Edebiyatımızda Beyoğlu, şehveti çağıran, kolay seksi ve zevki imleyen yabancı bir kadını temsil eder. Beyoğlu’nda karşılaşılan havai kızlar, namlı kadınlar ve gece yaşamı, Erkek-Türk’e dramatik bir son hazırlayacaktır: Deyim yerindeyse o meşum kadınlar “frengi saçacak”, her türlü melanete bulaştıracak, sonu aile faciasıyla biten yıkımlara sebep olacaktır. Bu ahlak dışı dünyanın karşıtı müşfik, vefalı ve fedakâr annedir. Konağında sabırla, merhametle hovarda oğlunu bekler. Beyoğlu’nun düzmece dünyasının karşısında Meryemvari bir kutsiyetle geleneğin ruhunu temsil eder anne. Yeşilçam, esefle anlatılan bu gözbağcılığı yıllarca kullanmış, alışkanlıklarının kozasında herhangi bir olağanüstülük katmaya gerek duymadan işlemiştir. Filmlerin esas kızları model olarak o müşfik anneyi izlerler, yaşlandıklarında onları o alışık olduğumuz müşfik anne kozasının içinde görürüz. Mütevazı, kadirşinas ve ehlidil olmuşlardır. Ama hayat, özellikle gece hayatı (ya da evin/rahmin dışı) salkım saçak rezillik doludur ve bütünüyle tekinsizdir. Işığın etrafında dönüp duran pervaneler gibi Erkek-Türk’ün /doğunun / ruhun /erdem’in çevresinde sinsi, riyakar ve çirkef kadınlar toplanmıştır. Karşıtlıklar etrafında düşünüldüğünde tartışılan hep cinselliktir, seks yapan kız kötü yola düşer, “evde helaliyle yapılmayan” seks dehşetengiz bir ahlaksızlıktır vs.. Ancak asıl önemlisi intiharsız, boşanma davasız, gürültüsüz, kavgasız, o sessiz evin seciyeli gururu olan annenin aseksüelliğidir. Anne olmak cinselliği bitirir, annelik atlas minderlerde oturup pencereden ufku seyreden, ekseriyetle en ufak bir tıkırtıya “Oğlum sen misin?” diye seslenerek konuşmalarına başlanan bir “vazifedir”. Anne, kısmi kör olmuştur. Gözü oğlundan başkasını görmez.
Televizyon halkın tek eğlencesi olduğundan beri Yeşilçam’ın tüm kalıpları Beyazcam’a taşındı. Artist yarışmalarının zamana uygun güzelleri ve filinta gençlerinin yerini şarkıcılar, mankenler ve günün konuşulan isimleri aldılar. Tiyatrocular karakter rollerini oynamayı sürdürüyorlar. Senaryolar ise daha incelikle işleniyor Yeşilçam’a göre, ama yine hızlı yazılıyor ve tüketiliyor. Cinselliğin işleniş tarzı ister istemez değişti. Yeşilçam’ın tükenişinden sonra çeyrek asrı geçen zaman dilimi cinselliğin seyirlik bir gösteriye dönüştüğü Doksanlı yıllara denk düşüyordu. Metropol hayatı televizyonu mu etkiledi yoksa televizyon mu hayatı yeniden biçimlendirdi çok açık değil ama cinsellik daha kolay yaşanır ve konuşulur oldu. Doğal olarak tüm hikâyelerin gerçeklik vehmini etkileyen bir cinsellik anlayışı oluştu. Yeşilçam’ın ihtiraslı kötü kadınlarıyla boy ölçüşecek türden arzulu oynamak zorunda artık televizyonun “esas kızları”. Annelerin konumu ise büyük değişiklik geçirmedi aslında. Cinselliğini yaşamayı sürdürenler kentli, üst-orta sınıftan kadınlar. Seksenli yılların Atıf Yılmaz tiplemelerini andırıyorlar, hepsi mutsuz, kırık, sorunlu evlilikleri olan zengin kadınlar (para hâlâ mı mutluluk getirmiyor yoksa?). Televizyonun geliştirdiği bir başka anne tiplemesi daha var ki günün modası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yeşilçam’da izlerini bulmak elbette mümkün, özellikle melodramlarda Aliye Rona’nın canlandırdığı oğluna kız beğenmeyen, muhteris anne tipi verimli bir başlangıç noktası olarak görülebilir. Ancak yine de izlerini önce edebiyatta sonra Attilâ İlhan’ın televizyon için yazdığı bir senaryoda aramak daha doğru olur. Kartallar Yüksek Uçar dizisinde Selda Alkor’un canlandırdığı otoriter, gazaplı ve zorlu Hanımağa tiplemesi bugün konuşulan anne rolünün hafızalarda yer eden öncüsü sayılabilir. Benzer bir rolü Asmalı Konak dizisinde de sürdürmüş olan Alkor’un oyunculuk performansı Hanımağa deyiminin dile yerleşmesinde oldukça etkili olmuştur. Genç yaşta dul kalmış, kavgacı, cüretkâr, meydan okuyucu bir annedir Hanımağa. Etrafındakilerin korkuyla karışık bir hürmet gösterdikleri kudretli bir kadındır. Bu dünya ile bağını koparmış biri değildir, materyalisttir, ne yaptığını bilerek hareket eder, entrika çevrimekten geri durmaz. Batı edebiyatının meşum kadınının yerli bir versiyonudur. Cinselliğini öne çıkartan bir jesti, kadınlığını hatırlatacak bir davranışı istisnadır.
Bugün yayınlanmakta olan Aliye ve Haziran Gecesi dizilerinde de benzer tiplemeler var. Yarışma programlarını televizyonun anlam kalıplarının dışında tutmadan düşünürsek Gelinim Olur Musun? yarışmasının Semranım’ı da aynı paydada yeraldı. Babanın olmadığı koşullarda ortaya çıkan hanımağalığın tipik göstergesi, oğulla kurulan symbiotik ve otoriteye dayalı ilişkidir. Onu kimselerle paylaşamamaktadır, gelinini ya da gelin adaylarını her fırsatta kötülemektedir. Burada bir ayrım yapılabilir: Yetim kız çocuk büyüten annelerin “mama” olarak algılanma riski varken, benzer bir durum babasız erkek çocuk büyüten anneler için geçerli değildir. Onlar ataerkil toplumda oğullarını koruyup kollarken, aynı zamanda oğullarının gölgesi ve himayesi altındadırlar.
Hanımağa otoriterliğinin sınırları kendinden alt sınıftakileri ezmeye, yukarıdakilere gerektiğinde biat etmeye uyarlanmıştır. Hata yaptığını kabullenmeyen, kanun dışı davranabilen, yakınları -özellikle oğlu ya da erkek torunu- dışında herkese karşı kıyıcı olabilen, gerekirse suça azmettiren, hesabını yaparak ödün veren, [G]eleneği ve hiyerarşiyi keyfiyetle kullanan bir televizyon kahramanıdır Hanımağa. Cinsel kimlikleri tüm anne tiplemeleri gibi geriye itilse de, cinsellik kötülüğün bir parçası olarak kurgulandığından, bu anne tiplemelerinin bir kaçının geçmişlerinde yasak bir ilişki yaşadıkları ima edilir. Örneğin Zerda’nın Hanımağası gayrimeşru ilişkisinden olan oğlunu kundaktayken uzak köylerden bir aileye teslim etmiştir. Asmalı Konak’ın Sümbül Anne’si oğullarını el kızlarına kaptırdığını fark ettikten sonra eski aşkıyla hovarda-meşrep bir ilişkiye yelken açar.
Bu kadınlar kimselere layık görmedikleri oğullarının beğendikleri kızları cinsellik esasında anlamlandırırlar. Aliye Rona’nın “O kız sana layık değil” demek isteyen manidar ketumluğu popüler hafızada o kadar yer etmiştir ki, sıradanlaşmıştır demek daha doğru olur. Semranım’ın Yusuf Miroğlu taklidi oğluyla gerçekleştirdiği “Birlikte yaşlanacağız” sözleriyle sonlanan diyalogu, gerçek ile gerçeklik vehmi yaratarak varolan sinema dünyasının iç içe geçişini gösterdiği için ilgi çekiciydi. Yoksa eskiden yazlık sinema çıkışında “Allah böyle kaynana göstermesin” diye dualar edilir, kadın gibi erkeklerin olduğu kadar erkek gibi kadınların da mizahı yapılırdı. Hanımağalığın bu kadar ilgi görmesini Yeşilçam’dan devraldığı masalsı sinsiliğine, modernist pedagojinin feodal yaşama ve ağalık kurumuna yönelik eleştirelliğine (yasak olana gösterilen meraka), geleneği ve anneliği temsil ederek kötülük yapabilmesine (bir klişeyi tersine çevirerek kullanabilmesine) bağlayabiliriz.
[Bu yazı o dönem rağbet gören Semranım gevezeliği nedeniyle istenmişti. O rağbetten kaçmaya çalışmıştım. Yazıyı tekrar okurken ister istemez Semranım’ın oğlunun ölümüyle sonuçlanan trajik olayları hatırladım. Haftalarca tekrarlanan görüntüler yayınlanmış, şehit sayılmış, tabuta sarılan bayrak için soruşturmalar başlamış, Semranım medyadan nefret ettiğini açıklamıştı vs … Televizyon her türlü dönüş hikâyesini sever, cilalayarak ileride –ama çok ileride değil- gelişmeleri anlatacaktır]
[Picus-Panzehir, Ocak 2005]
Televizyon halkın tek eğlencesi olduğundan beri Yeşilçam’ın tüm kalıpları Beyazcam’a taşındı. Artist yarışmalarının zamana uygun güzelleri ve filinta gençlerinin yerini şarkıcılar, mankenler ve günün konuşulan isimleri aldılar. Tiyatrocular karakter rollerini oynamayı sürdürüyorlar. Senaryolar ise daha incelikle işleniyor Yeşilçam’a göre, ama yine hızlı yazılıyor ve tüketiliyor. Cinselliğin işleniş tarzı ister istemez değişti. Yeşilçam’ın tükenişinden sonra çeyrek asrı geçen zaman dilimi cinselliğin seyirlik bir gösteriye dönüştüğü Doksanlı yıllara denk düşüyordu. Metropol hayatı televizyonu mu etkiledi yoksa televizyon mu hayatı yeniden biçimlendirdi çok açık değil ama cinsellik daha kolay yaşanır ve konuşulur oldu. Doğal olarak tüm hikâyelerin gerçeklik vehmini etkileyen bir cinsellik anlayışı oluştu. Yeşilçam’ın ihtiraslı kötü kadınlarıyla boy ölçüşecek türden arzulu oynamak zorunda artık televizyonun “esas kızları”. Annelerin konumu ise büyük değişiklik geçirmedi aslında. Cinselliğini yaşamayı sürdürenler kentli, üst-orta sınıftan kadınlar. Seksenli yılların Atıf Yılmaz tiplemelerini andırıyorlar, hepsi mutsuz, kırık, sorunlu evlilikleri olan zengin kadınlar (para hâlâ mı mutluluk getirmiyor yoksa?). Televizyonun geliştirdiği bir başka anne tiplemesi daha var ki günün modası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yeşilçam’da izlerini bulmak elbette mümkün, özellikle melodramlarda Aliye Rona’nın canlandırdığı oğluna kız beğenmeyen, muhteris anne tipi verimli bir başlangıç noktası olarak görülebilir. Ancak yine de izlerini önce edebiyatta sonra Attilâ İlhan’ın televizyon için yazdığı bir senaryoda aramak daha doğru olur. Kartallar Yüksek Uçar dizisinde Selda Alkor’un canlandırdığı otoriter, gazaplı ve zorlu Hanımağa tiplemesi bugün konuşulan anne rolünün hafızalarda yer eden öncüsü sayılabilir. Benzer bir rolü Asmalı Konak dizisinde de sürdürmüş olan Alkor’un oyunculuk performansı Hanımağa deyiminin dile yerleşmesinde oldukça etkili olmuştur. Genç yaşta dul kalmış, kavgacı, cüretkâr, meydan okuyucu bir annedir Hanımağa. Etrafındakilerin korkuyla karışık bir hürmet gösterdikleri kudretli bir kadındır. Bu dünya ile bağını koparmış biri değildir, materyalisttir, ne yaptığını bilerek hareket eder, entrika çevrimekten geri durmaz. Batı edebiyatının meşum kadınının yerli bir versiyonudur. Cinselliğini öne çıkartan bir jesti, kadınlığını hatırlatacak bir davranışı istisnadır.
Bugün yayınlanmakta olan Aliye ve Haziran Gecesi dizilerinde de benzer tiplemeler var. Yarışma programlarını televizyonun anlam kalıplarının dışında tutmadan düşünürsek Gelinim Olur Musun? yarışmasının Semranım’ı da aynı paydada yeraldı. Babanın olmadığı koşullarda ortaya çıkan hanımağalığın tipik göstergesi, oğulla kurulan symbiotik ve otoriteye dayalı ilişkidir. Onu kimselerle paylaşamamaktadır, gelinini ya da gelin adaylarını her fırsatta kötülemektedir. Burada bir ayrım yapılabilir: Yetim kız çocuk büyüten annelerin “mama” olarak algılanma riski varken, benzer bir durum babasız erkek çocuk büyüten anneler için geçerli değildir. Onlar ataerkil toplumda oğullarını koruyup kollarken, aynı zamanda oğullarının gölgesi ve himayesi altındadırlar.
Hanımağa otoriterliğinin sınırları kendinden alt sınıftakileri ezmeye, yukarıdakilere gerektiğinde biat etmeye uyarlanmıştır. Hata yaptığını kabullenmeyen, kanun dışı davranabilen, yakınları -özellikle oğlu ya da erkek torunu- dışında herkese karşı kıyıcı olabilen, gerekirse suça azmettiren, hesabını yaparak ödün veren, [G]eleneği ve hiyerarşiyi keyfiyetle kullanan bir televizyon kahramanıdır Hanımağa. Cinsel kimlikleri tüm anne tiplemeleri gibi geriye itilse de, cinsellik kötülüğün bir parçası olarak kurgulandığından, bu anne tiplemelerinin bir kaçının geçmişlerinde yasak bir ilişki yaşadıkları ima edilir. Örneğin Zerda’nın Hanımağası gayrimeşru ilişkisinden olan oğlunu kundaktayken uzak köylerden bir aileye teslim etmiştir. Asmalı Konak’ın Sümbül Anne’si oğullarını el kızlarına kaptırdığını fark ettikten sonra eski aşkıyla hovarda-meşrep bir ilişkiye yelken açar.
Bu kadınlar kimselere layık görmedikleri oğullarının beğendikleri kızları cinsellik esasında anlamlandırırlar. Aliye Rona’nın “O kız sana layık değil” demek isteyen manidar ketumluğu popüler hafızada o kadar yer etmiştir ki, sıradanlaşmıştır demek daha doğru olur. Semranım’ın Yusuf Miroğlu taklidi oğluyla gerçekleştirdiği “Birlikte yaşlanacağız” sözleriyle sonlanan diyalogu, gerçek ile gerçeklik vehmi yaratarak varolan sinema dünyasının iç içe geçişini gösterdiği için ilgi çekiciydi. Yoksa eskiden yazlık sinema çıkışında “Allah böyle kaynana göstermesin” diye dualar edilir, kadın gibi erkeklerin olduğu kadar erkek gibi kadınların da mizahı yapılırdı. Hanımağalığın bu kadar ilgi görmesini Yeşilçam’dan devraldığı masalsı sinsiliğine, modernist pedagojinin feodal yaşama ve ağalık kurumuna yönelik eleştirelliğine (yasak olana gösterilen meraka), geleneği ve anneliği temsil ederek kötülük yapabilmesine (bir klişeyi tersine çevirerek kullanabilmesine) bağlayabiliriz.
[Bu yazı o dönem rağbet gören Semranım gevezeliği nedeniyle istenmişti. O rağbetten kaçmaya çalışmıştım. Yazıyı tekrar okurken ister istemez Semranım’ın oğlunun ölümüyle sonuçlanan trajik olayları hatırladım. Haftalarca tekrarlanan görüntüler yayınlanmış, şehit sayılmış, tabuta sarılan bayrak için soruşturmalar başlamış, Semranım medyadan nefret ettiğini açıklamıştı vs … Televizyon her türlü dönüş hikâyesini sever, cilalayarak ileride –ama çok ileride değil- gelişmeleri anlatacaktır]
[Picus-Panzehir, Ocak 2005]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder