![]() |
Bir asistan arkadaşım, belgesel çekimleri için epey zaman Orta Asya kırsalında kalmıştı. Döndüğünde ona neyi özlediğini sorduğumda “şehrin gürültüsünü” demişti. Kızılay’a gidip iki üç saat sadece etrafı dinleyerek dolaştığını anlatmıştı.
Bu iki “ses hikâyesi” internet öncesinden. O zamanlar gürültü sokaklardan, motorlardan, kalabalıklardan geliyordu. Bugünse gürültü, cebimizde taşıdığımız ekranlardan taşan bir uğultu halinde. Belki beş yıl sonra birileri bu zamanları hatırlayıp “çok sessizdi, çok güzel zamanlardı” diyecek. Of puf ediyorum. Telefon zilleri, bildirimler, mesajlar, reklamlar, videolar, haber akışları, siyasi diskurlar, bitimsiz yorumlar, ego çatışmaları… Bütün bunlara “iletişim” diyoruz ama yanılıyoruz: yaşadığımız şey enikonu gürültü.
Ve bu öyle bir gürültü ki, sessizliği imkânsız hale getiriyor. Konuşmazsan, katılmazsan, ses çıkarmazsan, bağırmazsan “ölürsün” hissini yayıyor. Şehrin gürültüsünü özlemek anlaşılır bir şey, insan kendini yaşadığı zamanın tanığı ve faili olarak görmek istiyor. Görmek, hem de orada görünmek arzusu taşıyor… Bunu anlıyorum. Ama sessizliğin bir eksiklik değil, bir derinlik olduğunu unutmuş gibiyiz.
Sessizlikte düşünmek vardır, sorgulamak vardır, kendini dinlemek vardır. Gürültüde ise sürüklenmek. “Gerçekten buna ihtiyacım var mı?”, “Bana dayatılan hayat bu mu?” soruları ancak sessizlikte doğar. Gürültü ise bu soruları bastırmak için vardır. Kapitalizm gürültüyü satar: müzik listeleri, podcastler, talk showlar, sonsuz timeline akışları… Hepsi yalnız kalma ihtimalimizi engellemek için bizi meşgul eder.
Kentler de neredeyse bu yüzden uyumaz. Neon ışıkları, siren sesleri, insan kalabalığının uğultusu… Gürültü bizi her an meşgul ederek kendi iç sesimizi duymamızı engeller. Oysa doğada bir kuş ötüşünün, bir yaprak hışırtısının, uzaklardan gelen rüzgâr uğultusunun taşıdığı sessizlik, bambaşka bir hakikati, varoluşun kendi ritmini hatırlatır bize. Bizim hızımıza, tüketimimize, ajandamıza değil; kendi döngüsüne ait bir ritim.
Çok mu romantize ettim? Gürültü “ben de varım” diye bağırırken, sessizlik “sen kimsin?” diye fısıldıyor desem.
Gürültü içinde kaybolan insan, sessizlikte kendini bulabilir demek istiyorum. Ne ki önce sessizliği yeniden öğrenmek gerek. Gürültüden kaçmak değil, gürültünün ortasında sessizliği yaratabilmek gerek. Belki de en radikal eylem bu çağda hiç konuşmadan, hiç yazmadan, hiç paylaşmadan bir süre kalabilmektir. Hiiiç abartmıyorum Mıstık abi…
Sessizliğin bir direniş biçimi olabileceğini yirmi yıl önce hiç düşünmemiştim. Ağaçlar içinde büyüdüm; o yaşlarda bunun ne kadar büyük bir lütuf olduğunu bilmiyordum. Meğer ömrüm uğultu içinde geçecekmiş. İnsanın hayatı boyunca aradığı şey aslında ses değil, sessizlikmiş.
![]() |


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder