Salı, Eylül 30, 2025

Vasat

Geçimimi senaryo yazarak sağlıyorum. İnsanlar işim hakkında konuşurken mutlaka dizi hikâyelerinin vasatlığına değinirler. Eğer sohbet sakin ve mesafeliyse, onlara insanların vasatı izleme iştahını sorarım. Çünkü bu kısım hiç konuşulmuyor. Herkes vasat hakkında konuşuyor: vasat insanlar, vasat görüşler, vasat eğilimler… Ne ki, küçümsenen ve önemsenmeyen bir şeyin bu kadar ciddiye alınması kimseye tuhaf gelmiyor.

Peki insanlar neden vasatı izliyorlar? Çünkü vasatın gücü karmaşık olmamasında. Anlaması kolay, zihinsel çaba istemiyor vs. Yorgunluk, gündelik stres, entelektüel tembellik gibi nedenler insanları kolay tüketilene yönlendiriyor.

Peki izlemek neden yetmiyor, neden konuşuluyor?

Çünkü popüler kültür bir tür sosyal rezonans yaratır. Birlikte konuşabilmek, gündemde kalabilmek büyük bir ihtiyaçtır. “Ne izlediğini” değil, “ne konuşabildiğini” belirleyen şey popülerliktir. Bir dizi, film ya da kişi çok izleniyorsa, herkesin dilindedir. İnsanlar da yalnız kalmamak için vasatı konuşur. Vasatı konuşmak, gündemin dışında kalmamayı garantiler. Eleştirirken bile o popülerliğin parçası olursun.

Vasatlık eleştirisi paradoksal biçimde vasatı yeniden üretir. Adını anmak, paylaşmak, ona karşı öfke biriktirmek bile onun görünürlüğünü artırır. “Kötü” dediğin şeye zaman ayırmak, onu zihninde meşrulaştırmaktır. Bu yüzden insanlar “vasat” diye küçümsedikleri figürleri konuşmadan edemezler.

Bu yüzden vasatı konuşmak, insanların kendi vasatlığını görünmez kılma ritüelidir. Sosyal medyanın kaotik yapısının temelinde de bu var: vasatlığı ve aptallığı teşhir etme iştahı insanların entelektüel kapasitelerini kolaylıkla gizliyor. Daha açık yazayım, vasat olduklarını örtebiliyor demek istiyorum.

Adorno’nun kültür endüstrisi dediği şey tam da bu: hepimizi bir ortalamaya çeken, ürünleri çoğunluk değerlerine göre biçimlendiren, bilerek inşa edilmiş normlar dizgesi. Hiçbirimiz bu silsilenin dışında kalamıyoruz, eleştirsek de, izlemekten geri dursak da, her koşulda tüketicileriyiz. Hatta vasatı konuşarak onu güçlendirdiğimize göre üreticileriyiz de…

Ve vasat derken sadece dizileri düşünmeyelim. Televizyon, internet, siyaset, futbol, müzik… Hepsi bu büyük yapının parçalarıdır. Evet Mıstık abi, o şeyin içindeyiz. Yaşıyoruz.

Pazartesi, Eylül 29, 2025

Yalnızam Allam Geliyorum

Yalnızlık Allah’a mahsus” diyerek Zeki Müren şarkısı gibi konuşulur ya, tabii ki İslam tasavvufunda böyle bir şey yoktur. Allah tek ve biriciktir, hiçbir şeye muhtaç değildir  ve O “Samed”dir. Doğal olarak yalnızlık, insana özgü bir eksiklik ya da ihtiyaçtır, Allah için geçerli değildir. O, var olmak için başka hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu yüzden “yalnız” değil, “kendi kendine yeterli” olandır.

Allah bizlerle, mahlûkatla ilişki kurar ama bunu yalnızlıktan değil, Rabb vasfının bir gereği olarak yapar. “İnsana şah damarından daha yakındır” ayeti bu mutlak yakınlığı hatırlatır. Bu birliktelik, bir insanın en yakın arkadaşıyla dahi yaşayamayacağı türdendir. Kelâmın ve teorinin söylediği budur.

Başa dönelim: neden yalnızlık Allah’a atfediliyor? Çünkü insanlar, O’nun ontolojik tekliğini kendi kavramlarıyla kavrayamıyorlar. İnsan yalnızlıktan korkar ve Allah’ı da kendi psikolojisiyle düşünür, kendi yalnızlık deneyimini O’na yansıtır (antropomorfizm). İlkel dinlerde tanrıların topluluklar oluşturması aslında “tanrı bile olsa yalnız olamaz” kaygısının kültürel bir yansımasıdır.

Eğer yalnızlık, “eksiklik ve ihtiyaçtan doğan duygusal bir hâl” ise Allah yalnız değildir. Diğer yandan yalnızlık, “eşinin ve benzerinin olmaması” ise Allah mutlak anlamda yalnızdır. Ancak bu yalnızlık, insana özgü bir “yapayalnızlık” değil, mutlak varlığın kendi tekliğidir.

İtiraf etmem gerekirse, mutsuz 17 yaşımda bu meseleyi çok düşünüyordum. Sanırım dünyayı anlamaya çalışan her ergen gibi ben de “Biz niye yaşıyoruz, bir yaratıcının oyuncakları mıyız? Allah, sıkıldığı için mi bizi yarattı? Tek başına yaşarken neden bilinmek istedi?” gibi soruların peşine düştüm. O yaşlarda bu tür sorular sormanın “delirtici” olduğuna inanılırdı; hele bizim topraklarda din konuşmak  her koşulda doğru anlaşılamıyor. Yıllar yıllar önce radyoda biri Camus için “yalnızlık meselesini anlatıyor” demişti, ya da ben öyle duymuştum. Pek bir şey anlayamasam da hemen Yabancı’yı okudum.

Allah yalnız değildir, yalnız olan insandır diyorduk ya… İşte teistik düşüncede insanın yalnızlığı ancak Allah aracılığıyla son bulur. Buna karşılık Camus (ve Sartre), Tanrı’yı reddetmişti. Ona göre yalnızlık insana özgü bir yazgıydı ama bu yazgı, aynı zamanda özgürleşmenin kapısını aralıyor insana güç veren bir farkındalık yaratıyordu.

Bugün geriye dönüp baktığımda, içimdeki öfkeli ergenin bu düşüncelerde bir teselli bulduğunu görüyorum. Çünkü yalnızlık, sadece bir boşluk değil, aynı zamanda bir potansiyeldir. İnsanı Tanrı’ya yönelmeye de, Tanrı’yı reddederek kendi özgürlüğünü keşfetmeye de götürebilir.

Pazar, Eylül 28, 2025

Hatırlamanın yükü, Unutmanın lütfu

Şaka gibi gelmesin, özel bir çaba ya da ezber yapmadan okuduğum bütün sınıflarda herkesin okul numaralarını bilirdim. Eskiden ev telefonlarını kâğıtlara yazardık, ben öyle bir liste tutmadan seksen civarında numarayı aklımda tutardım. Ne ki, hepsi geride kaldı. Hafızam artık eskisi gibi değil. Yaşadığım büyük bir trafik kazasında başıma aldığım darbeden sonra pek çok şeyi unuttum. O sebeple unutmak ve hatırlamak meselesi benim için yalnızca teorik bir tartışma değil, ciddi bir travmadır. İnsanın bildiği şeyleri unutması sahiden çok yaralayıcı…

Öte yandan, hiç ummadığınız bir yerde bir arkadaşınızın okul numarasını, garip bir adresi, bir telefonu, bir plakayı çat diye hatırlayabiliyorsunuz. Unutmanın bu inişli çıkışlı hâli, başıma gelen kötü insani deneyimleri de kapsıyor. Genel olarak iyimser biri olduğum söylenir, affediyor veya önemsemiyormuşum sanılır. Ama ben bunu kısmen o “kazaya” bağlıyorum. Çoğu zaman mesai arkadaşlarım bana olup biteni hatırlatır. Benim unuttuğum fasılları onlar sıralar: “Şu şöyle yapmıştı, size şunu demişti…” Doğrusu, bu kolay unutkanlığımı olumlu bulduğum da oluyor. Çünkü insan ancak “sert ve ağır” bir şey için kavga etmeli; üç gün sonra unutacağı şeyleri bu kadar çok aklında tutmamalı.

Unutmak çoğu zaman bir kusur, bir zaaf gibi görülür. Sanki hafıza, kusursuz bir arşiv olmalıymış da biz, hatırlayamamakla ona ihanet ediyormuşuz gibi düşünülür. Oysa belki de hayatın yükünü taşımamızı sağlayan en insani beceri, unutabilmektir. Bir travmayı, bir kaybı, bir kırgınlığı sürekli canlı tutan hafıza, ruhu ağırlaştırır. Hatta abartacağım: Hatırlamak, bazen ölüme yakınlaştırır insanı. Unutmak ise çoğu kez bir ikinci doğum gibidir: Eskiyi gömüp yeniye yer açma cesareti verir. Bu yüzden hafızayı kutsallaştıran kültürler bile, ritüellerle unutmayı mümkün kılacak yollar aramışlardır.

Freud, bastırmanın aslında unutma biçimi olduğunu söyler. Bizim muhafazakârlarımızı epeyce etkileyen Bergson ise belleği seçici bir ışık gibi tarif eder. Yaşadığımız sayısız ayrıntının çoğunu bilinçli olarak unutmasaydık, hiçbir anı tam olarak yaşayamazdık. Ona göre unutmak, sadece hatırlayamamak değil, hayatı sürdürebilmenin en başat stratejisidir.

Lacan ise unutmayı bir eksiklik olarak değil, dilin ve bilinçdışının işleyişine içkin bir zorunluluk olarak görür. Ona göre unutulan hiçbir şey gerçekten kaybolmaz; sadece simgesel zincirin başka bir halkasına sürülür. Dil sürçmelerinde, rüyalarda ya da tekrar eden davranışlarda bu “unutulmuş” parçalar geri döner. Unutmak bu nedenle bir yok oluş değil, daha derin bir kaydın biçimidir. Unutmaya çalıştıklarımız, tam da bu yüzden, bir gölge gibi peşimizi bırakmaz. Hakikat ise asla bütünüyle dile getirilemeyeceği için, unutmak aslında onun doğasının bir parçasıdır.

Kendimle başladım, anlattıklarım benim elimde olmayan unutmamla değil, travmalarla ilgili… Travma deyince mesele ister istemez hakikate geliyor: Acı veren, suya battıkça ağırlaşan paçavra misali koyulaşan hatıralara. Herkes gibi benim de bana ağır gelen yaşanmışlıklarım var. Hep şunu düşünürüm: O hatıraların ne kadarını silersem yaşayabiliyorum, ne kadarını hatırlarsam insan kalabiliyorum?

Cumartesi, Eylül 27, 2025

Kâbus




Kural: Yaşayan ölüler lazım bize

Popüler bir figür, özellikle öldükten sonra, herkesin kendi kıblesine göre eğip bükebildiği bir şeye dönüşür. Fil misali, neresinden tutulursa oradan tarif edilir. O figürü sabitlediklerini sananlar da kavgaya tutuşup birbirine girerler.

Tartışmaların boş olduğunu söylemiyorum. Sadece, tartışmanın bağlamını popüler kültürün belirlediğini söylüyorum. Çünkü popüler olan şey, ancak herkesin anlayabileceği ölçüde basitleştiği için popülerleşebilir. Ne yazdıkları, ne de çizdikleri okunur; önemli olan şayiadır, auradır, onun etrafında üretilen edebiyattır. Kahramandır, sanatçıdır, siyasetçidir, hakkı yenmiştir, şudur budur… Gerisi mühim değildir.

Yüzlerce farklı Deniz Gezmiş, onlarca Nazım Hikmet, binlerce Atatürk yorumu olması, hiçbirinin tek başına doğru ya da yanlış olduğunu göstermez. Zamanın ruhu, cevap veremeyecek bir ölüyü alır, yukarı ya da aşağı çeker, dönüştürür, aktüelin içine yamayıp istediği biçimde kullanır.

Günü yaşayanlar, siyasetin içindekiler, popüler ölülere muhtaçtır. Onlarla meşrulaşır, onlarla yaygınlaşırlar. O ölü, sevenleri için iyi, samimi, Müslüman ve Türk’tür; sevmeyenleri için vatan haini, gâvur, enteldir vs vs

Üzerinde uzlaşabileceğimiz tek şey varsa o da gerçeğin çokluğudur. Popüler kültürün içinde popüler olanı tek ve sabit kılmaya çalışmak, imkânsızı sabitlemiş gibi münakaşa etmek sadece zaman kaybı değil, aynı zamanda dayanılmaz ölçüde sıkıcıdır.

Cuma, Eylül 26, 2025

Annesinin doyuramadığını...

Bir söz var, doğru buluyor ve seviyorum: “Anasının doyuramadığını biz nasıl doyuralım?” Çocukluk, kişiliğin hamurunun yoğrulduğu yer. “İyi anne”nin sağlayamadığı şefkat ve güven duygusu, insanın bütün yaşamına gölge düşürüyor. Annesinden alamadığı sevgiyi, desteği, “ana sütünü” bir başkası ne kadar telafi edebilir ki? Mutsuz çocukların mutsuz yetişkinlere dönüşmesi ekseriyetle kaçınılmazdır.

Bu yüzden bazı insanlar, ne yaparsanız yapın değişmezler. İlişkilerinde hep “alacaklı”dırlar. Sürekli sızlanır, gözyaşı döker, ilgi isterler. Hep mağdur, hep haklıdırlar. Erich Fromm’un “sahip olmak” ile “olmak” ayrımı burada kendini gösterir: Bu insanlar, varoluşlarını hep başkalarından alacaklı olmak üzerinden kurarlar. Konuşulmak, son sözü söylemek, takdir edilmek… Bitmeyen bir alacak defteri gibidirler.

Bir de hep “borçlu” hissedenler vardır. Borçluluk sadece ekonomik değil, varoluşsal bir deneyimdir. Bu kişiler hayatlarını adeta başkalarına olan görünmez borçlarını ödemeye adayarak yaşarlar. Fedakârlık ve perhiz, çoğu kez kendi eksikliklerini meşrulaştırmanın bir yolu hâline gelir. Çırpınmaları, içlerindeki boşluğu kapatma çabasıdır aslında.

Freud, Yas ve Melankoli’de uzun uzadıya anlatır, “nesne gölgesi benliğin üzerine düşer.” Kaybedilen sevgi ya da doyurulmayan ihtiyaç, benliğin içinde yaşamaya devam eder. Alacaklı olan, bu gölgeyi dışarıya yansıtarak sürekli başkalarından talep eder, borçlu olan ise gölgeyi içselleştirir ve kendi kendisini suçlar. İki uçta da mesele aynıdır: çocuklukta doyurulamamış bir ihtiyacın, kaybedilen nesneyle özdeşleşmiş hâlinin yetişkinlikte tekrar tekrar sahnelenmesi.

Hayatımız da bu alacaklılarla borçlular arasında akıp gidiyor. İkisi arasında kesin bir değer farkı yok. Biri daha iyi, öteki daha kötü değil. Çünkü mutluluk ve hayatla başa çıkabilmek, bu ikiliğin ötesinde bir mesele. Arendt’in dediği gibi, insan ancak kendi eyleminin sorumluluğunu üstlenerek özgürleşebiliyor.

Asıl mesele, insanın kendine dönüp şu soruyu sorabilmesi: “Ben alacaklı mıyım, borçlu muyum?” Belki de bu soruya dürüstçe yanıt aramak, iyileşmenin ilk adımıdır. Freud’un vurguladığı gibi, insana şifa getiren şey çoğu kez bastırmak değil, derdin kendisini fark etmektir.

https://www.deviantart.com/nonparanoid/art/family-portrait-661129446

Perşembe, Eylül 25, 2025

Konuşan Katır "nasıl" Türkçe konuştu?

Bir dili bilmek, çeviri yapmak için tek başına yeterli değil. Edebi ve entelektüel ölçekte ana dile hâkimiyet gerekiyor. Hatta kimi zaman aynı metnin farklı dillerdeki çevirilerini karşılaştırabilecek kadar derin bir okuma pratiği şart. Bu ise külfetli, sabır isteyen, kolayca altından kalkılamayacak bir uğraş. Nasıl ki herkes öykü ya da roman yazmamalıysa, herkes de çeviri yapmamalı.

Eskiden çeviri işi daha da trajikmiş. “Bizim okura göre değiştirilmeli”, “kuru kuru olmasın”, “daha iyi olsun” gibi gerekçelerle, tercümeler alabildiğine serbest, keyfi, hatta tornistan biçimde yapılırmış. Gazetelerde, iyi okullardan gelen stajyerlere şıpın işi çeviriler yaptırılır; sonra o metinler, “dilimize hâkim” sayılan birine teslim edilirmiş. Stajyerin doğru çeviri yapıp yapmadığı önemsenmez, ucuz olması yeterli görülürmüş. Asıl telifi, “Türkçeleştiren” ya da “Türkçe söyleten” kişi alırmış. Moda tabirle söylersek: işin hammaliyesi “yapay zekâya” bırakılır, cilası ustaya attırılırmış.

Çizgi romanlar da uzun süre böyle “çevrildi”, uyduruldu. Mesela Asterix’in çevirmeni olarak Halit Kıvanç’tan söz edilir, övülür. Oysa yaptığı şey çeviri değil, popüler bir uyarlamadır; çünkü Fransızcayı tercüme edecek kadar bilmez.

Bir başka örnek: Aziz Nesin’in 1957 tarihli İngilizceden yaptığı söylenen bir çeviri. Açıkçası Nesin’in bir yabancı dili çeviri yapacak ölçüde bildiğini sanmıyorum. Muhtemelen bir başkası çevirdi, o da üzerinden geçip piyasaya uyarladı, “komikleştirdi”. Ama kapakta “çeviren: Aziz Nesin” yazıyordu.

Bugün böyle bir şey yapılamaz. Abes bulunur, küçültücü olur, “cringe” hissi uyandırır. Peki o zamanlar nasıl oluyor da böylesine rahat yapılabiliyordu? Çünkü normaldi. Cesaret göstermek değil, olağan olanı yapmak demekti. Yanlış olduğu bile düşünülmüyordu. Normal görülmese, o uydurma ve haksızlık nasıl meşrulaşabilirdi ki?

Elbette bunun dışında kalan, çeviriye sadakat gösteren, “Türkçe söyleyeceğim” gibi mavallarla yaldızlamaya kalkışmayan, entelektüel sorumluluk taşıyan bir azınlık vardı. Ama normu belirleyen onlar değil, gazeteci tayfasıydı. Yani gazete-dergi telifiyle geçinen, popüler kültürü kuran, aktüel dili yönlendiren isimler. Aslında “çevirilebilir, uyarlanabilir” diyenler, çoğunlukla yabancı dili tam anlamıyla bilmeyenlerdi.

Kültür-sanat dünyasındaki “normal”ler ve onların değişim seyri, başlı başına ufuk açıcı bir tartışma ekseni. Bu eksen üzerinden azgelişmiş ülke entelektüalizmi, kolektif vasatlık, “yarı-aydın” meselesi konuşulabilir. Üstelik kişilere indirgemek gerekmez. Aziz Nesin’i ya da başkasını aklama telaşıyla da söylenmiyor bunlar. Çünkü asıl mesele şu: koşullar mı aktörleri yaratıyor, yoksa aktörler mi koşulları belirliyor? Cevabı hâlâ karışık.

Çarşamba, Eylül 24, 2025

Adalet, devletin esasıdır


Sahaftan aldığım, Ülkü Tamer'in hazırladığı Büyük Sözler (Varlık, 1968) kitabını "dallıyorum". Kitabı benden önce okuyan her kimse artık, üşenmemiş kendince yanlışlar bulmuş, notlar çıkarmış... Görselde dikkatinizi çekecektir, o meraklı okuyucu, mahkemeler ve adliyeler başta olmak üzere pek çok yerde rastladığımız Atatürk'ün sözü olarak bilinen cümlenin üstünü çizmiş...

"Adalet mülkün temelidir" şiarı adaletin, devletin esası-kökeni oluşturduğunu, bu temel düşünce ile hemhal olduğunu hatırlatmak için kullanılır ve doğal olarak Atatürk'le anılması yanlış ya da eksik olur, adalet ve devlet fikrinin tartışıldığı her kültürde bu sözün bir karşılığı vardır. Atatürk sahiden bu cümleyi söylemiş midir, söylemişse bile sahiplenmiş midir, emin değilim. Müslümanlar bunu Hazreti Ömer'e atfederler ama ticaretin tarihiyle birlikte düşünülmesi sanki daha doğru olur, bir başlangıç noktası aranacaksa  "mahkemelerin" ve "yargı vermenin" başlangıcına kadar gitmek gerekir. 

Mülkiyet ve sahip olma kavgaları adalet tartışmalarının temelidir, ne dersek diyelim savaşların sebebi ve devlet olmanın belirleyenidir.

Peki, bu sözü biz neden Atatürk'ün söylediğini düşünüyoruz? Doğal olarak bu da bir mülkiyet (ve mülk) kavgasının ve hesabının sonucu galiba...

Eksik






Salı, Eylül 23, 2025

Whataboutism Show

Hemen her tartışmada bir noktada karşımıza çıkan, basit ama etkili bir numara var: whataboutism. Türkçede tam karşılığı yok ama özü şu: “Peki ya şuna ne dersin?” diyerek eleştiriyi yanıtlamak yerine muhatabı başka bir meseleyle itham ederek dikkat dağıtmaya yarıyor. Amacı konuşmayı ilerletmek değil tartışmayı kısır bir döngüye sokmak.

Kavram genellikle Soğuk Savaş’a, Sovyet siyasetine bağlanır. Rivayete göre rejim, kendisine yöneltilen her eleştiriye “peki sen şuna ne diyorsun” tarzında karşılık verirmiş. Elbette doğru değil. Çünkü bu konuşma biçimi ne Sovyetlere ne de belirli bir döneme özgü. Milli kurtuluş savaşlarından devrimlere, darbelerden krizlere kadar her kırılma anında hep karşımıza çıkıyor: “Savaşta neredeydin?”, “12 Eylül’de niye sustun?”, “28 Şubat’ta niye konuşmadın?”, “15 Temmuz’da niye sokağa çıkmadın?”

Bu soruların amacı meseleyi tartışmak değil, muhatabı itibarsızlaştırmak, savunmaya zorlamak elbette.

Okul yıllarındaki münazaraları hatırlayın. Rakip söze başlar başlamaz, “Sen onu bırak da şuna ne diyeceksin” denirdi. Bir arkadaşım: “Biz buna bel altından vurmak diyorduk” dedi, e evet dedim. Hakikaten öyleydi. Aslında hepimizin tanıdığı, aşina olduğu bir manevra bu.

Futbol tartışmaları tipik örnek: “O penaltı değil”, “ofsayttı”, “kırmızı kart verilmeliydi” diyorsunuz. Ama mesele öyle ilerlemiyor; “sizin maçta şöyle olmuştu, böyle olmuştu”ya kayıyor.

Elbette hiçbir sonuca bağlanmıyor. Bitimsiz bir deveran içinde büyüyor, hasmaneliği çoğaltıyor. Bağlam kayboluyor, hatipler öne çıkıyor. Tartışma, o vasatlıkta bir gösteriye dönüşüyor. “Yargıyı dağıttı, son sözü söyledi” diye reel ve TikTok videolarına sığdırılan kısa parçalara dönüşüyor.

Whataboutism’in cazibesi basitliğinde: kolay anlaşılır, herkesin uygulayabileceği bir klişe. Ne bir “Türk safsatası” ne de tek bir döneme ait bir hastalık. Evrensel, her yerde karşımıza çıkan ve tartışmayı kemiren bir refleks.

Asıl meseleye dönebilmek için önce bu kısır döngüyü fark etmemiz gerekiyor. Çünkü tartışmayı tüketen bu kolay numara, hakikati konuşma ihtimalimizi elimizden alıyor.

Pazartesi, Eylül 22, 2025

Poz veren yalnızlık

Yıllar önce Uygarlık Tarihi dersinde insanlığın ilk dönemlerini anlatırken bir öğrenci tatlı bir soru sormuştu: “İlkel insanlarda yalnızlık var mıydı hocam?” Sınıfı güldürmüştü; ardından bir başkası “o zamanlar yalnızlık ne demekti” diyerek el artırmıştı. Doğrusu o soruları o ana kadar hiç düşünmemiştim.

Yalnız kalmak, muhtemelen ilk insanlar için dehşet verici bir korkuydu. Öyle olmasa Antik dünyada sürgün cezası icat edilmezdi. İnsan topluluksuz yaşayamazdı; sürgün ölüm değildi ama ölüme çok yakın bir cezaydı. Birini yalnızlaştırmak, onu toplumun dışına atmak demekti.

Uygarlık, yalnızlığı her çağda yeniden tanımladı. Ortaçağ’da dinsel öğretilerle yalnızlık, mistik bir deneyime dönüştü. Hücrede, çölde, dağ başındaki manastırda yalnız kalarak Allah'a ulaşılacağına inanılıyordu. Yalnızlık, uhrevi bir dünya ile temas kurmak anlamına geliyordu. Yalnızlık, insanı iyileştiren ve diğerlerinden ayıran bir tür dindarlık makamı üretiyordu.

Modern çağda ise yalnızlık kalabalıkların ortasında yaşandı. İnsan yığınları içinde görünmezleşmek, başkalarının gözleri arasında kaybolmak demek oldu. Galiba diyorum,  her çağ zamana özgü biçimde kendi yalnızlığını üretti, “icat etti.”

Özdemir Asaf’ın o meşhur dizesini hatırlayın: “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz.

Hani yaşadığımız dijital sosyal medya çağında yalnızlık, estetize edilip pazarlanan bir ürüne dönüştü ya... Yalnız gezginler, yalnız kahve içenler, yalnız başına takılanlarla doldu ya etraf… Yalnızlık artık sahnelenen bir imaj, bir kimlik unsuru gibi hayatımızın bir parçası ya…

Özdemir Asaf’ın yazdıklarını şimdi daha iyi anladım. Meğerse, modern çağda yalnızlık pozu yapan şairleri diline dolamış. Meğerse adam, yalnızlık pozundan ve pozörlükten rahatsızmış…

Sosyal medyada paylaşılan fotoğraf, yalnız olmanın değil, yalnız görünmenin belgesidir. Yalnızlık artık bir performans türüdür, kameraya oynanan bir eksiklik illüzyonudur. Bir aksesuar, giyilebilir bir kimliktir: “Ben bağımsızım, ben minimalim, ben yalnız başıma da varım.” Bravo canım kardeşim. Çok etkilendik.

Yalnızlığın hakikati diye bir şey varsa bence çirkin, karanlık ve estetik dışıdır. Fotoğrafı çekilmez, paylaşılmaz. Çünkü gerçek yalnızlık, seyirlik olamaz. Yalnızlığın fotoğrafı olmaz, olursa yalnızlık olmaz diye bitiriyorum. Haksız mıyım Mıstık abi?


Cumartesi, Eylül 20, 2025

Kendinden utanan arka kapak yazısı

Erotik bir romanın arka kapak yazısına takıldım, görselde var ama ayrıca alıntılayım

“Gerçi okuyucuların tutkuyla aradığı bir yazar olamadıysa da (…) okuyucuların geniş ilgisini toplamış, ‘günlük sevgilisi’ olmuştur. Çağdaşı yüzlerce yazar gibi, o da, o anın insanını yazmakla yetindiğinden, ondan, belki de yarına hiçbir şey kalmayacaktır. ‘Cam Silicisinin İtirafları’ işte bu sınırlar içinde hoşça vakit geçirmek isteyenlerce okunacak bir kitaptır. Başka bir amacı yoktur.”

Romanı okumadım ama tahmin edebiliyorum: büyük ihtimalle bir pulp metin, hızlı yazılmış, çabuk tüketilen türden bir şey. Fakat asıl mesele roman değil, o arka kapak yazısını kaleme alan yayınevinin tavrı.

Kim yazdıysa (ki merak eden olursa o yıllarda Bilgi Kitabevinin yayın yönetmeni kimmiş bulabilir), belli ki kitaptan utanmış. Okurdan çok kendini ve çevresini ikna etmeye çalışmış. “Biz aslında böyle kitaplar basmayız, ama oldu bir kere” der gibi. Oysa arka kapak, kitabı küçümsemenin değil, sahiplenmenin yeridir. Yayınevinin içsel pişmanlıklarını, estetik utançlarını ilan etme yeri olamaz.

Üstelik “yarına hiçbir şey kalmayacaktır” cümlesiyle okurun seçimini de hükümsüz ilan ediyor. Okur, günü kurtarmak için mi kitap okuyor? Her kitap, türü ne olursa olsun, okuruna o an için eşlik eder, ona vakit geçirir. Spinoza da okusak, Mike Hammer da okusak değişmez bu.

Gerçekte her kitap günü yaşar. Kalıcı olup olmayacağı zamana bağlıdır. Dostoyevski’nin bile ilk okunduğu anda bir “günlük sevgili” olduğu unutulmamalı. Sonrası şansa, tarihe, belleğe kalmış bir iştir.

Peki yayınevi neden böyle davranmış? Çünkü ortada bitimsiz bir ego kuyusu var: “Biz asıl edebiyat yayıneviyiz, bu kitabı da basmak zorunda kaldık, mazur görün.”

Roman “iyi” değilse basmazsın. Ama bastıysan, kitabı sabote etmezsin. Hele okurunu küçümsemezsin. Bu kadar basit.

Ya Kaptan, sendeki nasıl bir bu ego yahu, bak yine seni konuşuyoruz.

Cuma, Eylül 19, 2025

Meğer ömrüm uğultu içinde geçecekmiş

Yıllar önce bir tanıdığım yeni taşındığı evini anlatırken “kuş sesleriyle uyanıyorum” demişti. Daha önce ana arter bir yol kenarında yaşıyordu. “Vınlama” diyordu, “hiç bitmiyor, arabalar vın vın geçiyor.”

Bir asistan arkadaşım, belgesel çekimleri için epey zaman Orta Asya kırsalında kalmıştı. Döndüğünde ona neyi özlediğini sorduğumda “şehrin gürültüsünü” demişti. Kızılay’a gidip iki üç saat sadece etrafı dinleyerek dolaştığını anlatmıştı.

Bu iki “ses hikâyesi” internet öncesinden. O zamanlar gürültü sokaklardan, motorlardan, kalabalıklardan geliyordu. Bugünse gürültü, cebimizde taşıdığımız ekranlardan taşan bir uğultu halinde. Belki beş yıl sonra birileri bu zamanları hatırlayıp “çok sessizdi, çok güzel zamanlardı” diyecek. Of puf ediyorum. Telefon zilleri, bildirimler, mesajlar, reklamlar, videolar, haber akışları, siyasi diskurlar, bitimsiz yorumlar, ego çatışmaları… Bütün bunlara “iletişim” diyoruz ama yanılıyoruz: yaşadığımız şey enikonu gürültü.

Ve bu öyle bir gürültü ki, sessizliği imkânsız hale getiriyor. Konuşmazsan, katılmazsan, ses çıkarmazsan, bağırmazsan “ölürsün” hissini yayıyor. Şehrin gürültüsünü özlemek anlaşılır bir şey, insan kendini yaşadığı zamanın tanığı ve faili olarak görmek istiyor. Görmek, hem de orada görünmek arzusu taşıyor… Bunu anlıyorum. Ama sessizliğin bir eksiklik değil, bir derinlik olduğunu unutmuş gibiyiz.

Sessizlikte düşünmek vardır, sorgulamak vardır, kendini dinlemek vardır. Gürültüde ise sürüklenmek. “Gerçekten buna ihtiyacım var mı?”, “Bana dayatılan hayat bu mu?” soruları ancak sessizlikte doğar. Gürültü ise bu soruları bastırmak için vardır. Kapitalizm gürültüyü satar: müzik listeleri, podcastler, talk showlar, sonsuz timeline akışları… Hepsi yalnız kalma ihtimalimizi engellemek için bizi meşgul eder.

Kentler de neredeyse bu yüzden uyumaz. Neon ışıkları, siren sesleri, insan kalabalığının uğultusu… Gürültü bizi her an meşgul ederek kendi iç sesimizi duymamızı engeller. Oysa doğada bir kuş ötüşünün, bir yaprak hışırtısının, uzaklardan gelen rüzgâr uğultusunun taşıdığı sessizlik, bambaşka bir hakikati, varoluşun kendi ritmini hatırlatır bize. Bizim hızımıza, tüketimimize, ajandamıza değil; kendi döngüsüne ait bir ritim.

Çok mu romantize ettim? Gürültü “ben de varım” diye bağırırken, sessizlik “sen kimsin?” diye fısıldıyor desem.

Gürültü içinde kaybolan insan, sessizlikte kendini bulabilir demek istiyorum. Ne ki önce sessizliği yeniden öğrenmek gerek. Gürültüden kaçmak değil, gürültünün ortasında sessizliği yaratabilmek gerek. Belki de en radikal eylem bu çağda hiç konuşmadan, hiç yazmadan, hiç paylaşmadan bir süre kalabilmektir. Hiiiç abartmıyorum Mıstık abi…

Sessizliğin bir direniş biçimi olabileceğini yirmi yıl önce hiç düşünmemiştim. Ağaçlar içinde büyüdüm; o yaşlarda bunun ne kadar büyük bir lütuf olduğunu bilmiyordum. Meğer ömrüm uğultu içinde geçecekmiş. İnsanın hayatı boyunca aradığı şey aslında ses değil, sessizlikmiş.

Perşembe, Eylül 18, 2025

Zengin bir koca bulursam...


Sahaflardan aldığım eski dergilerin arasından, gazetelerden kesilmiş erotik kadın fotoğrafları çıktı. Belli ki seksenli yıllarda bir “delikanlı”, gazetelerden hoşuna giden resimleri özenle kesip saklamış. Kendince bir arşiv istiflemiş.

Aynı yılları ergen olarak yaşamış biri olduğum için, fotoğraflardaki kimi yüzlere yabancı değilim. Ergenliğin sancılı ve komik tarafları vardır; erkekçe büyümenin trajikomik bir ritüelidir bu. Asıl ilgimi çeken fotoğrafların kendisi değil, altlarına yazılanlardı.

Eskiden bu resimaltlarını mizah yeteneği olanlar kaleme alırdı. Çünkü herkes bunun palavra olduğunu bilirdi. Bir tür kolektif “yalan üzerine anlaşma” haliydi. İşte o yüzden, yazının mizahı, inandırıcılığından değil, tam aksine sahiciliğe hiç yaklaşmamasından gelirdi. Karikatürist Ferit Öngören, “Tan” gazetesinde yıllarca bu tip resimaltları ve asparagas haberler yazarak geçimini sağladı. Hayatının son döneminde tanışmış, sohbet etmiştim. Donanımlı, ne yaptığını bilen, mesafeli ve akıllı bir sanatçıydı.

Ama lütfen geçim sıkıntısıyla böyle bir iş yaptığınızı düşünün. Ne iş yapıyorsun? “Çıplak kadın resimleri için komik yazılar yazıyorum.” Reel hayatta bir karşılığı yok bu işin. İmzanı atamıyorsun. Varsın ama yoksun. Üstelik en çok okunanlardan birisin. Bu, hem görünmezlik hem de görünürlük arasında sıkışmış bir varoluş biçimi.

Bir yandan eğlenceli bir yandan da tuhaf geliyor. Çünkü edebi ve sinematografik açıdan düşündüğümde iştah açıcı bir “meslek” bu. Erotizmi sulandıran ama aynı anda ona erişilebilirlik kazandıran, mizah ile çıplaklığın yan yana gelişinden doğan tuhaf enerji… Hem mahcup hem arsız. Hem utanarak bakıyorsun hem gülerek.

Bugünden baktığımda böyle bir arşiv, sadece ergenliğin bastırılmış arzularının izi değil; aynı zamanda seksenli yılların kültürel iklimini gösteren bir belge gibi duruyor. Gazeteciliğin magazinle, mizahın erotizmle, ahlakın ikiyüzlülükle iç içe geçtiği bir dönemin tanığı.

Sahaflardan çıkan tesadüfler, geçmişin ne kadar katmanlı olduğunu hatırlatıyor insana. Eski bir gazete kupüründen bile toplumun arzuları, korkuları, bastırmaları ve kahkahaları sızıyor. Ve tam da bu yüzden, “unutulmaya direnen” bir hafıza olarak faş ediyorlar.





Çarşamba, Eylül 17, 2025

Ruhhattı (8)





Her Çorba İçilmez

Yapay zekâ üretimleri ortalıkta cirit atıyor. Özgün değil, yeni değil, insani hiç değil. Baştan beri söylüyorum: yapay zekâ bir araçtır, doğru sorularla işe yarar. Çünkü dünyada doğru soru sorabilmek kadar geliştirici çok az şey vardır.

Evet, her yer yapay zekâ üretimleriyle dolu: yazılar, resimler, videolar… Peki hepsi faydalı mı? Hayır. Çorba gibi, “bulamaç” gibi. İngilizcede buna “AI slop” deniyor. Slop aslında domuz yemiymiş, artıklardan yapılan sulu mama. Bugünse yapay zekânın ürettiği hızlı ama niteliksiz içeriklerin adı oldu. Çok, ucuz, tatsız. İnterneti dolduruyor ama gerçek bir estetik ya da entelektüel haz bırakmıyor.

Walter Benjamin’in “auranın yitimi” vardır ya, hah işte ondan fazlası bu. Aura artık sadece kaybolmuyor; klonlanıyor, blenderdan geçirilip sulandırılıyor. Ortaya çıkan şey ise, birbirine benzeyen sonsuz imgeler.

Sosyolog Jodi Dean’in “komünikatif kapitalizm” dediği tam da bu: konuşma çok, içerik çok, üretim çok… ama anlam fast-food gibi. Hızla tüketiliyor, anlık doyum veriyor, geride kocaman bir boşluk bırakıyor.

Ben burada “ah vah” etmeyi anlamıyorum. Evet, tatsız, evet yavan, evet kalabalık. Çorba önümüzde. Yemek zorunda mıyız? Hayır. Kaşıklama kardeşim, hüpletme, tabağı silip süpürme. Tadına bak, seç, eleştir.

Sorun bence AI slop değil, tüketicinin seçememesi. Doğru soruyu bilmemesi, farkında olmaması. Yavaş okusunlar Mıstık abi. Seçsinler. Kurcalasınlar. Kendi damak tadını yaratsınlar.

Çünkü o çorbanın içinde bile özgün bir tat var. Mesele, onu arayacak sabrı ve ayırt ediciliği gösterebilmek. Sonuçta, sorun çorbanın tatsızlığı değil; bizim damak körlüğümüz. Tadını bulmak da, kaşığı bırakmak da bizim elimizde. Nerdesin Mıstık abi?

Salı, Eylül 16, 2025

Cesaret, şehvet ve iğrenme

Fotoğraf, Özcan Tekgül ve Uğur Güçlü’nün öpüştüğü sahneden. Büyük ihtimalle “Yedi Adım Sonra” (1968) filminden. Yeşilçam melodramlarına eşlik eden tartışmalı anlardan birini, öpüşmeyi temsil ediyor.

Tekgül, o yılların “cesur” kadın oyuncularından biri. “Cesur” kelimesini bilerek seçtim; çünkü magazin dilinde ezberlenmiş bir niteleme. Cesurun arkasında karmaşık bir anlam zinciri var: magazinde birine “cesur” deniyorsa, o oyuncu öpüşüyor, dans ediyor, kendini sakınmıyor, “sanat için soyunuyor” filan… Abartıyor muyum diye duraksadım. Hiç de abartmıyorum; çünkü bunların hepsi dönemin toplumsal tabularını doğrudan delmeye yönelik bombalama eylemleriydi. Ve bütün bunları profesyonelliği koruyarak yapmak gerekiyordu, ziyadesiyle riskliydi.

Türkan Şoray’ın meşhur “öpüşmeme kuralını” hatırlayalım. Şoray imgesini, yapımcılarla, senaryolarla, erkek oyuncular ve seyirciyle arasına sınır koyarak koruyabildi. Özcan Tekgül gibi isimlerse farklı bir yolu seçtiler. Daha çok risk aldılar, zar attılar, haliyle o denli uzun ömürlü olamadılar.

İki kişi arasında normal olan bir “şey” başkaları tarafından görülürse o şey sorgulanır ve artık normal olmayabilme riskini taşır diye düşünürüm. Yani her şey aslında normaldir ama anormal sayılma riski taşır; “anormal” yanlış yerde yaşanan şeydir. Anormal olan yanlıştır, sınırları ihlal edendir, tabuyu hatırlatandır ve kirlenmedir. Hepsi bir araya geldiğinde cemiyete yönelik bir tehdide dönüşür. Öpüşme, gündelik yaşamda normaldir, ama kamusal bir perdede sergilendiğinde “yanlış yerde” sayılır, sansür edilir, dikkat çeker, ayıplanır ve “konuşulur.”

Georges Bataille, Erotizm’de tabunun yalnızca yasak koymadığını, aynı zamanda onu çiğneme isteğini de uyandırdığını söyler. Yasak, ihlali davet eder. Öpüşmek günlük hayatın olağan bir eylemiyken, perdeye taşındığında yasaklı bir hazza dönüşür. İşte tam da bu yüzden seyirciyi hem kışkırtır hem de rahatsız eder.

Bataille’a göre transgresyon, yani sınır ihlali, hem özgürleştirici hem de tehlikelidir. Yasak olan çiğnendiğinde şehvetle tiksinti aynı anda ortaya çıkar. Sinemadaki öpüşme sahnesi, seyircide arzuyu körüklerken aynı anda iğrenme duygusunu da uyandırır. Çünkü ötekinin arzusu çoğu kez tiksintiyle karışık bir merak uyandırır. İnsan kendi hayatında yaşadığı bir şeyi, başkasının hayatında gördüğünde “ahlaksızlık” olarak damgalayabilir.

Yeşilçam’da “cesur” olmak tam da bu çifte gerilimi göze almak demekti: seyircinin arzusu ile tiksintisi arasında rolünü sürdürmek. Kimi oyuncular bu stigmayı aşmamak için kurallar koydu, kimileri ise yüzleşmeyi seçti. Cesur olmak, bir yandan şehveti uyandırmak, öte yandan toplum tarafından dışlanmayı kabul etmekti.

Yıllar önce bir arkadaşım şöyle demişti: “Yeşilçam’ın kadın oyuncuları aslında güzel değillerdi, sadece cesurdular. İlginç kılan da buydu; riskleri göze alabildiler.” Bu iddianın doğruluğu tartışılır. Ama magazin dilinde ne zaman birine “cesur” dense, aklıma hemen bu gerilim gelir: tabu yıkmanın yarattığı hayranlık ile damgalanmanın yarattığı dışlanma arasındaki ince çizgi. Yeşilçam’da “cesur” olmak işte tam da bu ikili yazgıya mahkûm olmaktı.


Pazartesi, Eylül 15, 2025

Oturak Alemleri

İlhan Fahri Demir imzalı Konya Oturak Alemleri (1959) diye bir romana rastladım, ellili yıllarda tütüncü dükkanlarında satılan ucuz, hafif erotik, kolay okunan kitaplardan biri gibi duruyordu ama Orhan Kemal'in mahlasla (takma isimle) yazdığı iddia ediliyordu, merak ettim, aldım. 

Şöyle bir karıştırınca,  dil itibarıyla sahiden o yazmış olabilirmiş gibi geldi, ne ki arka kapakta Orhan Kemal'in aynı yayınevinden çıkan Gavurun Kızı romanının reklamı vardı mesela... Yani gazetelerde çıkmış, sonradan kitaplaşmış bir başka eserinde imzası varken, Orhan Kemal, Konya Oturak Alemleri'ne asıl ismini bilerek koymamıştı, yakıştırılıyor da olabilirdi. Yine içeride İlhan F.Demir'in Kara Haber diye başka bir romanının ilanı vardı. Yani yazmışsa bile, o kitaplara ismini koymamayı tercih etmişti. 

Orhan Kemal gibi çok yazan, yazmak zorunda olan, telifle geçinen yazarlar, tefrikalarını (ayrıca para kazanmak için) mutlaka kitaplaştırır veya yayını üzerinden bir süre geçince (unutulunca veya) tekrar ele alır, ismini değiştirir, yeniden (tefrika ederek) kullanırlar. Okursam fark edebilirim gibi geldi, çünkü benim bildiğim Orhan Kemal'in böyle bir romanı yoktu.

Eh, dünya kadar iyi okur, ehlivukuf ve işleri bu olan akademisyen var, benden çok daha önce fark etmiş olabilirlerdi ama ben, bir romanı ya da filmi, okumadan ve seyretmeden hakkında bir şey okumamaya çalışanlardanım, hoşuma gitmiyor diyelim, hiç sağa sola bakınmadım... 

Neyse, sıraya koymuştum, yakınlarda okuyabildim. Evet, Orhan Kemal yazmıştı ama o kadar da iyi bir metni değildi, yaşarken bizatihi yazarı tarafından önemsememesinin nedenini anlamış oldum. Diğer yandan yerli pulp metinlerin gariplikleri olur, örneğin oturak alemi gibi bir underground ve erotik çağrışımlı bir şeyi anlatırken hem kolaylıkla bayağılaşırlar hem de öğretmen misali ahlakçılığa soyunurlar. Romanın hakkını teslim edelim, hem böyle körlüğü yok, bir hikaye anlatmaya ve anlamaya çalışmış, hem de merak uyandırmayı bilen birisi tarafından yazıldığı anlaşılan bir akışkanlığa sahip. 

Okuduktan sonra gugılladım, meğerse bir on beş yıl önce keşfedilmiş (hatırlanmış) ve Oyuncu Kadın (2008) adıyla öykü olarak yayımlanmış-kitaplaşmış. Hatta Orhan Kemal romanı yazmadan evvel "Oturak Alemleri" hakkında bilen biriyle konuşmuş,  anlatan kişi, Orhan Kemal solcu ya, ondan Konya'ya, dine, mukaddesata saldırmama sözü de almış, neler neler... Roman önce Son Saat'te (Gündüz adıyla çıktığı bir dönemde) tefrika edilmiş, gazete sansasyon arayan, tefrikalara, skandallara, manşetlere, facialara meftun bir yayındı diye not düşeyim. 

Roman (ya da novella) Kurtuluş Savaşı sırasında geçiyor, hikayenin kahramanı olan Nazmiye'nin abisi gizlice Millicilerle çalışan bir memur... Genel olarak anlatılanlar, Orhan Kemal'in pek çok romanında kullandığı, kendi geliştirdiği ve maharetle anlattığı klişelere dayanıyor. Yine dışarıyı merak eden, evden çıkmak isteyen genç bir kadınla açılıyoruz, oturak alemine seyirci olarak katılıyor, genç kadını teşvik eden, o hayatı normalleştiren hempalar var etrafında... Orada birini beğeniyor, bir başkası da onu beğeniyor, aşk ve kıskançlık üçgeni böylece kuruluyor. Sonrası tipik bir melodram, ölenler, kötü yola düşenler, kavuşmalar filan... Hızlı anlatılmış bölümlere sahip, hele sonlarda tefrikayı bir an evvel bitirmek istemiş galiba, son satırlarda ölüveriyor Nazmiye...tam da abisi onu kurtarmışken...

Tecavüze uğradığı için mi, yoksa tecavüze uğradığı için oturak alemlerinde dans etmek zorunda kaldığı için mi ölüyor bilemiyorum. O yılların romancılarının sansürle, piyasayla, kendi çevreleriyle olan ilişkileri, onları böyle bir son tasarlamaya "zorluyor", ben öyle anlıyorum. Tecavüze uğrayan her bakımdan "ölüyor", ölmeli diye düşünülüyor... 

Kitabın kapağını çok bilmediğim birisi, Muzaffer Kekem (?) çizmiş, ilginç olan kitabın içine iki kitap sayfası büyüklüğünde siyah beyaz bir poster daha iliştirilmiş, o çizgilerde imza yok ama aynı çizer çizmiş gibi görünüyor. 

Not 1: İlhan F.Demir imzalı İki Damla Gözyaşı isimli (Ekicigil, 1958) imzalı bir kitap daha varmış, Orhan Kemal'ın ölümünden sonra külliyatına dahil edilmiş ve ilk kez 1976'da (Serseri Milyoner ile birarada) kitaplaştırılmış, yani Oturak Alemleri çok daha önce hatırlanıp yayımlanabilirmiş. 

Not2: Anlaşılan o ki yukarıda ilanından söz ettiğim Kara Haber kitaplaşmamış.

Pazar, Eylül 14, 2025

Bambaşka bi Türkiye

Bazı yazarların, örneğin Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Tanpınar veya Dostoyevski’nin satışları yüksektir. Kitap fuarlarında rastlarsınız: Tanpınar’ın ciltleri masaya dizilir, Orhan Pamuk konuşulur, Oğuz Atay için romantik bir ah edilir, Dostoyevski’nin eserleriyle selfie çekilir. Ve hiç şaşmaz, mutlaka birileri kulağınıza fısıldar: “Satın alıyorlar ama okumuyorlar. Keşke okusalar

El artıranlar bile çıkar: “Bir düşünün, yüz bin kişi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını, Pamuk’un Kara Kitap’ını, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ya da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını sahiden okusaydı… Bambaşka bir Türkiye’de yaşardık.”

Ben tersini düşünüyorum. Hayır, değişmezdi. Bir milyon kişi o kitapları okumuş olsaydı, sadece bir milyon kişi okumuş olurdu, hepsi bu. Türkiye yine aynı ülke olurdu. İsterseniz bu romanları ders kitabı yapın, sonuç yine değişmez.

Bu iddiayı tabii ki o kitapları okuyanlar dillendiriyor. Bir tür narsistik şişinme söz konusu burada. İnsan, kendi emeğini abartmaya bayılır. “Ben bu romanı okudum, sen okuyamadın; o yüzden benden geridesin” demek, gizli bir üstünlük duygusu verir. Bir tür edebiyat kulübü üyeliği gibidir: içeri girmek için “okumuş olmak” şarttır. Hatta bazen okumak yetmez; “doğru şekilde” okumuş olmak gerekir.

İnsanlar, malum, kendileri dışında herkesi "cahil" buluyorlar, üstelik eğitim sistemimiz de eksiklik fikri üzerine kurulu. Hep birilerini “yetiştirme”, “tamamlama”, “aydınlatma” çabasıyla okuyoruz… Bu yüzden okuryazar kesimin bu romantik düşünceyi sorgulamaması şaşırtıcı değil. Çünkü o iddia onların gururunu okşuyor; başka türlü bir hayat bilmedikleri için de aşkla benimsiyorlar, en azından saçma bulup eleştirmiyorlar.

Edebiyat elbette insanı etkileyebilir, ama toplumları dönüştüremez. Bir ülke romanlarla değil, hatalarıyla ve seçimleriyle değişir. Yine de o kitapları okumak güzeldir; kendimizi ve okuduklarımızı bu kadar fazla ciddiye almayalım yeter. Üstelik burayı kıkırdayarak yazıyorum, belki de asıl okunması gerekenler, kimsenin elini sürmediği, unutulmuş tozlu kitaplar arasında yatıyor olabilir.

Cumartesi, Eylül 13, 2025

Sen bana öyle görünüyorsun

Geçtiğimiz çarşamba akşamı Ankaralı çizer arkadaşlarla buluştuk. Huysuz ve çoğu zaman kaçmaya hazır yaşadığım hayat yüzünden bu türden buluşmalar uzun süredir bende bir tedirginlik yaratıyor. Yoksa her biri tek tek sevdiğim insanlar. Ama işin içine alkol, kalabalık ve itiraf edeyim erkekler arası rekabet girince, gönülsüzleşiyorum. Neyse ki korktuğum gibi olmadı; hoş bir sohbetle, neşeli ve dingin bir akşam geçti.

Bir ara, masanın coşkusundan mıdır, yoksa içlerindeki çocuk hevesi ve enerjik sanat dürtüsünden mi bilmem, hepsi birden beni şıpın işi çizmeye başladı. Alışık değilim böyle bir şeye. Ortaya çıkan portreler bana küçük bir hediye oldu.

İnsan bunu niye yapar?

Masada birini çizmek, o kişiyi “orada ve o anda” sabitlemenin yolu galiba. Bir çeşit varlık tasdiki. Telefonla çektiğimiz fotoğraflarla karıştırılmaması gereken bir jest elbette: Çizer, çizilenin varlığını kendi gözünden geçirir, kendi elleriyle kurar. O yüzden çizilen her portrede çizerin kendisi vardır.

Bu türden hızlı çizimler, dostluğun jestsel biçimlerinden biri de ayrıca. Masada “senin yüzünü çizdim” demek, “senin buradaki varlığını önemsiyorum” demek gibi geliyor bana. Dostane bir çizgi, minik bir oyun, hatta bazen karikatürize biçimde hafif bir sataşma… Çizilenler o sebeple sadece resim değildir, aynı zamanda sosyal bir akışkanlıktır.

Belki de hepimizin temel ihtiyacına işaret eder: Görülmek. Bir başkasının gözünden varlığını yeniden kurmak. “Sen bana böyle görünüyorsun” cümlesinin kâğıttaki hali. Çizgi, kişinin yüzünü çizerken, aynı zamanda ilişkiyi de çizer.

O gece bana armağan edilen portrelerin değeri bu yüzden sıradan bir çizim olmanın ötesindeydi. Bir masanın etrafında kurulmuş küçük bir topluluğun, kendi aralarındaki bağı görünür kılma çabasıydı.

Cuma, Eylül 12, 2025

Banoptikon

Yıllar içinde yazdığım senaryolar vesilesiyle birçok polisle görüştüm. Genellikle emekli olmuş, mesleki tecrübelerini paylaşmaktan çekinmeyen insanlardı… Konu cinayetlere geldi mi, hepsi şaşmaz biçimde aynı noktaya vurgu yaptı: “Artık olaylar kolay çözülüyor, çünkü her yer kamera dolu, herkes izleniyor.” Haksız da sayılmazlar. Telefonsuz biri kaldı mı ki? GPS, güvenlik kameraları, sosyal medya etiketleri… Görüntülerden ibaret bir çağdayız. “Modern özne artık bir video görüntüsüdür” deniyor ya - hiç de abartı değil, gayet doğru bir saptama.

Geçtiğimiz günlerde tanınmış bir akademisyen, Foucault’nun panoptikon modelini referans alarak günümüz toplumuna dair bir yorum yapıyordu. “Banoptikon” diyeceğini sandım, demedi. Belli ki haberi yoktu. Hâlbuki artık mesele sadece görmek değil - kimlerin görünür olacağına karar vermek.

Hatırlayalım: Bentham’ın panoptikon modeli, Foucault’nun eliyle bir toplumsal denetim metaforuna dönüştü. Gözlendiğini bilen birey, dışsal bir müdahaleye gerek duymadan, kendi üzerindeki iktidarı içselleştiriyordu. Disiplin, böylece bireyin kendi kendini kontrol etmesiyle işler hale geliyordu. Bu bir gözetim teknolojisiydi ama aynı zamanda bir ruh terbiyesi biçimiydi.

Didier Bigo, bu yapının artık başka bir evreye geçtiğini öne sürdü: buna da banoptikon adını verdi. Kelime, “ban” (yasaklamak, dışlamak) ve “panoptikon”un birleşiminden geliyor. Ona göre yeni gözetim modeli artık herkesi görmekle yetinmiyordu, asıl mesele, kimlerin görünür kılınacağına karar vermekti. Görmek ve kaydetmek yetmiyor, elemek, sınıflamak, potansiyel tehditleri öngörmek gerekiyordu. Bigo’nun ifadesiyle, göçmenler, azınlıklar, “şüpheli” muhalif topluluklar artık algoritmalar tarafından kategorilere ayrılıyor, birer tehdit profili olarak kodlanıyordu. 

Göçmensen daha çok izleniyorsun. Azınlıksan daha kolay tespit ediliyorsun. Muhalifsen, davranışların daha sıkı denetleniyor. “Riskli” bir davranış profilin varsa, sistem seni daha ortaya çıkmadan tanımaya çalışıyor. Ve görünürlüğün sadece fiziksel izlenebilirlikle sınırlı değil. Algoritmalar seni hem görüyor, hem de görünmez kılıyor. Sosyal medyada konuşuyorsun ama konuşman “önemsizleştiriliyor.” Susturulmuyorsun ama sessizleştiriliyorsun.

Buradan bir çıkış var mı? Dürüst olalım: Yok. Şehirde attığın her adım iz bırakıyor. Wi-Fi bağlantıları, kredi kartı hareketleri, toplu taşıma kartı, kameralı sistemler, yüz tanıma algoritmaları… Dijital bir harita gibi kendimizi çiziyoruz. Görünmemek artık neredeyse olanaksız.

Ama bu çaresizlik içinde bile bazı mikro stratejiler var deniyor. Banoptikona karşı verilecek yanıtlar, hukuki ya da siyasi değil, estetik yanıtlar olabiliyor. Yani biçim değiştirerek, algoritmanın seni tanıyamayacağı şekillere bürünmekten geçiyor.

Şunu soralım mı? “Şehirde iz bırakmadan dolaşmak” mümkün mü? Bu sadece suçluların veya aktivistlerin değil, hepimizin derdi olmalı mı?. Kapüşon, güneş gözlüğü, şapka; yüz tanıma yazılımlarını bozan geometrik makyajlar; termal kameraları yanıltan giysiler öneriliyor mesela… Bunlar birer direniş aracı mı sizce?

Gizlenmek değil, görülmeyi bozmak. Kamera seni kaydetsin ama tanımasın. Algoritma seni analiz etsin ama karar veremesin. Göz sana baksın ama seni göremesin.

Bir bilimkurgu filminden söz etmiyorum. Tekrar soruyorum: görünmez olmak, bir hayatta kalma biçimi olabilir mi?.

Yazdıkça fark ettim ki, konu çok uzunmuş, devam ederim. 


Related Posts with Thumbnails