Pazar, Eylül 28, 2025

Hatırlamanın yükü, Unutmanın lütfu

Şaka gibi gelmesin, özel bir çaba ya da ezber yapmadan okuduğum bütün sınıflarda herkesin okul numaralarını bilirdim. Eskiden ev telefonlarını kâğıtlara yazardık, ben öyle bir liste tutmadan seksen civarında numarayı aklımda tutardım. Ne ki, hepsi geride kaldı. Hafızam artık eskisi gibi değil. Yaşadığım büyük bir trafik kazasında başıma aldığım darbeden sonra pek çok şeyi unuttum. O sebeple unutmak ve hatırlamak meselesi benim için yalnızca teorik bir tartışma değil, ciddi bir travmadır. İnsanın bildiği şeyleri unutması sahiden çok yaralayıcı…

Öte yandan, hiç ummadığınız bir yerde bir arkadaşınızın okul numarasını, garip bir adresi, bir telefonu, bir plakayı çat diye hatırlayabiliyorsunuz. Unutmanın bu inişli çıkışlı hâli, başıma gelen kötü insani deneyimleri de kapsıyor. Genel olarak iyimser biri olduğum söylenir, affediyor veya önemsemiyormuşum sanılır. Ama ben bunu kısmen o “kazaya” bağlıyorum. Çoğu zaman mesai arkadaşlarım bana olup biteni hatırlatır. Benim unuttuğum fasılları onlar sıralar: “Şu şöyle yapmıştı, size şunu demişti…” Doğrusu, bu kolay unutkanlığımı olumlu bulduğum da oluyor. Çünkü insan ancak “sert ve ağır” bir şey için kavga etmeli; üç gün sonra unutacağı şeyleri bu kadar çok aklında tutmamalı.

Unutmak çoğu zaman bir kusur, bir zaaf gibi görülür. Sanki hafıza, kusursuz bir arşiv olmalıymış da biz, hatırlayamamakla ona ihanet ediyormuşuz gibi düşünülür. Oysa belki de hayatın yükünü taşımamızı sağlayan en insani beceri, unutabilmektir. Bir travmayı, bir kaybı, bir kırgınlığı sürekli canlı tutan hafıza, ruhu ağırlaştırır. Hatta abartacağım: Hatırlamak, bazen ölüme yakınlaştırır insanı. Unutmak ise çoğu kez bir ikinci doğum gibidir: Eskiyi gömüp yeniye yer açma cesareti verir. Bu yüzden hafızayı kutsallaştıran kültürler bile, ritüellerle unutmayı mümkün kılacak yollar aramışlardır.

Freud, bastırmanın aslında unutma biçimi olduğunu söyler. Bizim muhafazakârlarımızı epeyce etkileyen Bergson ise belleği seçici bir ışık gibi tarif eder. Yaşadığımız sayısız ayrıntının çoğunu bilinçli olarak unutmasaydık, hiçbir anı tam olarak yaşayamazdık. Ona göre unutmak, sadece hatırlayamamak değil, hayatı sürdürebilmenin en başat stratejisidir.

Lacan ise unutmayı bir eksiklik olarak değil, dilin ve bilinçdışının işleyişine içkin bir zorunluluk olarak görür. Ona göre unutulan hiçbir şey gerçekten kaybolmaz; sadece simgesel zincirin başka bir halkasına sürülür. Dil sürçmelerinde, rüyalarda ya da tekrar eden davranışlarda bu “unutulmuş” parçalar geri döner. Unutmak bu nedenle bir yok oluş değil, daha derin bir kaydın biçimidir. Unutmaya çalıştıklarımız, tam da bu yüzden, bir gölge gibi peşimizi bırakmaz. Hakikat ise asla bütünüyle dile getirilemeyeceği için, unutmak aslında onun doğasının bir parçasıdır.

Kendimle başladım, anlattıklarım benim elimde olmayan unutmamla değil, travmalarla ilgili… Travma deyince mesele ister istemez hakikate geliyor: Acı veren, suya battıkça ağırlaşan paçavra misali koyulaşan hatıralara. Herkes gibi benim de bana ağır gelen yaşanmışlıklarım var. Hep şunu düşünürüm: O hatıraların ne kadarını silersem yaşayabiliyorum, ne kadarını hatırlarsam insan kalabiliyorum?

2 yorum:

Ramazan YÜCE dedi ki...

Unutmaya dair güzel bir analiz. İyi ki unutma var. Değilse hayat çekilmez. Tebrikler. Kaleminize kuvvet. Ne yazık ki ben unutmayanlardanım. 1979 yılında ortaokula başladığım arkadaşların numaralarını bile hala hatırlıyorum.

Levent Cantek dedi ki...

Ne güzel! Teşekkürler

Related Posts with Thumbnails