Bilmeyenler olabilir; Chuck Palahniuk’un yazdığı, David Fincher’ın
sinemaya uyarladığı, yakın dönemin ve yeraltı edebiyatının en önemli
romanlarından biri olan Dövüş Kulübü’nün devamı, 2015-16 yıllarında grafik
roman biçiminde on bir sayı olarak yayımlanmıştı (Türkçede Ayrıntı Yayınları
tarafından eşzamanlı neşredilen fasiküller, yakınlarda “toplu set” formatında
bir araya getirilerek tekrar dağıtıma girdi). Palahniuk, devam kararını
açıkladığında romanın ve filmin tutkunlarını heyecanlandırmış, nasıl bir hikaye
anlatılacağı fanlar arasında uzun uzadıya tartışılmıştı. Sonra grafik roman
yayımlandı ve tartışmalar tekrar hararetlendi. Kendi adıma, fanların memnun
kalacağını sanmıyordum. Öyle de oldu. Fan olmak, hayal kırıklığı ile tarif
edilemez heyecan arasında salınan psikedelik bir ruh halidir, protesto ile
tapınma arasında gidip gelir. Mest olanlara da rastlarsınız, kahrından ölenlere
de… Palahniuk ne yazsa tartışılacağını biliyor olmalı ki, grafik romanın son
bölümünde hikayeye protestocu okurlarını katıyordu. Evinin önünde toplanan
okurları yazardan yeni bir son yazmasını istiyorlardı.
Palahniuk, konuşmaktan ve konuşulmaktan hoşlanan yazarlardan;
bağırmayı, şaşırtmayı ve meydan okumayı seviyor. Muhalif bir huzursuzluk
taşıması, yerleşik değerlere saldırması, kapitalizmin dayatmalarına
öfkelenmesini yazarlığı kadar kişiliğinin de bir parçası olarak gösteriyor
bize. Punk edebiyatı, hacker edebiyatı, anarşizm, tüketim karşıtlığı, kaos
teorisi gibi birbirleriyle hısım akraba olan siyasi bir muğlaklıktan beslenerek
konuşuyor ve yazıyor. Sıfırlamak, diyor mesela; bildiklerinizi unutun, bize
yanlış şeyler öğretiyorlar! Hızlanalım, bizi yavaşlatıyorlar, yavaşlarsak
düşünemiyoruz. “Acı çekmekten korkalım istiyorlar” diyor, ısrar ediyor.
Haplarla dayanıyoruz, haplara dayanıyoruz. Yumruğu patlatın, klişeleri devirin.
Kendiniz olun, size giydirilenleri çıkartın. Çıplak elle girişin. Bırakın
televizyonun yalanlarını, arabaları, evleri, kıyafetleri ve modayı. Kusursuz
olamazsın, tamamlanamazsın. Tamamlanmaya çalışma. Sahip oldukların, sana sahip
olacak yoksa. Bırak onları. Yumrukla!
Şunu sorabiliriz bu durumda; devam hikayesi, romanın kapitalizm
eleştirisine ters düşmüyor muydu? Medya mantığıyla düşünürsek ters filan
düşmüyordu. Hollywood sayesinde global bir markaya dönüşen, popüler kültüre
muhalefet etmesine rağmen şaşmaz biçimde onun parçası olan kült bir anlatı Dövüş
Kulübü. Bu türden büyük popüler anlatılar, konuşulmaya ihtiyaç duyarlar; bir
devam hikayesi bu bakımdan işlevseldir, biraz hatırlatma, biraz nostalji içeren
turistik bir seyahate dönüşürler. Öyle ya da böyle, yazarına da fanlarına da
iyi gelir bu seyahat. Öte yandan aynı seyahat, kendini tüketmeye yönelik
narsistik bir hamledir de. Üreticiler, iyi hikayeyle, farklı bir ışıltıyla bu
tükenmişlikten kurtulabileceklerine inanırlar. En azından bu iddiayı
taşırlar. Dövüş Kulübü, bu cendereden kurtulabilmiş mi peki?
Benim ilk izlenimim, grafik romanın filme ve romana göre daha aydınlık
olması. İtiraf ediyorum, hikayeden daha karanlık bir atmosfer bekliyordum; hikaye
başka bir yerde başladı, banliyö evlerinin hijyenik genişliği, Palahniuk’un
sakalet dolu kirli mekanlarını hiçbir biçimde andırmıyordu. Hikaye,
anlatıcımızın Marla Singer ile evlendiğini, dokuz yaşında bir çocukları
olduğunu anlatarak başlıyor; evli, çocuklu ve sıkıntılı hallerini resmediyordu.
Tyler, aralarında dolaşıyor, rüya mı gerçek mi bilemediğimiz, “asla uyuyamazsın
asla uyanamazsın” fikriyle gelişen sahneler okuyorduk. Hikayenin çizeri olarak
seçilen Cameron Stewart, ana akım Amerikan çizgi romanın tipik bir temsilcisi
değil. İyi bir illüstratör. Hikaye için ismini ilk duyduğumda Sin Titulo
dijital çizgi romanı nedeniyle iyi bir seçim olacağını düşünmüştüm. Avrupalı
bir tarzı var Stewart’ın; sayfa tasarımı ve devamlılığı farklı kuruyor, karelerde
ferah boşluklar seçiyor, fotoğraf ayrıntısında çizmekle birlikte karakterlerini
bir parça komikleştiriyor. Alex Toth havasında bir çinisi var, bilgisayardan
faydalanarak çalışıyor. Kare planlarında yakınlaşmayı seviyor. Bu noktada,
çizgiyle ilgili bir ayrımı vurgulamam gerek. Sinema ya da televizyonda başarı
kazanmış anlatılardan yapılan uyarlamalarda benzeri bir realistik çizgi ve
tasarım kullanılıyor. Anlaşılan o ki editörler, sinemasal –ve televisüel–
gerçekçiliğin okuru etkilediğine inanarak o aura’yı yakalamaya çalışıyorlar.
İlginç olan Amerikan süper kahraman çizgi romanlarında gördüğümüz patlayan,
taşan, yan yana iki sayfaya yayılan sayfa tasarımlarından bile isteye uzak
durmaları. Dövüş Kulübü 2 için romandan çok filmi akıllarında
tutmuşlar demek daha doğru.
E çalışmanın bütünü nasıl olmuş, Palahniuk grafik romanı kotarabilmiş
mi, derseniz, kurguyu bilen, tempoyu seven, hızlı bir yazardı, bu bakımdan
bence sıkıntı çekmemiş ama genel hikaye için rüyaların ve gerçeklik algısının
birbirine karıştığı büyük bir video klibi andırıyordu demek zorundayım. Bu
kaotik ruh hali Dövüş Kulübü’ne hiç yakışmıyor, diyemem ama kastettiğim,
hikayeyi önemsizleştiren bir aşırılık ve savrulma olması. Hakeza, çiftin bir
çocuklarının olması ve çocuğun kaçırılması, hikayeyi yaşlandıran, ilk bölüme
esir eden bir handikaptı zaten. Anlıyorduk ki çiftimiz düzene teslim olmuş ve
genç kalamamıştı (!). Palahniuk, hikayeden çok Dövüş Kulübü’nü yazan ve o
karakterleri yaratan yazar olarak kendisini öne çıkartmayı tercih etmiş,
karakterine kendini öldürterek “başrolü” istemiş. Derdim yazarı eleştirmek
değil, Dövüş Kulübü gibi genç ve isyankar bir metnin devamı
yazılıyorsa, mesele enikonu ticaridir ve kaçınılmaz olarak müzeye gelenlere(!)
yönelik bir turist kataloğu olma işlevi görür. Derdim, Palahniuk gibi zeki bir
yazarın tüm bunların farkında olarak, kendince bir çözüm bularak yazması.
Derdim popüler bir yazarın tercihini ve ne yapmaya çalıştığını anlamak.
Son sözü, grafik romanla bağlayayım. Dövüş Kulübü’nün devamı neden roman ya da film değil de grafik roman olarak yapıldı gibi bir soru akla gelebilir. Bence bu tercih, grafik romanın ne olduğunu, nerede durduğunu, nasıl bir güce sahip olduğunu gösteriyor. Plahniuk, grafik romanı bir araç ve akım olarak, sinemaya göre daha az ticari bulmuş, edebiyata ve sanata daha yakın ve muhalif saymış. Doğru düşünmüş.
Sabit Fikir, Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder