![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Jean-Michel
Charlier, frankofon çizgi romanın efsane senaristlerinden biriydi. Roman da güzelim Baskan Yayınları’ndan
çıkmış; Casus
Pilot, Yüzbaşı Volkan’a
esin veren çizgi romanlardan biri
olan Michel Tanguy’un
daha doğrusu Tanguy ile Laverdure
dizisinin bir serüveni. Serinin çizeri, Asteriks’in de çizeri
olan Uderzo’ydu; sonraları
Jijé devralmıştı. Onu da Sipru ve Jerry Spring ile tanıyoruz. Erkek çocuklara yönelik, keyifli
serüvenler üreten
bir ekip anlayacağınız.
Manfred Schmidt ise ünlü bir Alman çizgi romancı, bizde daha çok Zehir Hafiye adıyla yayımlanan ve bolca taklit edilmiş Nick Knatterton dizisinin yaratıcısı. Gezi
Notları, adından da
anlaşılacağı üzere
mizahi bir gezi rehberi ya
da günlüğü. Ayrıntılarını
bilmiyorum ama tahminim, Alman haftalık dergilerinden birinde yayımlanmış yazıların derlemesi olduğu yönünde.
Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, farklı kültürlerle karşılaşan bir Alman’ın kendini ironik biçimde komikleştirdiği bir anlatı bu. Elbette dönemin ruhuna uygun biçimde oryantalist esprilerle örülmüş. Eskiden epey rağbet görürdü bu tür… Zira yurt dışına çıkmak o kadar kolay değildi. Bizde Hikmet Feridun Es, Abdi İpekçi ya da biraz daha yakın tarihten Tarık Minkari’nin yazılarını hatırlatıyor, o havada bir kitap demek istiyorum. Aralarda Schmidt’in kendi çizimleri de var; tatlı işler… Yalnız önemli bir eksik göze çarpıyor: Türkiye ve İstanbul bölümü yok kitapta. Halbuki yazmıştı; hatta o yazı, altmışlı yıllarda gazetelerden birinde haber olarak genişçe yer almıştı, diye hatırlıyorum.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Öfkenin kaynağını kişilere indirgemek kadar kolayı yoktur, kavga teke tek geliştiği için birini karşımıza almak isteriz. Oysa öfkenin algoritmik yükselişi tek tek kişilerle yaşanmadı, herkesi etkileyen ve dönüştüren kolektif bir yayılımla gerçekleşti.
Yemleyeni suçlamak, bizim dışımızdaki insanların kolayca kandırıldığına inanmak, ahlaki bozulmadan söz ederek romantikleştirmek bir tür gevezelik artık. Mesele, yemleyenle yemlenen arasındaki farkı anlamaya çalışmak hiç değil. Çünkü bu fark(lar), çoktan silindi.
Hepimiz sırayla öfkeleniyor, sonra bir başkasını öfkelendiriyoruz. Birbirimizin tepkilerinden geçim sağlıyor, dikkat kazanıyor, varlığımızı doğruluyoruz. Kimi zaman bir cümleyle, kimi zaman bir sessizlikle yapıyoruz bunu…
Sistem tam da bu döngüde nefes alıyor.
Belki de en tuhafı şu: artık kimse bizi yemlemiyor. Biz kendi öfkemizi üretiyor, sonra ona kanıyor ve kapılıyoruz.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Böyle düşünüldüğünde, her şeyin pazarlanarak metaya dönüştüğü bu dünyada “yolculuk” pek de çıkılan bir yol değil artık.
Turist “ölmek” istemez, yolcu ise madden ve ruhen ölümü göze alır. Eksik olduğunu düşündüğü bir şeyi bulmaya, hatta o eksiklikle yüzleşmeye gider. Asıl amacı eski benliğinin küçük bir cenazesini kaldırmaktır.
Gerçek yolculukta “görmek” değil, “karşılaşmak” vardır.
Turizm ise karşılaşmayı ortadan kaldırır. Her şey planlanmış, sürpriz, risk ve rastlantı dışlanmıştır. Oysa biliyoruz ki gerçek yolculuğun anlamı, kaybolma ihtimalindedir. Korku, endişe ve merak vardır ve hepsi aynı seferde yaşanır.
Bu tür romantizasyonları pek sevmem ama gerçek yolculuk, kaybolma ihtimaliydi. Şimdi herkesin konumu belli, yolu haritadan tanımlı, dönüş saati belirli. Haritalar, deneyimin yerini aldı fotoğraflar da hatıranın. İnsan artık gidemediği yerleri gezmekle yetiniyor. Kaybolamıyoruz. Ve kaybolamadığımız için artık değişemiyoruz.
Belki de bu yüzden, her yolculuk giderek turizme, her arayış giderek gösteriye dönüşüyor.
Yolda olmanın büyüsü planlı olmakta değil, belirsizlikteydi. Bizse artık yola çıkmıyor, yalnızca bir sosyal medya fotoğrafına poz veriyoruz.
![]() |
Çocukluğumdan bu yana bir huyum var: bir yere gitmeden önce kimseyle küs kalmamaya güzel vedalaşmaya çalışırım. Bilinçaltımda, “ölür kalırsam helalleşmiş olayım” duygusu yer etmiş olmalı. İnsanın yolculukları bir tür ölüm provası gibi kodladığı aşikar. Düşünün, hac’dan dönenlerin “yeniden doğmuş” sayılması da bundan. Birini öldürüyor, diğerini doğuruyor... Pratikte ne olduğunun önemi yok, niyetten bahsediyorum.
J.G.Ballard bir söyleşisinde, bilim kurguyla ilgisinin gezegenlerle ya da roketlerle değil, yolculuklarla ve insanın kendini arayışıyla ilgili olduğunu söyler. Çok severim bu yorumu. Çünkü aslında her dış yolculuk bir iç yolculuğun metaforudur. Sokrates’ten Bektaşiliğe kadar yinelenen o kadim öğüt “kendini bil” içe yapılan bir seferi anlatır. Dışarıya giderek içeriye ulaşmaya çalışırız.
Yola çıkmak, yaşadığımız konforu terk etmektir. Bilinenin güvenli alanından belirsizliğe adım atmaktır. Rasyonellikten, planlı olmaktan kopmak cesaret ister. Belirsizlik, bir arayış biçimidir ve bir yere varmanın garantisi yoktur. Nietzsche “yoldayız, hedef yok” derken, anlamın varışta değil, yürüyüşün kendisinde olduğunu ima eder. Yolculuk bu yüzden etik bir arayış ve bir tür sanat biçimidir: varlığın kendi hikâyesini kurgulama çabasıdır.
“İnsan neden yola çıkar?” diye sorun kendinize. Bu aslında “insan neden yerinde duramaz?” anlamına da gelir. Bana “neden her gün yürüyorsun?” diye sorduklarında “sağlık için” dersem eğer konu kapanıyor, son derece makul ve herkesin aklına yatan bir argüman çünkü, burayı gülerek yazıyorum, hiçbirimiz ölmek istemiyoruz… İnsanı yürüten de yola çıkartan da aslına bakarsanız aynı şey, tek kelimeyle “eksiklik”… Ne yaşarsanız yaşayın, bir noktada dünya size dar geliyor. Durduğunuz yeri tanımlayamadığınız bir an geliyor ve o anda yola çıkıyorsunuz.
Gençken bu tür arayışları fazlasıyla edebi bulur, pek de ciddiye almazdım. Ama “o şehir arkandan gelir” derler ya, aslında nereye giderseniz gidin, ne derdiniz varsa onları da yanınızda taşırsınız anlamına gelen bir deyiştir. Mecazen evinde huzuru olmayan, o huzuru hiçbir yerde bulamaz diye açıklanır. Doğru olup olması da önemli değil çünkü biliyorsunuz, kimse durmuyor, kimse kalmıyor, illa “yola çıkıyor”. Çünkü insanın doğasında tatminsizlik kadar arayış da vardır.
Belki de yolculuk dediğimiz şey, hiçbir yere varmadan değişmeyi öğrenme biçimidir.
![]() |
![]() |
Malumunuz bütün ucuz roman yazarları, büyük laflar etmeyi, siyasi kestirimlerde bulunmayı severler. Yukarıda alıntıladığım bölüm, Helga'nın Almanya-Almanlar analizini içeriyor. Türkler daha mert ve insancıl, terbiyeli filanken Almanlar "bitmişler", kozmopolit ve gayri milliler şu bu...
Bu fasarya, ben kendim bildim bileli sürüyor... ve sürecek de...
Kahve köşelerinden cuma hutbelerine, televizyon yorumcularından siyasi nutuklara varıncaya kadar insanlar "Batı bitmiş" "bizi kıskanıyorlar" filan diyebiliyor. Buna inanıyorlar mı, inanmış gibi mi yapıyorlar tam bilemeyeceğiz, hepimiz bir yorum yapıyoruz.
Gelgör ki "kendimiz söylüyor, kendimiz dinliyoruz" ve bunun farkındayız, farkında olmaksa bizi içten içe rahatsız ediyor, halbuki bir yabancı söylese "bayılacağız", en çok da Helga söylese, itiraf etse "eriyeceğiz."
Helga boşuna konuşturulmamış yani, Helga sadece bir arzu nesnesi değil siyasi ve ütopik bir rüya...
[üstelik çok içli konuşuyor...]
![]() |
Bu tür kişisel kararlar alırken insan kendi yalnızlığını icat ediyor sanıyordum. Meğerse global sosyal medyada bunun adı da varmış: lock-in.
İnsanlar bir süreliğine kendini “dışarıya, dünyaya” kapatıyor; eğlenmeden, flörtleşmeden, sosyal etkileşime girmeden sadece kendine yatırım yaparak (spor yaparak, dil öğrenerek, okuyarak, çalışarak) bir dönem geçiriyor. Buna “lock-in”, yani “kilit” deniyor. Üstelik bu tecrit hâli genellikle doksan gün süren bir kişisel protokole dönüşmüş durumda.
Sizin anlayacağınız, yalnızlık, üretkenlik ve kimlik krizi arasında savrulan insanlar kendi kendilerine bir duygusal sözleşme yapıyorlar.
Gelgelelim, o kadar yaygınlaşmış ki, bir TikTok trendine dönüşmüş: “Kapanıyorum, öğreniyorum, on sekizinci gün” gibi videolar çekip günbegün yaşadıklarını performans olarak sunuyorlar. Yani “No social life for 90 days” mottosuyla oynanan bir kişisel reality show ver ortada.
Dağılan benliğin yeniden derlenme çabasından çok farklı değil, ama şimdiki zamanda yalnızlık bile artık paylaşılabilir bir tecrübe. Sessizliğini bile performe etmek zorundasın.
Bir yandan “hiç kimseyle konuşmak istemiyorum” diyorsun, diğer yandan “bu halimi paylaşmadan da duramıyorum”. Kapitalizm her defasında olduğu gibi devreye giriyor ve verimli inzivayı bir başarı göstergesi olarak pazarlıyor.
Zamanını yönet, bedenini şekillendir, zihnini güçlendir, markanı (yani ismini) parlat… Kapitalizm her anı anlamlandırmaya, her boşluğu doldurmaya çağırıyor bizi.
Kendimizi geliştirmekten çok algoritmaya uyum sağlamaya çalışıyoruz; çalışmayı kutsallaştıran, kendini optimize etmeyi ahlaki bir erdem gibi sunan, “kapanmayı” bile üretkenliğe bağlayan bir çağ bu.
Lock-in, bir inzivadan çok kapitalizmin sistem içi optimizasyonu gibi duruyor.
Sonra şunu düşündüm: Benim yaptığım spor ve yürüyüş artırımı kararı buna benziyor mu? İtiraf edeyim kısmen evet demek zorundayım. Yürüyorsun, spor yapıyorsun, sosyal medyaya az bakıyorsun, ee kime ne bundan? Niye paylaşıyorsun yahu, diyerek kendimi ayıpladım Mıstık abi.
Sosyal medya çağında her birimiz bir kontrol yanılsaması yaşıyoruz. Ben de farklı değilim. Her birimiz dünyayı kapatmaktan söz ediyor, kendimizi duy(ur)mak istiyoruz.
Lock-in trendindeki gibi keşiş olmaya çalışırken içerik üreticisine dönüşüyoruz. Modern yalnızlığın trajikomik hâllerinden biri daha.
![]() |
![]() |
Duymuş olabilirsiniz, karikatürcüler, bu erotik karikatürleri pek itibarlı görmedikleri için “fantezi karikatür” diye niteleyerek, eskilerin deyişiyle saygın gördükleri işlerinden tefrik etmek istemişler. Erotik karikatür çizmeyen sanıyorum çok az karikatüristimiz var. Çünkü bu işler, sadece popüler bir beğeniye değil, doğrudan geçim kaynağına denk düşüyordu.
Akbaba, en uzun ömürlü mizah dergisi olması hasebiyle alanın ilk akla gelen mecrası. Mizah dergileriyle ilgili ilk akıl yürütmelerimi yaparken derginin sahibi Yusuf Ziya Ortaç’ın sansürü nasıl aştığını, siyasi iktidarlarla kurduğu yakınlığın bunda rol oynayıp oynamadığını merak ederdim. Zamanla anladım ki, mesele yalnızca politik manevra değildi; tüm dünyada mizah dergileri erotizmin dolaşım alanı haline gelmişti.
Yasaklar ve ahlak rejimleri karşısında mizah, erotizme meşru bir alan açmıştı. Doğrudan erotik içerik yasakken, mizah sayesinde “gülünebilir arzu” kamusal alanda dolaşıma girebilmişti. Playboy gibi erkek dergilerinin tamamı, karikatür ve espriyi erotizmin bir formu haline getirerek bu meşruiyeti kurumsallaştırdılar. Mizah, “tehlikesiz” bir erotizm biçimi yarattı: gerçeklikten arındırılmış, denetlenebilir, komikleştirilmiş bir arzu… herkes için güvenli bir alana dönüştü.
![]() |
Uzun meseleler bunlar. Ama geçtiğimiz günlerde yapay zekâyla mizah dergisi kapaklarını yeniden yorumlarken bu tarihsel katmanlar bir kere daha aklıma geldi. Paylaştığım iki karikatür, yetmişli yılların Fırt dergisinden. Özellikle foto-realistik bir tonda yorumlattım. Siz de bakınca fark edeceksiniz: Yeşilçam’ın erotik komedilerinde gördüğümüz espri tonu ve aura, Simavilerin gazetelerinden ya da Gırgır’dan bağımsız değil. Erotik karikatürlerin, o filmlerin görsel ve duygusal repertuvarını çoktan hazırladığını anlıyorsunuz.
Özel teşekkür: Balonları Elif Kut yazdı, eksik olmasın…
![]() |