Cuma, Ekim 31, 2025

Mutsuzluk enerjisi (1)

Bir arkadaşım, Necati Cumalı’nın güncelerinde rastlamış bir bölüme; Cahit Sıtkı’nın söylediği bir cümleyi paylaşmış benimle:

Yetenek barınamadığı yerden alır koparır götürür sahibini. Çevremizde gördüklerin, başka bir iş yapabilecek yetenekleri olmadığı için bulundukları yerden kopamıyorlar.”

Okurken aklına ben gelmişim- akademiden editörlüğe, oradan senaristliğe geçtiğim için. Benzetmiş, yakıştırmış. Elbette bir iltifat. Teşekkür ettim ama içimde bir yer, bu söze takılı kaldı. Çünkü yetenek ya da sanatçılık, bizde kolay kabul gören şeyler değil.

Biraz nebi, biraz evliya muamelesiyle bakıldığından mıdır nedir, “sanatçı mıymış o yaa, o mu yetenekliymiş, ya bırak Allah aşkına!” türünden hörele höreleler eksik olmaz. Bunca yıldır kime sanatçı deniyor, doğrusu tam anlamış değilim. İnsanlar çağdaşlarından hoşlanmadıkları için galiba “sanatçı” sıfatını genellikle ölüler için kullanıyorlar.

El hak, ortalamanın üzerinde bir saygı görüyorum ama şu da gerçek: Akademideyken üretici olamayacağım düşünülürdü- memuriyet, hiyerarşi, kabızlık, bik bik.

Yayınevindeyken, yazamadığım için editörlük yaptığım söylenirdi.

Şimdi senaristim; genel kabule göre “zanaatkâr”, hatta ucuz işler yapan ama buna rağmen haksız yere çok para kazananlardanım.

Üzüldüğümü sanmayın. Ne yaparsanız yapın, bu tür adlandırmalar sizin dışınızda gelişiyor. Ben vardığım yerden memnunum. İşimi seviyorum, galiba o yüzden de tınmıyorum.

Yetenek sahiden muamma. Nasıl ölçülür? Akademik kriterlerle mi, piyasa ölçüleriyle mi? Editörler, jüri üyeleri, yayıncılar mı karar verir? Amerikalılar, bir işte en az beş bin saat geçirip ondan düzenli gelir elde edenleri “yetenekli” sayıyorlarmış. E o da bir kriter. Ama bana kalırsa, yetenekle tutku sık sık karıştırılır. Tutku motive eder, ama çok çalışmadan kimse rekabet edemez.

Cahit Sıtkı, “kopmaktan” söz etmiş; yetenek insanı alır götürür, kalanlar ise gidemedikleri için orada kalır, demiş. Tam böyle mi söylemiş, yoksa Necati Cumalı o cümleyi biraz edebileştirmiş mi, bilemiyoruz. Ne ki o sözde bir narsistik gölge var: “gidemeyenler” ve “cesareti olan ben.”

Yani yetenek, burada bir tür kahramanlık madalyası gibi parlatılmış.

Ben o cümleyi başka yerinden okudum. Üniversiteden istifa ettikten sonra Barış (Bıçakçı) beni ziyarete gelmişti. Öyle sıkı fıkı değildik, ama merak etmişti: Herkes garanti bir işe kapağı atmaya çalışırken, ben neden ayrılmıştım?

“Mutsuzdum,” dedim. “Çok mutsuzdum. Başka bir şeye, olmak istemediğim birine dönüşüyordum.”

Ve o anda anladım: Cahit Sıtkı’yı bir yerden koparan şey yeteneği değil, mutsuzluğuydu. Belki de “kopuş”u mümkün kılan, yeteneğin değil, yeteneği boğan o derin huzursuzluktu. Sıtkı sıyrılmak deriz ya - işte o, güçlü bir mutsuzluk enerjisidir. O da koparır, o da sürükler.

Yetenek değil, insanın kendine ihanet etmeme arzusu.

Perşembe, Ekim 30, 2025

Karnaval mevsiminden kültürel şeyler

Kapaktaki espriyi belirleyen başlık şöyle: “Karnaval Mevsimi Geldi

Bugün “karnaval” denince aklımıza Brezilya, samba, renkli maskeler gelir. Ama demek ki 1930’ların Akbaba okuru bu kavramı biliyor, anlıyordu. “Karnaval” sözcüğü, o yılların İstanbul’unda bilinen, belirli bir kültürel çevreye ait bir referanstı. Bu da Akbaba’nın büyük ölçüde İstanbullu gayrimüslim bir okur çevresine de seslendiğini gösteriyor.

Karnavalın anlamını bilen, ritüelini yaşayan, sembollerini çözen kesim çoğunlukla Rum, Ermeni ya da Yahudi topluluklardı. Bu gruplar, Cumhuriyet’in erken döneminde toplumsal konumlarını kültürel sermayeyle koruyorlardı: iyi eğitim, dil bilmek, kentli yaşam tarzı… Dergi ve kitap okurluğu da bu kimliğin doğal uzantısıydı. Dolayısıyla bu karikatür, hem o okurla ortak bir referansa yaslanıyor hem de “karnaval”ın simgelediği geçici maskelenme halini mizahın içine taşıyordu.

Karikatürde iki kadın karşı karşıya getirilmiş: biri modern, süslü, gösterişli; diğeri geleneksel, yoksul ve örtülü. Altında şu cümle yer alıyor:

Karnaval mevsimi geldi: İkisi birden - A, maskaralar çıkmış!”

İki karakter, aynı anda birbirine bakıp aynı lafı ediyor. Her biri, diğerini bir “maskara” olarak görüyor, küçümsüyor. Karikatürün çizeri Ramiz, klasik bir toplumsal zıtlık kurmuş: modern-geleneksel, genç-yaşlı, şehirli-kırsal…

Ama asıl espri, bu zıtlığın iki tarafının da aynı aşağılayıcı cümleyi kurmasında. Hiciv, yalnızca birine değil - ikisine birden işliyor. O yıllarda (ve aslında sonraki elli yılda da) şu kalıpları tekrarlamaktan büyük bir haz duyduk: ne tam doğuluyuz, ne batılı”, ne tam modern, ne de geleneksel” veya ne tam buradayız, ne de oradan

Bu ikilikleri sakız gibi çiğnemek, kendimizle alay etmek, memleketin psikolojisini bu arada kalmışlıkla açıklamak kültürel bir alışkanlığa dönüştü.

Şunu tam olarak bilemiyoruz: Ramiz gerçekten iki tarafı da mı tiye alıyor, yoksa bir tarafın ötekine öfkesini gösterip o öfkenin klişesini mi sergiliyor?

Sanki kesin bir taraf tutma yok gibi.

İyimser bir yorumla, “Biz birbirimize bakarken her seferinde öteki’ni maskara ilan etmeye hazırız,” demek istemiş diyebilirim.

Ama Ramiz’in genel çizgi üslubuna bakıldığında, tam anlamıyla tarafsız olduğunu söylemek zor.

Espri tarzı, ele aldığı figürler ve özellikle “beğenmediği tipleri” karikatürize etme biçimini düşününce, çok erkek ve çok Türk bakıyordu bence karikatüre…
,
Peki o yılların erkek okurları bu karikatüre nasıl bakıyordu?

Kadın bedeni üzerinden yapılan bu espri, onların gözünde bir modernlik göstergesi miydi, yoksa bir ahlaki endişenin malzemesi mi?

Belki de o dönem erkekleri için bu karikatür, bir “kadınlık” tartışmasından çok, modernleşmenin karikatürleşmiş haliydi.

Son kertede Ramiz’in karikatürü, erken Cumhuriyet dönemi mizahında sıkça rastlanan bir görsel retoriği yeniden üretiyor: kadın bedeni hem modernliğin vitrini hem de toplumsal denetimin alanıdır. “Maskaralar çıkmış” esprisi, yalnızca iki kadının birbirine yönelttiği bir küçümseme değil, aynı zamanda erkek izleyicinin bakışında cisimleşen bir ortak yargıdır. 

Bu nedenle karikatür, modernleşme sürecinin hem cinsiyetlendirilmiş hem de ideolojik bir temsili olarak okunabilir. Ramiz’in çizgisi, mizahın tarafsız olmadığını; her esprinin bir iktidar biçimi olarak işlediğini gösteriyor demek istiyorum.

Çarşamba, Ekim 29, 2025

Kıpır kıpır

Altı aydır uğraştığım, HBO için yazdığım, Gülsev (Karagöz) ile mesai yaptığım senaryo pazar gecesi bitti... Bu işlerde bitti demek hep yanlıştır, beklentiler değişir, revizyonlar, ikmaller yayına kadar sürer gider ama "kaba inşaat bitti" diyelim. En azından bir süre "avare" dolanacağım, içimde iyimser bir kıpır kıpırla ne yapıyorsam daha mutlu yapacağım. Neler neler... 
 

Salı, Ekim 28, 2025

Yolcu


Vay!!


Şaşırma nidası, ünlemidir. O kadar çok deyime, bedduaya dâhil olmuştur ki Türkçenin en çok kullanılan sözcüklerinden biridir. Beddua ederken “vaya batasın” denir, üzüntüye boğulasın anlamında veya acısını göresin anlamında “vayına oturasın” da kullanılır. Kasım başıyla ocak sonu arasındaki ekime elverişli toprağa “vay vay toprağı” denir. Ekimden hemen sonra olan soğuğa “vay vay donu” denir. Argoda fercin üzerindeki ince tüylere “vay vay tüyü” adı verilir. İnsanın başına gelen işlerin güçlüğü ve külfeti karşısında “vay bana vaylar bana” deyişi kullanılır.

Pazartesi, Ekim 27, 2025

Ayrışma


Dost dergisi, Aziz Nesin 53 yaşına bastığında (1969) “53 Yaş 53 Kitap” başlığı altında birkaç sayıya yayılan kapsamlı bir dosya hazırlıyor. Dönemin yazar ve entelektüellerine Nesin hakkında çeşitli sorular yöneltilir. “Aziz Nesin İçin Ne Diyorlar?” başlığı altında İlhan Berk’in cevabı da yayımlanır - ki o yanıt, kendine has iğneli üslubuyla, tipik bir İlhan Berk cevabıdır.

Berk’in başka bir yerde verdiği yanıtı daha da matrak bulup paylaşmıştım; adam zaten huysuzluğuyla meşhur, cevap vermemeyi seçebilirdi ama belli ki isteyerek veriyor ve muhtemelen o cevabın dergide nasıl çıktığını da merakla takip ediyor.

Herkesin Nesin’i beğenmesi gerekmiyor elbette. Orhan Kemal mizah anlayışlarının farklılığından söz eder, Çetin Altan eleştirir… Berk de bu çizgide düşünülebilir belki. Ama mesele yalnızca estetik ya da üslup farkı değil. İlhan Berk ile Aziz Nesin siyaseten de farklı yörüngelerde duruyorlardı.

Nesin’in hayatı boyunca kısa süreli de olsa üye olduğu tek parti, Esat Adil’in liderliğini yaptığı, 1946 seçimlerine katılan Türkiye Sosyalist Partisi’ydi (TSP). Ve o partinin, o dönemde Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile sert bir rekabeti vardı. İlhan Berk ise Dikmen dergisi çevresinden gelen, TKP’li ya da açık bir TKP sempatizanıydı. Nesin, pek çok söyleşisinde yazarlığının ve entelektüel kimliğinin TKP çevrelerinde görmezden gelinmesinden yakınır.

Dolayısıyla Berk ile Nesin arasında, hatta Nesin ile bazı TKP sempatizanı yazarlar arasında, yalnızca edebî değil, ideolojik bir mesafe ve itişme vardır. Bu mesafeyi bugün dahi tek tek izleyebilmek mümkün.

Evet, biraz spekülasyon yapıyorum - arada yapıyorum, hiç yapmıyor değilim. Arz ederim.

Pazar, Ekim 26, 2025

Yazamaz! (Gölge’nin Gölgesinde Aziz Nesin)

1957 yılında Gölge adında bir mizah dergisi çıkıyor. Dönemin çok satan dergisi Akbaba’yı açıkça taklit eden bir yayın diyebiliriz. Uzun ömürlü değil, 1958’de kapanıyor. Turgut Atasoy ve sonradan Galip Erdem çıkarmış… Kapakları epey bir süre Bedri Koraman çiziyor. Sayıların neredeyse üçte birinde erotik nitelikli karikatürler kullanılmış. Sonraları Niyazi Yoltaş, Osman Filiz gibi isimler de devreye giriyor.

Gölge için Akbaba taklidi dedim ama şu notu düşmek gerekir: Taklitçiler çoğu zaman taklit ettiklerini eleştirmeye de girişirler. Gölge’nin çeşitli sayılarında Akbaba’ya sataşıldığı görülüyor. Bilemiyorum, belki sorsalar Akbaba da bir Fransız dergisinin taklidiydi diyecekler. Gölge, fikren ne CHP ne de DP'liyiz demiş ama sonradan o iddiası da berhava oluyor. 

Yazıyı Gölge'yi anlatmak için yazmadım, bir sayısında Aziz Nesin'i saldırmışlar (eleştirmişler diyemiyorum), bana kalırsa nefret suçu içeren şeyler yazmışlar, o sebeple yazıyorum.

Kimi okurlar “Aziz Nesin’den niye yazı almıyorsunuz?” diye sormuşlar - sahiden sormuşlar mı belirsiz. Nesin, Gölge’ye yazmak ister miydi, o da meçhul. Ama dergi bu “soruyu” fırsat bilip nefretini açıklamak için vesile etmiş. Tadını çıkararak şöyle yazmışlar:


"Akbaba'ya yazar, Dolmuş'a yazar, Yeni Gazete'ye yazar, Eski Mecmua'ya yazar. Fakat çok meşhur Aziz Nesin Efendi ne yaparsa yapsın Gölge'ye yazamaz. Para istese günahımızı bile vermeyiz. Bedava yazsa kabul etmeyiz. Üste para verse, yine faydasız"

Sonrasında maddeler halinde “Nesin neden komünisttir” diye bir listelemeye girişiyorlar: 1950’de Yeni Başdan’ı çıkarmış, Marko Paşa’da çalışmış, Merhum Paşa, Malum Paşa onun eserleriymiş, komünist olduğu için Bursa’ya sürülmüş, hapse girmiş, Sayın Menderes meclis kürsüsünde ismini verip “komünist” olduğunu söylemiş… vs.

Bir başka pasajda Sabahattin Ali’ye uzanıyor nefret:

“Yaşadığı müddetçe hep Kremlin ağzı ile - yani sahibinin sesi ile - ürüyen ve nihayet bir hayır sahibi tarafından çok özlediği affedersinizlerin cennetine yollanan Sabahattin Ali’nin Marko Paşa’sını hatırlarsınız. İşte Aziz Nesin bu Marko Paşa’nın tesadüfen en gözde elemanı idi.”

Üsluplarıyla tam bir antikomünist sağcı yayın oldukları ortada. Her bakımdan tatsızlar... Tabii ki dönem havasını anlıyorum ama katılamıyorum, yazılanlara eleştiridir diyemiyorum. Belki asıl amaç Akbaba'yı yaralamak, ihbar etmek, rakibi yaftalamak...

Yazının altında imza yok. Kim kaleme aldı belli değil. Ama derginin sahibi Turgut Atasoy’un izleri hissediliyor. Atasoy, Gölge’den önce İstanbul adlı bir sanat-edebiyat dergisi çıkarıyor; pek bilinen bir yayın değil. 27 Mayıs’tan sonra Yol adlı başka bir dergi daha çıkarıyor; o da sağcı bir Atatürkçülükle var olmuştu. Antikomünizm orada da baskındı diye hatırlıyorum.

Bu tür polemiklerde, tahkir ve tezyif edici dille bir saldırıya geçildiğinde , hep şunu düşünürüm: O dergide çalışan karikatüristler ne hissediyorlardı acaba? Gölge'de Oğuz Aral, Bedri Koraman, Yalçın Sade gibi bir kısmı Nesin'le çalışmış, hasbihal etmiş pek çok mizahçı var örneğin. Tam da böyle zamanlarda siyasetten ne anlıyorlardı? İnsani olarak ne kadar rahattılar? Otuz beş yıl önce Turhan Selçuk’a sormuştum, “27 Mayıs’tan önce solculuk nedir bilmiyordum,” demişti. Kim bilir, belki karikatürcüler Aziz Nesin’den korkuyorlardı -onun gerçekten bir “komünist ajan” olabileceğini düşünüyorlardı.

Türkiye’nin karışık dönemleri hiç bitmiyor. Sallayan sallayana, kahreden kahredene… Geçiyor ömrümüz, bir türlü sakinleşemiyoruz.

Cumartesi, Ekim 25, 2025

Güzel Ankara


İnsan doğduğu yeri seçemiyor. Bir yerde doğuyor, orada büyüyoruz. El ekmek tutmaya, akıl baliğ olmaya başlayınca -kimi zaman isteyerek, kimi zaman mecburen - başka yerlere gidiyoruz. Yeni şehirlerde yaşıyoruz, bazen de oralara ait olmayı seçiyoruz diyelim…

12 yaşımda gördüğüm Sinop ile 17 yaşımda tanıştığım Hatay ve İskenderun beni çok etkilemişti. Sonradan anladım ki, o şehirlerde bulunurken ruhen büyümüştüm; bu yüzden bana güzel “dokunmuşlardı”. Galiba diyorum, esrarlı halleriyle Bursa ya da Eskişehir’de de yaşayabilirdim… Belki Londra’da, belki Frankfurt’ta… O şehirleri de güzel hatırlıyorum. Çok küçükken iki yıl Adana’da yaşamışım, sempatim vardır ama o sıcaklar bana göre değil doğrusu.

Doğma büyüme Ankaralıyım. İşlerim gereği ara sıra İstanbul’a gidip gelirim; ama orada yaşamak hiç istemedim. Ne var ki garip bir tesadüf: Soyadı Kanunu sırasında dedemin bulunduğu yer nedeniyle nüfus kütüğüm İstanbul, Büyükada.

Ankaralı olduğum için insanlar- özellikle İstanbul’da - benimle Ankara’yı ve İstanbul’u konuşmak isterler. Kütüğümü öğrenince, özellikle İstanbullular şaşkınlıkla “Bir de Büyükada ha!” derler.

Şehirleri övüp yermenin sıkıcı olduğunu söylemeliyim. Nereye gitsem aynı sohbetin içinde buluyorum kendimi. Ankara’yı savunmam, İstanbul’u yermem bekleniyor. Of ki of…

Bir vaiz gibi aynı konuyu tekrar tekrar anlatabilen insanlara bazen imreniyorum; aynı oyunu binlerce kez sahneleyen tiyatro oyuncuları gibiler.

Biliyorum, bunları yazmam bir şeyi değiştirmeyecek. O sorular yinelenecek; ben de aynı cevapları bazen nezaketen, bazen kibirli görünmemek adına tekrarlamaya devam edeceğim. [2017]

Cuma, Ekim 24, 2025

Mazhar Fuat 1965-1970

Müzik dünyasında ilginç bir gelişme oldu: Mazhar Fuat ikilisi, yirmili yaşlarının ortalarında kaydedip yayımlayamadıkları bazı şarkılarını gün yüzüne çıkardı. Bu kayıtlar, nostaljik bir ilgiyle ve fan merakıyla karşılandı. Hatta bazı yorumlarda, bu şarkılar zamanında plak olabilseydi, Türkiye’nin rock müzik tarihinin bambaşka bir yöne evrilebileceği söylendi.

Mazhar Fuat, ardından Özkan’ın katılımıyla MFÖ’ye dönüşen grup, şöhreti geç yakalayanlardan… Yanlış hatırlamıyorsam kırklı yaşlarında geniş kitlelere ulaşmışlardı. Ne yaptığını bilen, akıllı sözlerle dolu, tutarlı bir müzik anlayışıyla yıllardır varlıklarını sürdürdüler.

Ele Güne Karşı ile büyümüş biri olarak, kırk yıldır beyefendileri izliyor, kimi şarkılarını hâlâ ezbere söylüyorum. Bu yeni albümü, sadece “arkeolojik bir keşif” olarak değil, müzikal bir hikâyenin eksik halkası olarak dinledim. Yorumları okuyunca da ister istemez şunları düşündüm: Bu şarkılar o dönemde yayımlanabilseydi, Mazhar Fuat daha genç yaşlarda farklı bir ses ve ritim yakalayabilir miydi? Gerçekten de müzik tarihimizin seyri değişir miydi?

Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü o dönemin plak şirketleri, “İngilizce söyleyen Türk”ün satmayacağını çok iyi bilirdi. Kaldı ki bu şarkılar, bana daha çok arayış ve taklit evrelerinin ürünleri gibi geldi. O kayıtların içinde, “onların sesini” bir türlü duyamadım hatta. Bir yabancı müzik prodüktörü dinlese, bu şarkıların Türkiye’de değil, kendi ülkesinde üretildiğini zannederdi. O kadar güçlü bir dönem duygusu, o kadar yerinde bir öykünme, başarılı bir duygudaşlık ve zamanelik taşıyor ki... 

Seyir değiştirici şarkılar olduğunu düşünmeyi, heyecanla karşılamayı, romantik bir hüzün duymayı anlamıyor değilim...Bu şarkıları “kaybedilmiş fırsat” olarak değil, Mazhar Fuat’ın taklitle başlayıp evrenselden diyelim yerelleşmeye varan müzikal yolculuğunun ilk enerjik durakları olarak görmek gerekiyor. Bu haliyle albüm, hem arkeolojik bir belge hem de olgunlaşmanın güzel bir hatırlatıcısı...

Perşembe, Ekim 23, 2025

Casus Pilot ve Şahane Gezi

Nadir de olsa, çizgi romancıların “edebi” ya da “başka” işleri de kitaplaşır; ayrıca bir vurguya gerek görülmeden yayımlanır. Yazarının kim olduğunu bilselerdi, yayıncılar bunu özellikle belirtirler miydi, emin değilim. Bana daha çok editöryal bir ciddiye almama hali gibi geliyor, bu faslı geçelim…

Jean-Michel Charlier, frankofon çizgi romanın efsane senaristlerinden biriydi. Roman da güzelim Baskan Yayınları’ndan çıkmış; Casus Pilot, Yüzbaşı Volkan’a esin veren çizgi romanlardan biri olan Michel Tanguy’un daha doğrusu Tanguy ile Laverdure  dizisinin bir serüveni. Serinin çizeri, Asteriks’in de çizeri olan Uderzo’ydu; sonraları Jijé devralmıştı. Onu da Sipru ve Jerry Spring ile tanıyoruz. Erkek çocuklara yönelik, keyifli serüvenler üreten bir ekip anlayacağınız.

Manfred Schmidt ise ünlü bir Alman çizgi romancı, bizde daha çok Zehir Hafiye adıyla yayımlanan ve bolca taklit edilmiş Nick Knatterton dizisinin yaratıcısı. Gezi Notları, adından da anlaşılacağı üzere mizahi bir gezi rehberi ya da günlüğü. Ayrıntılarını bilmiyorum ama tahminim, Alman haftalık dergilerinden birinde yayımlanmış yazıların derlemesi olduğu yönünde.

Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, farklı kültürlerle karşılaşan bir Alman’ın kendini ironik biçimde komikleştirdiği bir anlatı bu. Elbette dönemin ruhuna uygun biçimde oryantalist esprilerle örülmüş. Eskiden epey rağbet görürdü bu tür… Zira yurt dışına çıkmak o kadar kolay değildi. Bizde Hikmet Feridun Es, Abdi İpekçi ya da biraz daha yakın tarihten Tarık Minkari’nin yazılarını hatırlatıyor,  o havada bir kitap demek istiyorum. Aralarda Schmidt’in kendi çizimleri de var; tatlı işler… Yalnız önemli bir eksik göze çarpıyor: Türkiye ve İstanbul bölümü yok kitapta. Halbuki yazmıştı; hatta o yazı, altmışlı yıllarda gazetelerden birinde haber olarak genişçe yer almıştı, diye hatırlıyorum.

Herkes gibi

Ellili yıllarda çıkan Polis Mecmuası’nın arka kapağında bir BMW motosiklet reklamından: “Türk Polisi’de…” diye yanlış yazmışlar...

Bazen duyuyorum, “Eskiden böyle yazım hataları olmazdı,” deniyor. Olurdu. Hem de bolca. Sadece o dönemin metinleriyle bugünün insanı çok sık karşılaşmadığı için, yok sanılıyor. Oysa “de/da” ayrımı yapamama meselesinde hiçbir azalma, eksilme ya da ilerleme yok. Bu yanlış yazım hep vardı, hep de olacak.

Bir arkadaşım o reklamı görünce, “Sıradan insanlar yanlış yazabilir ama arada ajans var, editör var…” dedi. Yok dedim, ajans majans hak getire.

İyi bildiğim için söylüyorum: Sanatçı sayılan nice karikatürist ve çizgi romancı da aynı yanlışı yaptı. Hatta çoğu zaman o hataları kaligrafistler düzeltti. Yakın zamanda bir arkadaşım, önemli bir çizgi romanın gazete ilavesi için yeniden baskısını hazırlarken, yanlış yazımlarla nasıl boğuştuğunu şaşkınlıkla anlatmıştı.

Çocukken çizgi romanlara o gözle bakmıyoruz elbette. Serüvene ve çizgilere kapılıp gidiyoruz. Üstelik o yıllarda çizgi romanlardan kimse “edebilik”, “özgünlük” ya da “sanat” beklemiyordu. Üreticileri de Türkçeyi bilmemekle eleştirilmiyordu. Eleştirilseydi, belki nitelik meselesi çok daha erken gündeme gelebilirdi.

Lafı dağıtmayayım: “de/da” meselesi bazen Türk’ün Türk’e eziyeti gibi, bazen de Türk’ün Türk’le eğlenmesi gibi görünüyor. Bunun farkındayım.

Benim meselem şu. Herkesin yorulduğu yere han kurulmaz. Kamusallığın içinde sanat, edebiyat, reklam ya da başka türlü zamazingo yapacaksanız, o ortak dile riayet edeceksiniz. O dili uygulayacak, geliştirecek, taşıyacaksınız.

Çarşamba, Ekim 22, 2025

Mantar


 

Ekose

Zeki Beyner'in bir karikatürü, unisex giyime iyimser bir yorum yapmış diyelim. Erkeklerle kadınların aynı kıyafetleri giyebiliyor olması o yıllarda hiç anlaşılmamış, esprili ve küçümseyici karşılanmış, mizah tarihimiz en az elli yıl, bunu diline dolamıştır. 

Kadınların erkekleri taklit ettiğini veya kimi erkeklerin kadınsılaştığını falan filan...

Ekose pantolon kullanımından söz edeceğim. Çizerken bir kolaylık olduğundan olmalı Avrupai, bohem, uçarı, vurdumduymaz, lakaydi, dejenere birinin üstüne hemen yakıştırılıverir ekose pantolon... Sadece bizde de değil, izleyebildiğim kadarıyla Fransızlar da bunu yapmışlar, bizim çizerlere de oradan geçmiş, taklit etmişler...

Erkekliğimize söz söyletmemek için bu tür seçimlerde bulunmamaya özen göstermemiz beklenir, öyle büyütülürüz. Genç kadınlar, anne olana kadar dikkat çekebilir, gözalıcı olabilirler ama erkekler düz renklerle, ağırbaşlılıkla terbiye edilirler. 

Erkeği bozar,  delikanlıyı bozar filan işte. Genel olarak siyah, gri, kahverengi gibi renklerle dolaşır erkekler...

Arada yazıyorum, hatırlatayım, Aziz Nesin, bu renklerin dışında giyinen erkekleri "eşcinsel" sayar, çocuklarına bu konuda müdahale edermiş mesela...

Beyner, karikatürdeki erkeğin sakalını ve bıyığını tektük atmış, seyreklik vurgusu yapmış. Tüyü bitmemiş bir uçarılık vurgusu istemiş, normal birisi giyer mi bunları demek istemiş...Ergen zekalılar işte...

Gazi'de çalışmaya başladığım yıllarda, 90'ların ilk yarısında Ülkücüler, jöleli erkekleri dövüyorlardı, bir on yıl sonra hepsi saçlarına jöle sürmeye başlamıştı.

Gündelik hayatın tarihi, ne saçmalıklarla uğraştığımızı bir biçimde anlatır bize...

Salı, Ekim 21, 2025

La rahate fiddünya

Eskiden lunaparklarda rastlardık onlara. Şimdi “nostaljik alan” diye ayrılmış steril köşelerde, anı fotoğrafı fonu olarak yeniden karşımıza çıkıyorlar: resimli fotoğraf panolarından söz ediyorum. Tabelacıların elinden çıkmış, taklit ölçüsünde ilkel, harcıalem, insicamsız ve değersiz ama bir o kadar da kendine özgü işlerdi bunlar. Ne resim sayılır ne sahne. Hem ciddi hem gülünç.

Ya önünde durarak poz verirdin ya da yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi özel olarak açılmış bir daireden başını sokarak resmi tamamlar,  resmin bedenine tutunurdun. Figürün sana ait olmazdı; sen ona ait olurdun. Herkesin kafa ölçüsü farklı olduğu için o daireler her gün biraz daha yamulur, genişlerdi. 

Ortaya çıkan fotoğraflar, niyet edilmemiş bir mizahın ürünüydü. Perspektif yanlış, oran bozuk, ifade garip. Ama tam da bu yüzden, bir tür fanteziye dönüşürdü. Lunaparkın dünyasında bu tuhaflık yadırganmazdı. Eğlenceyle utanç, komiklikle çaresizlik, aynı karede buluşurdu.

İşte bu fotoğraftaki çocuk da o garip uyumsuzluğun kahramanı. Kalemiti Ceyn panosunda, kovboy şapkasıyla, kamçısı ve tabancasıyla poz vermiş. Güneşten kızarmış al yanaklarıyla , bilyeyi andıran heyecansız gözleriyle ciddi bir yüz takınmış ama bakışında bir huzursuzluk var. Boyu yetmediği için parmak uçlarında yükselmiş olmalı, biraz da tedirgin duruyor. Belki de başı sıkışmış, çarnaçar panonun sahibinin gelmesini bekliyor - kim bilir.

Ne diyeyim… La rahate fiddünya - dünyada rahat yoktur mu desem, yoksa “sen çok yaşa Sezar” mı bilemedim.

Pazartesi, Ekim 20, 2025

Dişlerimiz

Dün “öfke yemlemesi” hakkında yazmıştım… Genel olarak insanlar trollemekten söz ediyorlarlar ama öfkenin kolektif dalgalanması hakkında pek de düşünmüyorlar.

Öfkenin kaynağını kişilere indirgemek kadar kolayı yoktur, kavga teke tek geliştiği için birini karşımıza almak isteriz. Oysa öfkenin algoritmik yükselişi tek tek kişilerle yaşanmadı, herkesi etkileyen ve dönüştüren kolektif bir yayılımla gerçekleşti.

Yemleyeni  suçlamak, bizim dışımızdaki insanların kolayca kandırıldığına inanmak, ahlaki bozulmadan söz ederek romantikleştirmek bir tür gevezelik artık. Mesele, yemleyenle yemlenen arasındaki farkı anlamaya çalışmak hiç değil. Çünkü bu fark(lar), çoktan silindi.

Hepimiz sırayla öfkeleniyor, sonra bir başkasını öfkelendiriyoruz. Birbirimizin tepkilerinden geçim sağlıyor, dikkat kazanıyor, varlığımızı doğruluyoruz. Kimi zaman bir cümleyle, kimi zaman bir sessizlikle yapıyoruz bunu…

Sistem tam da bu döngüde nefes alıyor.

Belki de en tuhafı şu: artık kimse bizi yemlemiyor. Biz kendi öfkemizi üretiyor, sonra ona kanıyor ve kapılıyoruz.

Pazar, Ekim 19, 2025

Rage Bait

Rage bait”, bizdeki karşılığıyla öfke yemlemesi, son yılların en dikkat çekici dijital davranış biçimlerinden biri. Eskiden “trollemek” denirdi ama bu sözcük yetmiyor ki, başka bir şeye evrildi, çünkü burada amaç yalnızca karıştırmak değil, öfke üretmek. Sosyal medyada herkesin uzlaştığı bir konuda bile isteye ters bir şey söylemek, tahrik edici bir paylaşım yapmak, kitleyi ayağa kaldırmak ve sonra o öfkenin dalgasından görünürlük devşirmek.

Televizyonun tek kanallı döneminde “meczup” figürlerle pek karşılaşmazdık. Özel televizyonlarla bu figürler nerdeyse “patladı”: bağıran, kışkırtan, ilginç olmayı bir varoluş biçimine dönüştüren karakterlerle birdenbire karşılaşmış olduk… O zamanlar “ne hale geldik” diye yakınıyorduk. Bugün ise aynı döngü, sadece daha küçük ekranlarda ve hepimizin ellerindeki telefonlarda yaşanıyor.

Popüler kültür tartışmalarında bir düzeltme arzusu ve iştahlı bir hayıflanma damarı vardır. Bir şey popülerleşiyorsa ya da tuhaflığına rağmen normalleşiyorsa, ve o, bir duygu ve tepki olarak çoğalıyorsa onu suçlamanın, ah vah etmenin pek de bir anlamı yoktur...

İnsanlar neden rage bait yapmak istiyorlar, neden el yükseltiyor, öfke gösterisine rağbet ediyorlar, etkileşim kasmayı neden bu kadar önemsiyorlar sorusunu düşünmek bana toplumu, modayı ve şimdiki zamanı anlamak adına çok daha önemliymiş gibi geliyor. Para için yapıyorlar demek bizi rahatlatıyor olabilir, ne var ki, eksik bir yorum olur.

Bugünün dijital dünyasında öfke artık yalnızca bir tepki değil, bir görünürlük stratejisi. Algoritmalar en fazla etkileşimi doğuran içerikleri yukarı taşıyor, öfke ise etkileşimin en verimli yakıtı. Sevinç, nezaket, mantıklı tartışma düşük performans olarak görülüyor. Sokağınızda çıkan kavgayı düşünün, herkes nasıl da pencerelere üşüşür, öfke hızla yayılır, paylaşılır ve yorumlanır. Platformlar da bunu sever, çünkü o hareketlilikten veri, veriden de para doğar. Bu yüzden öfke, bir tür dijital sermayeye dönüşmüş durumda. Rage bait yapan kişi, aslında kendi öfkesini değil, başkalarının duygusal tepkisini “maden bulmuş” gibi kazıyor. Bir paylaşım, bir cümle, bir imâ… Linç başlar, algoritma devreye girer, görünürlük artar. Kısacası öfke hem yakar hem ısıtır.

Bu manzara, yalnızca “kötü niyetli kullanıcılar” meselesi değil demek istiyorum. Öfke, sosyal medya ekonomisinin kurucu unsurlarından biri haline geldi. Etkileşim kapitalizmi içinde yaşıyoruz. Duyguların pazarda işlem gördüğü, algoritmaların hangi duygunun “değerli” olduğuna karar verdiği bir çağdayız. Bu noktada “algoritmik şiddet” kavramı da devreye giriyor, çünkü bu sistem yalnızca bireyleri değil, kamusal aklı da manipüle ediyor. En çok tepki alan içerikler garip bir biçimde en çok yayılanlar oluyor ve bu da toplumun dikkatini sistemli biçimde uçlara kaydırıyor. Yani öfke, görünürlük getirirken aynı anda düşünmeyi de zorlaştırıyor.

Bir zamanlar yalnızca “ekranda” olanlar şimdi herkesin cebinde yaşıyor. Herkesin küçük bir stüdyosu, kendi izleyicisi var. Ve her paylaşım, potansiyel bir öfke yemlemesi olabiliyor. Bu döngüde izleyici de pasif değil, tepki vererek, paylaşarak, alıntılayarak o öfkeyi yeniden üretiyor.

Öfke çağımızın en sürdürülebilir enerjisi haline geldi. Hızla sönse bile hemen yenisi üretiliyor: peşisıra yeni bir kriz, yeni bir hedef, yeni bir linç geliyor… Rage bait bu yüzden sadece bireysel bir taktik değil, çağın duygusal rejimi. Algoritmalar, duygular ve ekonomi birbirine karışmış durumda. Ve belki de bizi en çok düşündürmesi gereken şu: artık öfkeye sadece tepki vermiyoruz, onun içinde yaşamayı seçiyoruz.


Cumartesi, Ekim 18, 2025

Orhan Boran ve Yuki

Arada değinmişimdir; bir süre Amerika’da da yaşamış olan portre karikatürcümüz Faruk Alpkurt’un, Orhan Boran’a gönderdiği orijinal bir karikatür geçti elime.

Bu türden kişisel hediyelerin sahaflara düşmesi, defalarca karşılaşmama rağmen, üzerimde hep aynı burukluğu yaratıyor.

Yoksa, ne Boran ne de Alpkurt hayatta artık.Terekeleri dolanıyor ortalıkta… Yazı çiziyle uğraşan herkesin başına gelecek olan da bu belki ama, yine de insanın içi cız ediyor.

Alpkurt, Boran’ın radyoda yarattığı ve kısa sürede popülerleşen, plakları çıkan, Altan Erbulak çizgileriyle çizgi romana dönüşen “Yuki” karakterini de yorumlamış. Sanırım bunu söylemek yanlış olmaz: Cumhuriyet tarihinin çocuklar için üretilmiş ilk kahramanıdır Yuki.

Alpkurt’un çizdiği Yuki’ye bakınca, Erbulak’ın yorumuna göre daha karanlık, hatta hafif ürkütücü bir hava hissediliyor. Boran’ın elindeki kadehten damlayan içkiyi içmeye çalışan bu küçük yaratık, neredeyse bir çocuk değil de hınzır, hedonist bir cin gibi duruyor.

Şahsen tanışıyorlar mıydı acaba? Alpkurt, Boran’ın içki merakını biliyor muydu?

Eğer biliyorsa, bu karikatür çok daha derin okunabilir: Yuki ile yaratıcısı arasındaki ilişki, babasına başkaldıran bir çocuğun isyanı, büyümek isteyen “oğulun” sınırları zorlaması gibi… Belki bir tür efendi-köle diyalektiği, belki de küçük bir Oedipus yankısı…

Elbette Alpkurt’un niyeti bu kadar felsefi değildir muhtemelen. O, sadece yaramaz bir çocuğun içki damlalarıyla sarhoş olabileceğini hayal etmiştir. Ama işte, biz bakarken ister istemez abartıyoruz.

Çünkü bir karikatür bazen bir çizgiden fazlasını anlatır.

Cuma, Ekim 17, 2025

LeCe

Blogu takip edenler biliyor, bir süredir görsel işler üretiyorum ve bunların neredeyse dörtte üçünü global sanat platformlarından birinde paylaşıyorum. Büyük bir iddiam yok ama bu değişiklik ve yeni yoğunlaşma hoşuma gidiyor. Birikim için yaptığım işlerden biri son sayısının kapağı oldu, distopik durmuş... 


Küçük şeyler


 


Perşembe, Ekim 16, 2025

Değişen dünyanın esprisi

Paylaştığım kapak yetmiş yıl öncesine ait. Bugün çizilseydi büyük ihtimalle yayımlanamazdı,  denediğim ve sınadığım için söylüyorum, yapay zekâ programları bu içerikteki espriyi baştan reddediyor, yeniden üretmiyor. Bu durum önemsiz bir teknik detay değil: mizahın değiştiğini, “ahlâk”, “sansür” ve “norm” kavramlarının nasıl dönüştüğünü gösteriyor.

Yaklaşık yirmi yıl önce bu kapağı yüksek lisans ve doktora öğrencilerime gösterdiğimde, çoğu kişi onu “ayıp”, “nahoş”, “arkaik” ya da “anlamsız” bulmuştu. Oysa her dönemin kendi normalleri vardır. Türkiye’de mizah dergilerinin neredeyse tamamında- özellikle başlangıçtan 2000’lere kadar- “kadın bedeni” erotik bir unsur olarak sık sık karikatürün parçasıydı. Paylaştığım kapaktaki espri, üretildiği yıllarda kimse tarafından “pornografik” sayılmıyor, “flörtöz mizah”, “erkek dergisi şakası” ya da “şehirli espritüellik” olarak görülüyordu. O dönemde “ahlak” değil “estetik sınır” tartışılıyordu.
Kapakta ne var? Patron figürü otoriteyi, genç sekreter ise hem baştan çıkarıcı hem de mağdur olanı temsil ediyor. Mizah, cinsellikten çok “ahlâkî çelişki”ye yaslanıyor: ciddi ve vakur görünen orta yaşlı adam, kapı arkasında rezilleşiyor. Karikatür hem güldürüyor hem hicvediyor (!) Laura Mulvey’den ilhamla söylersek, “karikatür de tıpkı sinema gibi erkek bakışına göre biçimleniyor; kadın, bakılan bir nesneye indirgeniyor.”

Bugün bu tür bir espri iki nedenle yeniden üretilemez.

Birincisi, toplumsal cinsiyet farkındalığı var: sahne artık “eril bakış”ın (“male gaze”) ve cinsel tacizin temsil biçimi olarak okunuyor. Kadın bedenini teşhir ettiği ve şiddeti normalleştirdiği hemen fark ediliyor.

İkincisi, dijital yayıncılığın ahlak algoritmaları: çıplaklık, şiddet ima eden temas veya güç asimetrisi içeren mizah doğrudan “banlanıyor”, uygunsuz içerik” olarak sınıflandırılıyor. “Retro mizah” dahi olsa, algoritma ve etik kurullar bunu otomatik olarak filtreliyor.

Bugün mesele estetikten çok bağlam meselesi. Ben bile bu görseli blogumda yayımladığım için şikâyet edilebilirim. Üstelik kişisel olarak, bu tür esprileri her zaman anlamsız bulmuşumdur; editoryal olarak hangi okura hitap ettiklerini bile açıklamak zordur.

Yine de bu tür örneklerin verimli bir yönü var: tartışma açıyorlar. Derslerde hep şu soruyu sorardım: Bu espri normaldi ve ne zaman “normal sayılmaz” hale geldi? Bu basit soru bile bizi feminizmin yükselişiyle, kadın bedeninin temsiline yönelik itirazların tarihiyle yüzleştiriyor.

Akbaba dergisi bu tür esprileri kullanıyordu; Gırgır da 1970’lerde benzer bir hattı sürdürdü. Ama 1980’lerin ortasından itibaren üreticiler bu tarzın artık itibar kaybettirdiğini fark ettiler. 1990’larda özel televizyonlarla erotizm mizahın değil, reklam ve popüler kültürün malzemesi haline geldi. Mizah dergileri bu rekabeti kaybetti. 2000’lerden sonra ise dijital sansür mekanizmaları ve sosyal medya etiği devreye girdi; artık herkesin konuştuğu bir tabu haline geldi.

Özetleyelim, bu espri ve görsel, 1950’lerde bir şaka olarak görülüyordu. 1980’lerde tartışmalı oldu, 2000’lerde artık problemliydi, editör, üretici ve okuru huzursuz ediyordu. 2020’lerde tartışmasız biçimde ihlal sayılıyor ve dolaşıma giremiyor.

Çarşamba, Ekim 15, 2025

Bisiklet





Kaybolmak imkânsız

Yolculuk ile turistik yolculuk çok iç içe geçmiş olmakla birlikte aynı şey değiller. Felsefi anlamda tahayyül edilen yolcu, yola sorularla çıkar ve değişmek ister, ruhani bir risk alır. Çünkü aradığını bulamama ihtimali vardır  ve dönüşte artık başka birisi olmayı hayal eder. Turist ise programla, haritayla, tavsiyelerle gider, fotoğraflarla yol alır, hatıra toplar, güvenlik arayarak ilerler ve değişmeden geri döner.

Böyle düşünüldüğünde, her şeyin pazarlanarak metaya dönüştüğü bu dünyada “yolculuk” pek de çıkılan bir yol değil artık.

Turist “ölmek” istemez, yolcu ise madden ve ruhen ölümü göze alır. Eksik olduğunu düşündüğü bir şeyi bulmaya, hatta o eksiklikle yüzleşmeye gider. Asıl amacı eski benliğinin küçük bir cenazesini kaldırmaktır.

Gerçek yolculukta “görmek” değil, “karşılaşmak” vardır.

Turizm ise karşılaşmayı ortadan kaldırır. Her şey planlanmış, sürpriz, risk ve rastlantı dışlanmıştır. Oysa biliyoruz ki gerçek yolculuğun anlamı, kaybolma ihtimalindedir. Korku, endişe ve merak vardır ve hepsi aynı seferde yaşanır.

Bu tür romantizasyonları pek sevmem ama gerçek yolculuk, kaybolma ihtimaliydi. Şimdi herkesin konumu belli, yolu haritadan tanımlı, dönüş saati belirli. Haritalar, deneyimin yerini aldı fotoğraflar da hatıranın. İnsan artık gidemediği yerleri gezmekle yetiniyor. Kaybolamıyoruz. Ve kaybolamadığımız için artık değişemiyoruz.

Belki de bu yüzden, her yolculuk giderek turizme, her arayış giderek gösteriye dönüşüyor. 

Yolda olmanın büyüsü planlı olmakta değil, belirsizlikteydi. Bizse artık yola çıkmıyor, yalnızca bir sosyal medya fotoğrafına poz veriyoruz.

Salı, Ekim 14, 2025

Yolda olmak

Eskiden yolculuk etmek zordu. Gidebilen, yollara düşebilen, “dünya görmüş” insan az bulunurdu. Kaşifler biz çocuklar için yeryüzünün en büyük serüvencileriydi. Gençliğimde beat kuşağının yolculuklarını marazi bir ilgiyle okur, hac’dan dönen amcaların hikâyelerini merakla dinlerdim. O yaşlarda anladığım ilk  şey yolculukların sadece mekânsal olmadığıydı, mesele bir yerden başka bir yere gitmek değildi, o yolculuktan dönenler başka birisi oluyordu (!) ve bu iddiası nedeniyle romaneskti.

Çocukluğumdan bu yana bir huyum var: bir yere gitmeden önce kimseyle küs kalmamaya güzel vedalaşmaya çalışırım. Bilinçaltımda, “ölür kalırsam helalleşmiş olayım” duygusu yer etmiş olmalı. İnsanın yolculukları bir tür ölüm provası gibi kodladığı aşikar. Düşünün, hac’dan dönenlerin “yeniden doğmuş” sayılması da bundan. Birini öldürüyor, diğerini doğuruyor... Pratikte ne olduğunun önemi yok, niyetten bahsediyorum.

J.G.Ballard bir söyleşisinde, bilim kurguyla ilgisinin gezegenlerle ya da roketlerle değil, yolculuklarla ve insanın kendini arayışıyla ilgili olduğunu söyler. Çok severim bu yorumu. Çünkü aslında her dış yolculuk bir iç yolculuğun metaforudur. Sokrates’ten Bektaşiliğe kadar yinelenen o kadim öğüt “kendini bil” içe yapılan bir seferi anlatır. Dışarıya giderek içeriye ulaşmaya çalışırız.

Yola çıkmak, yaşadığımız konforu terk etmektir. Bilinenin güvenli alanından belirsizliğe adım atmaktır. Rasyonellikten, planlı olmaktan kopmak cesaret ister. Belirsizlik, bir arayış biçimidir ve bir yere varmanın garantisi yoktur. Nietzsche “yoldayız, hedef yok” derken, anlamın varışta değil, yürüyüşün kendisinde olduğunu ima eder. Yolculuk bu yüzden etik bir arayış ve bir tür sanat biçimidir: varlığın kendi hikâyesini kurgulama çabasıdır.

İnsan neden yola çıkar?” diye sorun kendinize. Bu aslında “insan neden yerinde duramaz?” anlamına da gelir. Bana “neden her gün yürüyorsun?” diye sorduklarında “sağlık için” dersem eğer konu kapanıyor, son derece makul ve herkesin aklına yatan bir argüman çünkü, burayı gülerek yazıyorum, hiçbirimiz ölmek istemiyoruz… İnsanı yürüten de yola çıkartan da aslına bakarsanız aynı şey, tek kelimeyle “eksiklik”… Ne yaşarsanız yaşayın, bir noktada dünya size dar geliyor. Durduğunuz yeri tanımlayamadığınız bir an geliyor ve o anda yola çıkıyorsunuz.

Gençken bu tür arayışları fazlasıyla edebi bulur, pek de ciddiye almazdım. Ama “o şehir arkandan gelir” derler ya, aslında nereye giderseniz gidin, ne derdiniz varsa onları da yanınızda taşırsınız anlamına gelen bir deyiştir. Mecazen evinde huzuru olmayan, o huzuru hiçbir yerde bulamaz diye açıklanır. Doğru olup olması da önemli değil çünkü biliyorsunuz, kimse durmuyor, kimse kalmıyor, illa “yola çıkıyor”. Çünkü insanın doğasında tatminsizlik kadar arayış da vardır.

Belki de yolculuk dediğimiz şey, hiçbir yere varmadan değişmeyi öğrenme biçimidir.

Pazartesi, Ekim 13, 2025

Motosiklet günlüğü


 

Helga doğru söylüyor

Tuhaf isimli kitaplar haliyle ilgimi çekiyor: Papazın Kızı Helga, Kerim Embel isimli bir yazarın kendi imkanlarıyla bastırdığı, 1978 tarihli bir roman. İsmi, erotik ucuz romanları andırsa da pek ilgisi yok. Nasıl derseniz, nitelik olarak vasat altı, bugünün ölçüleriyle yerli ve milli, üstelik "Konyalı" bir anlatı diyerek özetleyebilirim. Roman, Helga ile Tahir'in Konya'ya gelmesiyle yani İslami bir mutlu son ile nihayetleniyor. 

Malumunuz bütün ucuz roman yazarları, büyük laflar etmeyi, siyasi kestirimlerde bulunmayı severler. Yukarıda alıntıladığım bölüm, Helga'nın Almanya-Almanlar analizini içeriyor. Türkler daha mert ve insancıl, terbiyeli filanken Almanlar "bitmişler", kozmopolit ve gayri milliler şu bu...

Bu fasarya, ben kendim bildim bileli sürüyor... ve sürecek de...

Kahve köşelerinden  cuma hutbelerine, televizyon yorumcularından siyasi nutuklara varıncaya kadar insanlar "Batı bitmiş" "bizi kıskanıyorlar" filan diyebiliyor. Buna inanıyorlar mı, inanmış gibi mi yapıyorlar tam bilemeyeceğiz, hepimiz bir yorum yapıyoruz. 

Gelgör ki "kendimiz söylüyor, kendimiz dinliyoruz" ve bunun farkındayız, farkında olmaksa bizi içten içe rahatsız ediyor, halbuki bir yabancı söylese "bayılacağız", en çok da Helga söylese, itiraf etse "eriyeceğiz."

Helga boşuna konuşturulmamış yani, Helga sadece bir arzu nesnesi değil siyasi ve ütopik bir rüya... 

[üstelik çok içli konuşuyor...]

Pazar, Ekim 12, 2025

Lock-In: Dijital Çağın Keşişliği (!)

Altı yedi hafta önce bir karar alıp düzenli spor yapmaya, her gün yürüdüğüm beş kilometrelik mesafeyi artırmaya karar verdim. Sosyal medyaya günde yarım saatten fazla bakmamaya, genel bir “seyreltmeye” falan filan… Arada bu türden kararlar alıyorum, obsesyonum da olduğu için iştahla yüklenip günlük rutinimi değiştiriyorum. Bana iyi geliyor.

Bu tür kişisel kararlar alırken insan kendi yalnızlığını icat ediyor sanıyordum. Meğerse global sosyal medyada bunun adı da varmış: lock-in.

İnsanlar bir süreliğine kendini “dışarıya, dünyaya” kapatıyor; eğlenmeden, flörtleşmeden, sosyal etkileşime girmeden sadece kendine yatırım yaparak (spor yaparak, dil öğrenerek, okuyarak, çalışarak) bir dönem geçiriyor. Buna “lock-in”, yani “kilit” deniyor. Üstelik bu tecrit hâli genellikle doksan gün süren bir kişisel protokole dönüşmüş durumda.

Sizin anlayacağınız, yalnızlık, üretkenlik ve kimlik krizi arasında savrulan insanlar kendi kendilerine bir duygusal sözleşme yapıyorlar.

Gelgelelim, o kadar yaygınlaşmış ki, bir TikTok trendine dönüşmüş: “Kapanıyorum, öğreniyorum, on sekizinci gün” gibi videolar çekip günbegün yaşadıklarını performans olarak sunuyorlar. Yani “No social life for 90 days” mottosuyla oynanan bir kişisel reality show ver ortada.

Dağılan benliğin yeniden derlenme çabasından çok farklı değil, ama şimdiki zamanda yalnızlık bile artık paylaşılabilir bir tecrübe. Sessizliğini bile performe etmek zorundasın.

Bir yandan “hiç kimseyle konuşmak istemiyorum” diyorsun, diğer yandan “bu halimi paylaşmadan da duramıyorum”. Kapitalizm her defasında olduğu gibi devreye giriyor ve verimli inzivayı bir başarı göstergesi olarak pazarlıyor.

Zamanını yönet, bedenini şekillendir, zihnini güçlendir, markanı (yani ismini) parlat… Kapitalizm her anı anlamlandırmaya, her boşluğu doldurmaya çağırıyor bizi.

Kendimizi geliştirmekten çok algoritmaya uyum sağlamaya çalışıyoruz; çalışmayı kutsallaştıran, kendini optimize etmeyi ahlaki bir erdem gibi sunan, “kapanmayı” bile üretkenliğe bağlayan bir çağ bu.

Lock-in, bir inzivadan çok kapitalizmin sistem içi optimizasyonu gibi duruyor.

Sonra şunu düşündüm: Benim yaptığım spor ve yürüyüş artırımı kararı buna benziyor mu? İtiraf edeyim kısmen evet demek zorundayım. Yürüyorsun, spor yapıyorsun, sosyal medyaya az bakıyorsun, ee kime ne bundan? Niye paylaşıyorsun yahu, diyerek kendimi ayıpladım Mıstık abi.

Sosyal medya çağında her birimiz bir kontrol yanılsaması yaşıyoruz. Ben de farklı değilim. Her birimiz dünyayı kapatmaktan söz ediyor, kendimizi duy(ur)mak istiyoruz.

Lock-in trendindeki gibi keşiş olmaya çalışırken içerik üreticisine dönüşüyoruz. Modern yalnızlığın trajikomik hâllerinden biri daha.

Cumartesi, Ekim 11, 2025

Mizahın yasak meyvesi

Mizah dergileri üzerine yapılan akademik çalışmalar, genellikle bu yayınları siyasi tarihle, demokratikleşme süreçleriyle veya seçim dönemleriyle birlikte inceler. Dergilerin pek çok çalışanı aynı zamanda gazetelerde “gündem karikatürleri” çizen isimler olduğu için, mizah dergilerinin siyasetle meşbu oldukları varsayılır. Oysa siyasetle ilişkileri sınırlıdır, esas eğilimleri, çok daha derin ve ısrarlı biçimde, erotizmdir. Sıklıkla yazarım: erotik edebiyatımızın en verimli membaı mizah dergileridir.

Duymuş olabilirsiniz, karikatürcüler, bu erotik karikatürleri pek itibarlı görmedikleri için “fantezi karikatür” diye niteleyerek, eskilerin deyişiyle saygın gördükleri işlerinden tefrik etmek istemişler. Erotik karikatür çizmeyen sanıyorum çok az karikatüristimiz var. Çünkü bu işler, sadece popüler bir beğeniye değil, doğrudan geçim kaynağına denk düşüyordu.

Akbaba, en uzun ömürlü mizah dergisi olması hasebiyle alanın ilk akla gelen mecrası. Mizah dergileriyle ilgili ilk akıl yürütmelerimi yaparken derginin sahibi Yusuf Ziya Ortaç’ın sansürü nasıl aştığını, siyasi iktidarlarla kurduğu yakınlığın bunda rol oynayıp oynamadığını merak ederdim. Zamanla anladım ki, mesele yalnızca politik manevra değildi; tüm dünyada mizah dergileri erotizmin dolaşım alanı haline gelmişti.

Yasaklar ve ahlak rejimleri karşısında mizah, erotizme meşru bir alan açmıştı. Doğrudan erotik içerik yasakken, mizah sayesinde “gülünebilir arzu” kamusal alanda dolaşıma girebilmişti. Playboy gibi erkek dergilerinin tamamı, karikatür ve espriyi erotizmin bir formu haline getirerek bu meşruiyeti kurumsallaştırdılar. Mizah, “tehlikesiz” bir erotizm biçimi yarattı: gerçeklikten arındırılmış, denetlenebilir, komikleştirilmiş bir arzu… herkes için güvenli bir alana dönüştü.

Meraklısı hatırlayacaktır: Akbaba’dan Fırt’a kadar dergilerde tek karelik, genellikle tam sayfa erotik karikatürler yer alırdı. Kadın figürler pin-up’ları andırır; bel-kalça oranları, makyajları, aksesuarları abartılırdı. Kadrajlar “görülme arzusuna” göre düzenlenir; erkekler komikleştirilir, kadınlar aşırılaştırılırdı. Bu yüzden Akbaba, erkek berberlerinde bulunur ama okunmazdı- “bakılırdı.”

Uzun meseleler bunlar. Ama geçtiğimiz günlerde yapay zekâyla mizah dergisi kapaklarını yeniden yorumlarken bu tarihsel katmanlar bir kere daha aklıma geldi. Paylaştığım iki karikatür, yetmişli yılların Fırt dergisinden. Özellikle foto-realistik bir tonda yorumlattım. Siz de bakınca fark edeceksiniz: Yeşilçam’ın erotik komedilerinde gördüğümüz espri tonu ve aura, Simavilerin gazetelerinden ya da Gırgır’dan bağımsız değil. Erotik karikatürlerin, o filmlerin görsel ve duygusal repertuvarını çoktan hazırladığını anlıyorsunuz.

Özel teşekkür: Balonları Elif Kut yazdı, eksik olmasın…


Related Posts with Thumbnails