gerçeği ifşa eder, yalanı, riyayı, oyunu, dümeni, alçaklığı gösterir, bunun intikamını alırlar ya da alamayıp bağıra çağıra bir kez daha yenilirler. Sanat ve edebiyat, bizimkisi gibi ülkelerde olup bitenlerle rekabet etmekte zorlanırlar. Muhtemelen bu yüzden “bağırmak” zorundalar, ne söyleseler, ne yazsalar eksik kalacakları bir hayatın içindeler çünkü. Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” hayıflanması, öyle güzel anlatıyor ki içine bulunduğumuz halet-i ruhiyeyi. Arakçı, dikkatinizi çekerim, böyle bir siyaset ve kültür ortamında yayınlanıyor, bizimkisi gibi zorlukları olan bir kültürde üretilmemiş üstelik. Hayli Amerikalı, hayli Batılı, oralar için hayli normal bir sıkıntıyı mesele etmiş. Amerika’da, genel olarak Batı’da, mezuniyet sonrası, gençlik kültürünün ilgisini çeken bir hikâye odağı ve konuşulan bir anksiyetisidir.

Corrina, öğrenciliği sırasında stajyer olarak bir reklam ajansına girmiş, ortalamanın üzerinde bir görgüye ve zekâya sahip olduğu için kadrolu olmuş, kendine hayat kurabilmiş. Sorun şu ki, kolayca dâhil olduğu için kendini ve mesleğini sorgulama gereği duymamış.  İşe gidiyor, günü geçiriyor, bir erkek arkadaşı olsun istiyor, kedisine mamasını veriyor, televizyon izliyor, internette vakit geçiriyor ve uyuyor. Her zaman ihtiyatlı ve mesafeli, kendi koyduğu sınırları aşmıyor. Sonra bir gün, işle ilgili bir toplantıda gereksiz, meseleyi anlamadığını gösteren bir öneride bulunuyor ve her şey olumsuz biçimde tersine dönüyor. Patronu, pozcu ve klişeci sözlerle, reklamcı olmayı isteyip istemediğini soruyor. Mesleğine ve dolayısıyla kendisine hayran, Halil Cibran aforizmalarıyla konuşan reklamcı patron tiplemesi çok başarılı. Corrina, onun sözlerinden çok işsiz kalırsa başına gelecekleri düşünerek endişeleniyor. Kurulu düzeninin bozulacak olmasından dolayı tedirginliği giderek artıyor. Yazar olmak istediğini böylelikle öğreniyoruz. Yazar olmanın sahici ve vazgeçilmez bir tutkusu olup olmadığını ise bilmiyoruz. İş yerindekiler, Candi hariç, bir biçimde yalan söyleyen, kendini korumak için rol keserek “yaşayan”  insanlar. İş dünyasının rekabetçi ortamında insan kalabildiklerini, sanata ilgi duyduklarını, hâlâ hayalperest olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Sakin, entelektüel ve anlamaktan yorulmuş, çok yaşamış birileri gibi davranıyorlar. Corrina, bu dünyaya isyan eden, direnen, muhalefet eden biri sanılmasın. Aksine, onlara benzediği için orada çalışıyor, rekabet edemediği için de dışlanıyor.

Hikâye, iki ayrı hayal kırıklığıyla, Corrina’nın onlarla başederek kendine yeni bir yol açmasıyla sonlanıyor. İyi bir insanla karşılaşıyor, hiç ummadığı anda oyun oynar gibi dergi çaldığı marketin kasiyerine yakalanıyor. O yüzleşme Corrina’ya iyi geliyor, karar vermesini kolaylaştırıyor. Mutlu son da denebilir buna, iyiliğin varlığı da… Hikâye, başladığı tempoda, birkaç günlük seyrin sonunda, genç kadının çalıştığı yerden istifa etmesiyle bitiyor. Arakçı, seyir süratiyle soap operaları, pembe dizileri andırmıyor değil. Çizgi romanda, siyah ve beyazın dışında üçüncü renk olarak pembe kullanıldığını hatırlatayım.

Bizim çizgi roman okurumuz bu tür öykülere alışkın değil, yayınevini sırf bu yüzden takdir etmek gerekiyor. Korkarım, hikâyeyle ilgilenebilecek edebiyat okuru da kitabın özgün adı olan Shoplifter için tercih edilen Arakçı tercümesini çok anlamayacak, pulp evreninin mübalağalı sertliğinin bir parçası sanacak. Belki de bile isteye geleneksel okuru cezbetmek için seçildi, bilemiyorum.  Shoplifter, alışveriş sırasında mağazalardan yapılan küçük hırsızlıklara verilen bir isim. Market hırsızlığı olarak biliniyor. Yaygın bir hırsızlık olduğu için, güvenlik sistemleri buna göre yapılandırılıyor. Çok daha eskiden bu çalma arzusu kleptomani olarak adlandırılırdı veya yakalanan küçük suçlular, bu psikolojik saplantıya sığınırlardı. Shoplifter, kapitalist sistemde sıradan insanların suç ve ceza sınırlarını zorladıkları, suç işleyerek rahatladıkları küçük nişlerden sayılıyor, pek çok suça göre sempatiyle bakılıyor. Corrina, tam da o niş içinde, suçluluk ile tuhaf bir meydan okuyuculuk arasında salınıyor. Kendini iyi ve güçlü hissettiği, hafif suçlu, hafif masum, hafif modern ve okura aşina gelen bir tutku içeriyor yaptıkları. 

Arakçı, farklı bir çizgi romanla karşılaşmak isteyen okur için iyi bir fırsat. Çizgileri, tasarımı, geçişleri, mizansenleri ayrıca çok başarılı. Geniş açıyı kullanma biçimi, birdenbire yakınlaşması ve ardışıklığı son derece etkileyici. Çizgili sanatlarla uğraşan herkesin bu yumuşak üslubu ucundan kıyısından incelemesi gerekiyor.

[Sabit Fikir, Ekim 2016]

Çarşamba, Ocak 15, 2025

Hisar’daki Vampir


“Erhan Doğan, vitesi ikiye düşürdü, tam tünel yokuşunda bire taktı. Evden buraya gelene kadar sinir küpü olmuştu. [Bedrettin] Dalan istediği kadar yol açsın İstanbul trafiği çözülmüyordu. Zaten doğum sancıları çekiyordu genç resimli-romancı… Son olarak Refik Halid Karay’ın bir eserini resimli-romana uyarlamayı denemiş, sonuçtan pek hoşnut olmamıştı. Erhan’ın türü, tarihi macera türüydü. Ama nicedir zamanımızda geçen şöyle hızlı, heyecanlı, çekici, gerilimli, bizde pek alışılmamış bir şeyler anlatmak istiyordu” cümleleriyle başlıyor Hisar’daki Vampir. Suat Yalaz’ın Tercüman gazetesinde 12 Şubat-2 Nisan 1989 tarihleri arasında 50 gün tefrika edilen çizgi romanından söz ediyorum.

Seksenli yıllarda gazetelerimizde bir modaya dönüşen metin ağırlıklı, o günlerin deyişiyle “Kara Murat gibi” çalışmalardan biri Hisar’daki Vampir. Kara Murat’ın gördüğü ilgi kadar, dizinin yazarı olan Rahmi Turan’ın gazetecilik anlayışının yaygınlaşması bu türden yazı ağırlıklı, metnin okunurluğunu kolaylaştırmak için çizilmiş üç ya da dört kare resmi olan anlatıları çoğaltmıştı. Çalışmanın yayınlandığı Tercüman büyük reklamlarla satışını artırmaya çalışırken, o dönemde, içlerinde Suat Yalaz’ın da olduğu tanınmış gazetecileri kadrosuna dahil etmişti.  Yalaz, gazetenin mevcut kadrosundaki Şahap Ayhan ve Ayhan Başoğlu gibi isimler nedeniyle olmalı Karaoğlan türünde tarihi çalışma yapmayarak bir edebiyat uyarlamasına yönelecekti. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi bu uyarlamadan hoşnut kalmamıştı; Hisar’daki Vampir, günümüzde geçen, yaptığı edebiyat uyarlamasına göre daha hareketli ve tarzına uygun bir çalışma olacaktı. Her şeyden önce bir Vampir hikâyesi olması nedeniyle farklılık arzediyordu.

Erhan Doğan adlı bir “resimli-romancının” başından geçenlerin anlatıldığı hikâye gerilimin iyi kurgulanmadığı, “yazdıkça geliştirilmeye çalışılmış” bir çalışma olarak özetlenebilir. Metin ağırlıklı olduğu için anlatım dilinin değiştiği, başlangıçtaki sarkastik-özgüvenli anlatıcının kimi yerlerde unutulduğu, hikâyenin yeknesaklaşıp betimleyici bir dille sürdürüldüğü  söylenebilir. Türkiye’de korku literatürü uzmanı sayılan  Giovanni Scognamillo’nun “Co” adlı bir tipleme olarak hikâyede yer alması Hisar’daki Vampir’in ilginç özelliklerinden. 

Hikâyenin hemen başında Erhan Doğan, yeni çalışması için onun tavsiye ettiği bir sahafa giderek Drakula hakkında kitaplar arıyor. Merak uyandırıcı ilk sözleri de “yüzünde üç günlük sakalla, kitapçıdan çok kudret macunu satan baharatçıya benzeyen” sahaf söylüyor: “Bugün ne oluyor böyle Allahaşkına? Sizden biraz önce güzel bir kız geldi. Alman turist falan zannettim. Baktım Türkçe konuşuyor. ‘Vampirle ilgili ne kadar kitap varsa istiyorum’ dedi. O gitti siz geldiniz. Ne oluyor Allahaşkına!”. Yalaz’ın kendini anlattığı, tip olarak Karaoğlan’ı andıran kahramanı Erhan, doğal olarak bu güzel (ve haliyle esrarengiz) genç kadının arkasından “seyirtiyor”. Kızdan yüz bulamayınca, “Frankeştayn bozması” korumasına bir not yazıp elinde Kont Drakula’nın Hatıra Defteri olduğuna dair yalan söylüyor. Bu bölümlerde Yalaz’ın çok sevdiği türden Türkçe açıklamalı İngilizce diyaloglar okuyoruz. Bu basit-başlangıç düzeyindeki İngilizcenin gazete tarafından yanlış dizilmesi ise ayrı bir hoşluk! (juste the mi mute! vs) . Erhan, eve döndüğünde hatıra defteri palavrası için arkadaşı Co’dan yardım istiyor: “Bu yalana bir kulpu bulsa bulsa, Giovanni bulabilirdi. Boru değil, bütün dünyada vampiromanların en tanınmışıydı. Liste başıydı… Pirincin taşını şimdi o ayıklasındı”.

Erhan, kızın evine gittiğinde Kurukafa adını verdiği bir üçüncü adamla karşılaşıyor. Göz yerine iki karanlık çukuru, dudaksız bıçak yarığını andıran ağzı olan korkutucu bir adam Kurukafa. Ardından hatıra defterinin gerçekten var olduğunu, Kurukafa, Frankeştayn bozması ve güzel genç kızın o defterin eksik bölümlerinin peşinde olduğunu öğreniyoruz. Erhan, kendisinde defter olmadığını söyleyince onu bayıltıp tutsak ediyorlar. Ertesi gün gazetedekiler Erhan’ın resimli romanının gelmediğini görünce meraklanıyorlar, yerine bir şey konmak söz konusu olduğunda Ahmet Bey (Tercüman’ın o dönemki başyazarı Mehmet Barlas kastediliyor olmalı) şöyle diyor: “Erhan’ın yerine kolayca başka bir şey konabilseydi, koca Babıali bunca yıl onun nazını çeker miydi be kızım? Hem Erhan iyi bir profesyoneldir. Gecikince telefon eder. Bunda bir iş var. Bana Çevik Kuvvet Amiri Ali Bey’i bulun!”. 

İşe böylelikle Türk Polisi de karışıyor, hikâyenin bir başka kahramanı olacak Faruk Benice ortaya çıkıyor. Benice, 12 Eylül öncesinde bazı arkadaşları sorgu yapayım derken (işkence yaparak) kantarın topuzunu kaçırınca yukarıya durumu bildirmiş, onlar da “Karaoğlan’lık taslama, yoksa bu azgınlığı bastıramayız” deyip onu siyasi polisten alıp Çevik Kuvvet’e vermişlerdir.

Köşkte tutsak olan Erhan, sabah kahvaltısında genç kızdan hafif tertip dayak yedikten sonra (Bir Suat Yalaz hikâyesi anlatıyoruz) genç kızla erotik ölçülerde yakınlaşacaktır: “Ya vampirse bu karı diye düşündü bir an. Ufak ağzından sadece ön iki dişi görünüyordu. Vampir olsa köpek dişleri ağzından dışarı taşardı (…) Boş versene be dedi içinden. Atın ölümü arpadan olsun. Böyle vampire can kurban”. Kızdan Kurukafanın gerçek adının Herr Werner olduğunu, küçük kız kardeşinin ellerinde rehin olduğu için onlara yardım etmek zorunda kaldığını öğreniyoruz. Dahası var elbet, genç kadın adının Sonya olmakla birlikte, Romanya Türklerinden olan bir aile tarafından yetiştirildiğini, onların kendisine Suna diye hitap ettiklerini söylüyor (!)

Hisardaki Vampir’in İstanbul’la kurulan ilgisi ise şöyle: Kont Dracula, yaşadığı dönemde karşılaştığı güçlükler nedeniyle Osmanlı Sultanı Murad Han’dan yardım isteyerek yanına sığınıyor. Çok sevdiği karısı Amanda’yı da Türk topraklarında kaybediyor, onu İstanbul’da bilinmeyen bir yerde defnediyor. Werner, “Drakula bir vampir olduğuna göre karısını da vampir yapmıştır” diyor,  ona göre Drakula öldü ama karısı hâlâ bir vampir olarak İstanbul’da yaşıyor. Bu karanlık adamların Amanda’nın mezarını neden aradıkları ise merak uyandırıcı bir soru olarak hikâyeyi sürüklüyor. Sonradan Werner’in yüzyıllar önce Drakula’ya hizmet etmiş ailenin soyundan geldiğini, Amanda’yı karşılıksız bir aşkla aradığını anlıyoruz. Tüm bunlar üstün körü anlatılıp geçiyor. Hikâyenin gelişimiyle önce Hayırsız Ada’ya Anemas Zindanı kalıntılarına, oradan Karpatlara daha sonra İsviçre ve Paris’e gidip finalde İstanbul’a yeniden dönülüyor. Amanda’nın cesedinin Drakula’nın hizmetkârlarından olan Annabella ile değiştirildiğini, Hayırsız Ada’daki tabutun bu yüzden boş olduğunu öğreniyoruz. Werner, Amanda’yı Sonya’yı kurban ederek diriltiyor ve birlikte Avrupa’yı dolaşmaya başlıyorlar. Gösterilerine Vampirella adıyla çıkan kadının cinsel cazibesine kapılan erkekleri kurban seçiyorlar, bu arada Türk işçilerine Amanda’yı Ahu Tuğba olarak tanıtmak gibi yollara da başvuruyorlar. 

Tüm kovalamaca ve uluslararası seyahat sırasında Komiser Faruk, bir kurtarıcı olarak ölümün eşiğindeki Erhan’a hep son anda yardım ediyor. Hikâyenin dağınıklılığını Faruk da kurtaramıyor, Yalaz bir karede onun bıyıklarını çizmeyi dahi unutuyor. Finalde o ana kadar herhangi bir duygusal tepkisini görmediğimiz Amanda’nın nedamet getirdiğini, Faruk’a dönüp bozuk bir Rumeli Türkçe’siyle: “Beni affet! Olanlara karşı koymak benim elimde değildi. Ölmeme yardım et! Suçsuzluğumu da herkese anlat!” diyor. Sonsuzluktan usandığını ölmek-huzura kavuşmak istediğini anlatıyor. Aşığı ve hizmetkârı Werner’i sürpriz bir biçimde tehdit ederek şöyle söylüyor: “Beni öldürmeye mecbursun. Yoksa seni polise ihbar edeceğim. Bütün cinayetlerini bir bir anlatacağım. Benim gerçekten nasıl öleceğimi yalnız sen biliyorsun. Bunu yap ve defol git! Ölümü, seninle yaşamaya tercih ederim, iğrenç yaratık!”. 

Yalaz’ın kahramanlarına psikolojik bir derinlik katmak gibi bir derdi olmadığını, bir aksiyon anlatıcısı olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Üstelik hikâyeyi bir biçimde toparlayıp bitirme telaşına kapılabilen bir tefrikacı. Finalde birdenbire hızlanan hikâyenin mantığı (çok mantıklı olmasa da) nedamet getiren Drakula’nın karısına bağlanınca gerisini Türk polisi tamamlıyor ve hasta ruhlu aşığı yakalıyor. Hikâyenin sonunda ölmek isteyen Amanda’yı mezardan çıkarken görüyoruz: “Ölmemişti. Çünkü vampir olayına inanmayan Türk doktorlar onu morgtan alınca, kalbine saplı tahta kazığı çıkarmışlar ve normal bir ölü gibi gömmüşlerdi.” Hisardaki Vampir’in dağınıklığının temel nedeni belki de Yalaz’ın esprisinde dile getirdiği gibi en az Türk doktorları kadar “vampir olayına” inanmamasıyla ilgiliydi.


[2007]

Salı, Ocak 14, 2025

Reaksiyon

Bir süredir görsel arşivimi karıştırıp duruyorum, yirmi yıl önce filan internet üzerinden fotoğraf sitelerine bakmaya-beğendiğim görselleri kaydetmeye başlamış, bu yolla yıllar içinde binlerce "imaj" toplamıştım...

Halen bu huyumu sürdürüyorum, hemen her gün en az yarım saat fotoğraf ve ilüstrasyon bakmaya çalışıyorum. Soran olursa bana ilham verdiğini, bakış açımı tazelediğini ve beni geliştirdiğini filan söylüyorum. Görsellerin şaşırtıcı, ironik, ters köşeli ve "snap ending" olmalarını seviyorum diye laf ebeliği yapıyorum.

Yaşadığımız çağda herhangi bir şeye odaklanmak kolay değil, bakılan şey her ne ise bir kışkırtıcılığı olsun isteniyor, ancak o şekilde dikkat çekeceğine inanılıyor... Yukarıdaki görseli arşivde görünce hoşuma gitti, creation ile reaction, yaratma (tasarım) ile tepkiyi içiçe kullanmışlar.  Biliyorsunuz, her dilde vardır, aynı harflerle farklı sözcükler türeyebiliyor ve o payda (ya da bağlam) zihin açıcı olabiliyor. İngilizce ile başladığımız için bir iki örnek hatırlatayım. Unite ile Untie, listen ile silent, earth ile heart, life ile file gibi...

Creation ile reaction ilşkisine dönersem... Bu mukayese ya da içiçe kullanım, yaratıcılığın bir tepkiye yol açtığını veya bir tepkiyle tetiklenebileceğini anlatıyor öncelikle, birbirinden bağımsız olmadıklarını, aksine birinin bir diğerini tetiklediğini veya etkilediğini gösteriyor...Etki ile tepki gibi gelmesin ama andırdığını kabul ediyorum.

Yaşadığımız çağda herhangi bir sanatçı, gazeteci, sinemacı ya da herhangi bir sosyal medya kullanıcısı reaksiyon almak için "üretiyorum" dese de kim itiraz eder.

Pazartesi, Ocak 13, 2025

Benim Yazarlarım


Buzzati

Salinger

Mailer-Capote

Hemingway

Puzo (ortada)

Steinbeck

Fleming

Güntekin
İnsan okuyorsa pek çok kitabı ve pek çok yazarı seviyor, kanarak okuyanlardanım. Okurken sevdiklerim de oldu, sonradan sevdiğimi farkettiklerim de...Korkarak okuduklarım da oldu... Ben bunu nasıl sevmemişim dediklerim de...

Yukarıdaki adamların bazılarının her kitabını okumadım, mutlu zamanlarıma sakladığım kitaplar var...Bazıları onlardan...

Bazıları da şimdilerde, şu yaşımda, başka zevklerim var, okursam hoşlanmam, aramız bozulur diye bulaşmıyorum. Büyüdüm ya başka şeyler seviyorum ya...Başka yazarlarla onları aldatıyorum ya...

Pazar, Ocak 12, 2025

Hayat her hikayenin şeysidir

Yakın çevrem, uzun uzadıya sohbet ettiğim insanlar, benim ağzımdan şu cümleleri çok duymuşlardır, sahiden çok çok erken yaşlarda çalışmaya başladım, yirmili yaşların başına kadar aylaklık yapabileceğim bir tek günüm, hafta sonum ve bir tek tatil günüm olmadı. Yazları okul açılması için gün sayardım, kurtulayım diye...

Okula gitmek benim için tatil demekti, biraz kendime vakit ayırmak biraz da başka bir çevrede yaşamaktı. Geceleri rüyalarıma girerdi. Okula gideceğim geceyi mutlaka uykusuzluk ölçüsünde yarım yamalak uyuyarak geçirirdim. 

Şimdiki dertlerim, belki oburluğum belki de o günlerdeki "eksikliğimden" kaynaklanmış olabilir diye düşünüyorum... dediğimde bir arkadaşım, o zamanı kullanarak şimdiki hayatını rasyonelleştiriyor olabilir misin dedi. 

Benim anlattığım bir hikaye, arkadaşımın yorumu da başka bir hikaye...bu iki "hikayeyi" anlatarak size başka bir hikaye daha anlatmış oluyorum aslında... Okuyanlar da başka başka yorumlar, kendilerinden yola çıkarak başka hikayeler anlatabilirler. 

Anlattığımız hayatlar, bizim hayatımız değil hatırladıklarımızdan, aklımızda kalanlardan, ilgi çeken yaşanmışlıklardan derlediğimiz ve kurguladığımız hikayelerimiz... Kimse, kimseye hayatını anlatmıyor, hepimiz birbirimize bir hikaye anlatıyoruz... Hayat çok karmaşık, çok etkenli, çok kişili, çok geniş zamanlı, anlatılabilir bir şey de değil. Biz hikayeler anlattığımız için kolay sanıyoruz, hayatımızı anlattığımızı sanıyoruz.

Otuz yıl önce, bir mülakata girmiştim, bir bürokrat bana "e anlat bakalım delikanlı, senin hikayen neymiş" demişti, üsluptan hoşlanmadığım için tedirgin olmuştum konuşurken... Onun hikaye dediği şey, bitirdiğim okullar, anam babam filandı tabii... 

Çok hikaye anlatıyoruz, çok hikaye dinliyor, duyuyor, seyrediyor, okuyoruz...Hepsinden etkileniyor ve hikayelerimizi revize ediyoruz...

Cumartesi, Ocak 11, 2025

Libido başımda duman

Tam neresi belli değil, poz veren üç genç kadının arkasında bir deniz feneri gözüküyor, Fenerbahçe gibi geldi ama iddialı değilim... Kıyafetlere bakılırsa zaman yetmişli yıllar gibi duruyor...  Hanımlardan biri döneminin ünlü dansözlerindenmiş (Işık Nur Yavuz), hoş, ondan da emin olamadım, çünkü fotoğrafın satıcısı sol baştakini Leyla Sayar sanmış, ilgisi yok...

Fotoğrafın benim açımdan ilginçliği şurada, üç kadın çay içiyorlar, daha doğrusu biri içer gibi yapıyor, biri diğerine içiriyor... Ne var bunda değil mi? Sol baştaki gömleğinin düğmelerini açmış, cesur  bir poz vermiş, iç çamaşırı ve daha fazlası görünüyor...

O "anın rahatlığı" ve doğal akışı içinde gerçekleşmiş bir durum olabilir mi bu? Kadının pozu, dönemin cinsiyet normlarına bir meydan okuma sayılabilir, bireysel özgürlüğünü vurgulama amacı taşıyor olabilir, kadının kendi bedenine olan güveninin ve bedenini özgürce sergileme hakkının bir tezahürü olarak okunabilir, yetmişli yıllara özgü bir meydan okuma (kendilerini ifade etme özgürlüğü) olarak görülebilir. 

Ne ki, fotoğrafın konuşulmasını istediklerini, çay içirme vurgusu nedeniyle  bile isteye poz verildiğini düşünüyorum.

Acaba diyorum, bu sebeple mi Leyla Sayar'a benzetilmiş... Sayar'ın bu tür çıkışları olmamış değil, ortada bir talep ve teklif yokken, striptiz yapmak istemiş mesela, bir sinema salonunda özel bir gösteri ayarlanmış, bütün biletler satılmış ve o, son anda sahneye çıkmaktan vazgeçmiş... Haliyle büyük izdiham ve kargaşa çıkmış, bilet sahipleri cam çerçeve indirmiş, büyük zarar ziyan çıkarmışlar... Sayar bunları niye yapmış, niye yapmamış hiç anlaşılamamış demek istiyorum.

Ve evet, fotoğrafa poz verenler, sonuçta genç insanlar, libidoyu hatırda tutmak, hesap etmek gerekiyor. Libido sadece cinselliği değil, yaşam enerjisi, dikkat çekme ve beğenilme arzusunu da kapsar.  Kendini gösterme ve fark edilme ihtiyacının dürtüsel bir yansımasıdır... Kadının kendini doğal haliyle göstermesini bir özgürlük ilanı sayabilir miyiz? O yıllarda böyle bir akım da vardı. Fotoğraftaki kadın, bilinçli ya da bilinçsiz olarak fotoğrafa bakan herkese  "ben buradayım" demek istemiş olamaz mı? Elbette olabilir. 

Çok olabilir dediğim bir yazı oldu, konuşturan fotoğraflardan bir örnek daha...Arzederim.
Related Posts with Thumbnails