![]() |
Pazar, Ağustos 31, 2025
Neşesizler
Cumartesi, Ağustos 30, 2025
Siyasi uçurtmalar
![]() |
Bu sayının kapağını Bülent Düzgit çizmiş; espri ise büyük olasılıkla Nehar Tüblek’e ait. Tarih olarak 12 Eylül darbesi öncesi döneme denk geliyor ve bu da kapağı ilginç kılıyor. Çarşaf’ın bu kapağı, popüler mizah dergilerinin siyasetle kurduğu mesafeli ilişkiyi iyi özetliyor. Ne tam anlamıyla muhalif, ne de iktidara yaslanan bir çizgi: daha çok “ne sağcıyız, ne solcu” havasında, iki tarafa da hafif hafif serzenişte bulunan bir espri.
Çizimde iki çocuk, uçurtmalarını uçuruyor. Uçurtmalar, dönemin iki büyük siyasi liderinin yüzünü taşıyor: Ecevit ve Demirel. Uçurtmalar havada kapışıyor ve liderler arasındaki didişmeyi temsil ediyor.
Kapağın orijinal çizimi elimde olduğu için fark net görülebiliyor: Düzgit, Ecevit’in uçurtmasını “Sovyet kızıllığı” ile, Demirel’in uçurtmasını ise “Yunan bayrağı” ile simgelemiş. Ancak baskı aşamasında derginin yazı işleri bu sembolleri değiştirmiş.
Bu müdahale, dönemin popüler dergiciliğinin doğasını da gösteriyor. Mizah keskin olabilir, ama otorite karşısında gerektiğinde süratle “yumuşatılır.” Ecevit’i komünist, Demirel’i Yunan işbirlikçisi gibi göstermek sadece aşırı bir yorum değil, siyasi olarak risklidir, hatta kanunen de sorun yaratabilir. Üstelik o dönemde bu iki liderin oyları toplandığında yüzde seksenlere ulaşıyor; yani neredeyse toplumun tamamı onları destekliyor. Böyle bir kapak doğrudan ana akım siyaseti ve seçmen çoğunluğunu karşısına almak anlamına gelecek…
Sonuçta revizyon yapılmış; dergi hem satışını riske atmadan, hem de “çok sert” bir pozisyon almadan kapağını yayımlamış. Mizah dergilerinin o dönemde popülerlikle siyaset arasında kurduğu hassas dengeyi gösteren iyi bir örnek diyelim.
![]() |
Cuma, Ağustos 29, 2025
Kıymetli bir şey
![]() |
Bazen sinirlenip, vara yoğa dert arayanlara "git, bi dolaş hastaneleri, dünyaya başka türlü bakacaksın" derim.
Dinlemek, konuşmak... Dert dinlemek, derdi konuşmak, teskin etmek... şimdilerde çok kullanılıyor, "kıymetli bir şey" İnsanlar çok konuşuyor ve son sözüymüş gibi marazi bir tutkuyla "bağırıyor" ya... O kadar konuşana karşın bana çok az dinleyen varmış gibi geliyor.
Sırf o yüzden olmalı... İnsanlar terapistlerine aşık oluyorlar.
İnsan ömrü ilaçlarla, ameliyatlarla tıbben uzatılıyor ama... dinlememeye, zaman ayırmamaya çare bulunamıyor...
Sadece mektup arkadaşım değil galiba hepimiz hastalarla konuştuğumuzu ve hasta olduğumuzu fark etsek...öyle konuşsak ve dinlesek... birazcık daha rahata ereceğiz. Sanki... evet, sanki öyle bir şey olacak.
Bugün "amca" olmaya karar verdim ve iyimserim. [2019]
Perşembe, Ağustos 28, 2025
Unvanlarımız var, geleceğimiz yok Mıstık abi
![]() |
Kültürlü, gündeme hâkim, entelektüel birikimi olan bu insanlar ay sonunu güçlükle getiriyorlardı. Maaş meselesini doğrudan itiraf edemiyor, bunun yerine kurum içi çekişmelerden, rekabetten, işyeri sorunlarından söz ediyorlardı. Seviyor gibi göründükleri işleri, onlara hayatlarını sürdürmek için sahici bir güvence vermiyordu.
Kırk küsur yıldır çalışıyorum: insanın sevdiği işi yaparak geçimini sağlaması kadar değerli çok az şey vardır. Severek yapılan iş insana sabır, disiplin, hatta bir tür direnç kazandırır. Ama düşük gelir insanı bugüne hapseder; yarın için birikim yapamaz, gelecek planı kuramaz, ailenize bağımlı hale gelirsiniz. Orta sınıf, bu meseleyi hep yoksullar ve alt sınıflar üzerinden anlatırdı, halbuki orta sınıf çoktan biçim değiştirdi.
Bugüne özgü bir şimdiki zaman tespiti: alt sınıflardan kimse artık emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor, örneğin marangoz olmak istemiyor, buna karşın AVM’de güvenlikçi olmak hem daha kolay hem de daha itibarlı görünüyor onlara. Üniformayla çalışıyor, karşı cinsle sosyalleşiyor, “daha renkli” bir iş yapıyor. Aldığı maaş marangozluktan düşük olsa da “sosyal getirileri” nedeniyle bunu önemsemiyor. Bugün “proje koordinatörü”, “consulting manager”, “küratör asistanı” gibi itibarlı unvanlara sahip gençlerin durumu da buna benziyor: işlerinin adı büyük, maaşları küçük ne yazık ki. Çevreleri onların çok kazandığını zannediyor ama aslında içkilerini servis eden garson kadar bile kazanamıyor olabilirler.
Aslında bu tablo, “prekarya” kavramıyla anlatılan yeni sınıfın tipik bir yansıması: güvencesiz, düşük ücretli ama eğitimli ve itibarlı görünen işlerde çalışanları kastediyorum. Genç profesyoneller esnek, yaratıcı ve “özgür” görünüyor ama aynı zamanda sürekli kaygı, güvencesizlik ve belirsizlik içinde yaşıyorlar. Görünürde prestijli bir iş, içeride düşük gelir, uzun mesailer, işsiz kalma korkusu ve gelecek planlarının imkânsızlığını yaşıyorlar.
Bunun adı mutsuzluk ve umutsuzluk. Günü kurtarıyor ama geleceğe bakamıyorsunuz. Bu, klasik bir “prekarya” hali bile değil; çünkü işsiz kalırsanız aç kalıyorsunuz. Yani gerçek anlamıyla çıkışsızlık.
Mıstık abi, sorum şu, bu umutsuz insanlar sosyal medyada ne yapıyorlar veya sosyal medya onları nasıl besliyor - onlardan nasıl besleniyor? Devam edeceğim…
![]() |
Çarşamba, Ağustos 27, 2025
Kendim ettim kendim buldum
Oğluma anlatıyorum bunları ama muhtemelen o yokluğu anlamlandıramıyor. Çünkü bambaşka bir çağdayız. Artık her şey elimizin altında. Çok film var, çok kitap, çok şarkı… “Çok”un hüküm sürdüğü bir çağdayız. Çok şeye maruz kalıyoruz, çok şeyden haberdar oluyoruz, her birine yetişmeye çalışıyoruz. Çok arkadaşımız var, çok insanla konuşuyoruz, çok kişiyle tartışıyor, çok insanla flört ediyoruz. Çok görünmek, çok konuşulmak istiyoruz. Ama çok canımızı sıkarsa, bir tıkla engelliyoruz.
Çağımızın derdi “azlık” değil, tam tersine “çokluk.” Bizi yoran, uyuşturan, bağışıklığımızı çökerten bir fazlalık bu. Tarihsel olarak her birimiz Marx’tan, Freud’dan, Steinbeck’ten daha fazla kitap okusak da bu çokluk derinleşmeyi sağlamıyor; yüzeyde kalıyoruz.
Neil Postman, “malumatla tıka basa doluyuz ama ne yapacağımızı bilemiyoruz” derken malumatla eylem arasındaki kopmayı vurguluyordu. Sosyal medya ile birlikte uzun metin okuma becerimizin köreldiğini her birimiz gözlemlemiş olmalıyız. Çokluk, dikkati dağıtıyor, yoğunlaşmayı engelliyor. O kadar vaktimiz yok hiçbir şeye… Peh peh…Byung-Chul Han, bu “çokluk”, üretkenlik ve görünürlük baskısı bir noktadan sonra bizi kendi kendimizi sömürmeye itiyor diyordu mesela. "Kendim ettim, kendim buldum" çalıyor fonda…
Asıl ihtiyacımız sadeleşmek; azaltmak, geri çekilmek, yavaşlamak. Bu kadar çok insan, bu kadar çok haber, imge, kavga, malumat bizi hasta ediyor. Fazlalığın bağışıklığı çökerttiği bir çağdayız. İyileşme, eksiltmekte gizli…
Salı, Ağustos 26, 2025
Rüya ve Kâbus
![]() |
Mesela polisiye edebiyatının çığır açıcı yazarlarından Dashiell Hammett bir dönem Alex Raymond’la birlikte X-9 bantlarını yapmıştı. Hammett yazıyor, Raymond çiziyordu; kulağa hâlâ rüya gibi geliyor. Bu birlikteliği öğrendiğim andan itibaren meraklanmıştım. Fakat sonradan gördüm ki bizde otuzlu yıllarda yayınlanan çeviriler aslına pek benzemiyor; ilave metinler, Türkleştirmeler, anlamı bulanıklaştıran müdahalelerle neredeyse bambaşka bir şeye dönüşmüşler. Asıl versiyona ulaşmam otuz beş yılımı aldı. Nihayet diyelim, Hammett’in yazdığı, Raymond’un çizdiği X-9’ları okuyabildim.
Ve peşinen söyleyeyim: okuduklarım düşündüğüm kadar parlak değildi. Eskimiş olmalarını normal sayıyordum ama bu kadar kopuk ve dağınık olacaklarını tahmin etmemiştim. Raymond’un çizgileri her zamanki gibi ışıldıyordu ama senaryolar Hammett havası taşımıyordu. O yoğun, sert, “daha önce hiç yazılmamış gibi görünen sahneler” yoktu. Hammett belli ki işi önemsememişti. Belki de ciddiye alacak durumda değildi.
Koşulları düşününce bu şaşırtıcı olmayabilir. Hammett o yıllarda polisiyenin yıldızıydı; ama aynı zamanda FBI tarafından takip edilen bir Marksist, politik bir aktivistti. Sağlığı kötüydü, verem ve hepatit pençesindeydi, çok içiyordu, borç içindeydi. Haftalık beş yüz dolarlık teklifi hemen kabul etmiş olmalı. Buna karşılık ortağı Raymond ondan on iki yaş küçüktü, sağlıklıydı, siyasetten uzak, ailesine bağlıydı. Bir "alkol kardeşliği" kuramazdı Hammet ile. Anlaşılan uyumsuz bir ikili olmuşlardı. King Features zaten ilk bantları beğenmedi, Hammett’in yazdıkları edit edilmeye, ödemeler gecikmeye başladı. Alkol, teslim tarihlerini kaçırmasına yol açtı. Kısa sürede ortaklık sona erdi. Hammett hayatına içki, politik baskılar ve edebi sömürüyle devam etti, çizgi romandan uzaklaştı; Raymond ise Flash Gordon ve Dedektif Nik gibi efsanelerle şöhretini büyüttü.
Ama mesele sadece kişisel sorunlar değil. Çizgi roman (bant) başka bir anlatım formu: her gün gazetede üç dört kareyle “bir şey” söylemek, onu da ertesi gün merak ettirecek şekilde bitirmek gerekiyor. Görsel ardışıklığın matematiğini kurmak şart. Hammett büyük bir romancıydı ama bu formun mantığını kavrayamadığı anlaşılıyor. İyi yazar olmak, iyi senaryo yazarı olmak için yeterli değildi.
Bugünden bakınca X-9’un “olamamışlığı” yine de kıymetli. Çünkü bize edebiyat ile çizgi romanın, yüksek kültür ile pulp’un her zaman buluşamayacağını, bazen çelişkiyle sonuçlanacağını gösteriyor. Hammett-Raymond işbirliği bir hayalin değil, bir uyumsuzluğun kaydı olarak duruyor.
![]() |
Pazartesi, Ağustos 25, 2025
Muhterem hanımefendi
![]() |
Pazar, Ağustos 24, 2025
Thomas Ott Anlatıyor
![]() |
Ott, insanların kötü olduğuna inanıyor, her birimizin hasta veya sapkın olduğunu düşünüyor. Dünyanın çürümüşlüğünü resmetmekten keyif alıyor. Bir söyleşisinde “kâbuslar, içimizde taşıdığımız karanlık cehennem çukurlarına açılan kapılardır” demiş. Aşağıda Ott’un çeşitli röportajlarında dile getirdiği görüşlerden kısa alıntılar yer alıyor. Her biri onun karanlık anlatı evrenine açılan patikalar olabilir.
Sarmal: Hikâyelerim genellikle bir tür aşağıya doğru sarmal hareketle işler. Daha ilk kareden her şeyin kötüye gideceğini ve bu kısır döngüden kaçış olmadığını anlarsınız. Sonra da kaçınılmaz biçimde o derinliğe çekilirsiniz. Bu his, benim hoşuma gidiyor. Çünkü bu dünyada hiçbir şey gerçekten yolunda gitmiyor.
Masalcı: Aslında büyük bir ahlakçıyım. Mizahımın ardında daima bir uyarı parmağı sallanır ve şöyle der: “Bunu yapmamalısın! Kötü olursan başına korkunç şeyler gelir!” Bazen kendimi masal anlatıyormuş gibi hissediyorum ve bunu fark ettiğimde, bu role bürünmek bana komik geliyor. (…) Okuyucular hikâyelerimi bir mizah duygusu ve ironiyle okusunlar. Ciddiye almak isterlerse alsınlar, ama sonrasında da gülüp geçebilsinler isterim.
Kuklacının kaybedenleri: Bazen kendimi, hissiz kuklalarla oynayan bir kuklacı gibi hissediyorum. Kaybedenlerin psikolojik olarak daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Onları birer yansıtma yüzeyi gibi kullanıyorum.
Kara: Muhtemelen olumlu düşünen bir karamsarım ya da olumsuz yönelimli bir iyimserim. Gerçek hayatta çok iyimserim ve her şeyin bir şekilde çözülebileceğine inanırım. Ama işlerimde karanlık yönlere özel bir eğilimim var. İnsanların görmek istemediği şeyleri göstermek istiyorum.
Güç: Birisi işlerime bakıp “ben böyle şeylere bakamam,” deyip kenara koyarsa hiç rahatsız olmam. Aksine, hoşuma gider. Bu, kimileri için rahatsız edici olabilen bir güce sahip olduğum anlamına gelir.
Aile: Babam kırk yaşında tekrar okula dönerek resim öğretmeni oldu, annem ise çocuklara resim dersi veriyordu. Yani evde sürekli bir şeyler çizilirdi ve yaptıklarımı takdir ederlerdi. Bazen resimlerime ve hikâyelerime bakarak endişelenmiş “oğlumuzun nesi var?” diye düşünmüş olabilirler.
Zombi : Bir zombi hikâyesi çizdiğimde, onun sadece klişe olmasını istemem. Gerçek hayatla bir bağlantısı olsun isterim. Benim zombilerim mesela fabrika işçisidir.
Kazıma tahtası ve keski: Kalem ve mürekkeple yaptığım çizimler giderek karardı, tamamen siyah yüzeyleri boyarken buldum kendimi. Bu noktada kazıma tahtası daha mantıklı ve ekonomik bir çözüm oldu. Artık Japon bıçağıyla siyah yüzeyi kazıyorum, alttan beyaz ortaya çıkıyor.
Ömür: Emekli olana kadar hayatımın geri kalanını bu kazıma işlemiyle geçirebilirim. Ama bazen çizimle ulaşabileceğim sınırların ucuna geldiğimi hissediyorum.
Mola: Birkaç yıl önce film okuluna gittim. Yeni bir şey öğrenmek çok besleyiciydi. Bu tür molalar her zaman faydalıdır. Kartonların üstünde dolaşan bir hamamböceğine dönüşmek istemiyorum…
Gelecek: Çizgi romanlar sürekli yeniden doğuyor ve asla tamamen kaybolmayacaklar. Medya gelişiyor ama çizgi romanlar başka bir mecrayla yer değiştirmek yerine onunla paralel ilerliyor. Çizgi roman hâlâ çağdaş bir anlatım biçimi.
![]() |
Cumartesi, Ağustos 23, 2025
Kahrolasın İstanbul şehri!
![]() |
Cuma, Ağustos 22, 2025
Döverim!
![]() |
Not: Fotoğrafı Haluk Ecevit gönderdi, Trakya'dan köylüleriymiş, biri Ramazan'da davulculuk yaparmış... Davulun vur ha vur temposu ona iyi gelmiş midir acaba?
Perşembe, Ağustos 21, 2025
Hırsız Defterinin Kadınları
![]() |
Bu defa, benzer nitelikte, daha çok sayfalı, hırsız resimlerinden oluşan bir yenisine ulaştım. Aynı boyutlarda üretilen kitapçık kendi içerisinde bölümlere ayrılmış: Dükkan hırsızları, Deniz hırsızları, Ev Hırsızları, Otomobil hırsızları gibi..
Suçlu sayısı artınca galiba, kadın sayısı da artmış, benzer bir yorumu Rum ve Ermeni azınlık için de söylemek mümkün ama ben kadınlarla ilgili dikkatimi çeken bir iki karakteristiği paylaşacağım. Kadın suçlular, tamamıyla ev hırsızlıklarında görülüyorlar, otomobil ve tekne işine hiç girmemelerini anlıyorum ama sanki dükkan soygununa da dahil olurlarmış gibi geliyordu bana. Meğerse, en azından o yıllarda hiç yer almamışlar.
Kadınlar, "anne ve ev hanımı" olarak evle-ev hayatıyla özdeşleştirilirler, suça bulaştıklarında iyi bildikleri "ev"e yoğunlaşmaları hiç garip değil elbette.
1930-50 yılları arasında yazılmış polis hatıratlarına baktığınızda kadınların "bohçacı" gibi evlere sızıp, etrafı kolaçan ettiğini, soyguna gelen erkek hırsızlara yardım ettiğini biliyoruz. Veya fuhuş niyetiyle girdikleri erkeklerin evlerini soyduklarını... Çoğu erkeğin kaçamak yaptığı için gıklarını çıkaramadıklarını filan...
Suçlu kadınların resimlerinden örnekler seçtim, ne zaman-nerde-ne suç işledikleri veya kişisel hikayeleri belli olmadığı için ne desek boş... resme bakıp hafif tertip "uçuyoruz"... Yaşlıca görünen kadınların bohçaçı olduğu tahmin edilebilir... Hepsinin nitelikli hırsız gibi görünmedikleri de anlaşılıyor. Erkek fotoğraflarındaki alamode esintilerden eser yok...Jale hariç hepsinin geleneksel isimleri var. Lakaplarının olmaması suç bahsinde amatör kaldıklarının bir delili.
Çarşamba, Ağustos 20, 2025
Salı, Ağustos 19, 2025
Tamlık bir fantezidir
![]() |
Pazartesi, Ağustos 18, 2025
Vittorio Giardino anlatıyor
![]() |
Ben: Bir karakter yaratırken işin içine kendimi de katarım. Anlattığım her hikâye, kolay anlaşılmasa da bir tür itiraftır. Bazen arkadaşlarım yaşadığım kimi olayları fark eder ya da tanıdığım gerçek kişileri bazı karakterlerde teşhis edebilirler. Bunu ancak çok yakın arkadaşlarım fark edebilir, başkası değil.
Tehlike: Kadınlar tehlikelidir çünkü, en azından benim için, bir erkeğin hayatında vazgeçilmez olurlar. Hayatımda pek çok seçimim kadınlara bağlı oldu, dolayısıyla isterse bir kadın bir erkeği mahvedebilir. Elbette bunun tersi de mümkündür.
Hakikat: Evet, “biz hakikate sahip değiliz, karakterlerim de değil” dedim, böyle düşünüyorum.
Siyah beyaz: Sam Pezzo’da siyah-beyaz bir teknik kullandım çünkü noir bir çizgi roman yaratmak istiyordum. Bu nedenle renk bana uygun gelmedi, profesyonel olarak çizdiğim ilk çizgi romandı. Siyah-beyaz başladım, sonra renge geçtim.
Etkiler: Hergé ve diğerlerinden etkilenme vardı ama (ben de) belki de diyorum Gauguin, Van Gogh ve Hokusai daha güçlü bir etki bırakmıştır. “Tarzımı ben seçmedim, kendiliğinden oluştu” dediğim çok oldu. Herhangi bir sanat akademisine gitmedim, belki bu yüzden gördüğümü, gördüğüm şekilde çizerim. Tarzımın birçok yönü kullandığım araçlara bağlıdır. Kömür kalem kullansaydım sonuç farklı olurdu. Şimdiye dek neredeyse hep çini mürekkebi, dolma kalem ve fırça kullandım. Gelecekte ne olur, bilmiyorum…
Zanaat: Sayfalarımı kendim renklendiririm. Şimdiye kadar (neredeyse daima) suluboya kullandım, hızını ve serbestliğini seviyorum. Bilgisayarda renklendirmeyi bilmem ve öğrenmek istemem. Elbette bu yolla etkileyici işler yapılabilir, ama ben “zanaat”ı seviyorum.
Ödüller: elbette önemlidir ama insanı “iyi olduğuna” inandırmalarına izin vermemek gerekir. Böylece kibirlenme riski doğar, benim işimde öğrenme süreci hiç bitmez.
Süreç: Yaratımın tüm aşamalarını severim: araştırma, dokümantasyon, dekor, eskiz, çizim ve renklendirme… Hepsini severim. En az sevdiğim, hikâye bittikten sonra yayınevleriyle yayım hakkında konuşmaktır.
Ayrıntılar: Gerçek hayatta ayrıntıları gözlemlerim, istemesem de bana “konuşurlar”. Mesela bir eve girdiğinizde, henüz tanışmamış olsanız bile etrafa bakarak orada yaşayan insanlar hakkında çok şey çıkarabilirsiniz. Bu yüzden sayfalara fazlasıyla ayrıntı koyarım, belki fazla bile. Okurlar bu ayrıntıları bilinçli olarak fark etmese bile, hissederler.
Amaç: Çizgi roman, roman, film, müzik gibi şeyler şöhret ve servet için yapılabilir. Buna “şöhret için çalışmak” diyorum. Buna pek ilgi duymuyorum. Bir de gelecekteki kuşakların ilgisini çekecek, “klasik” olacak hikâyeler yaratmak için çalışmak vardır. Buna da “ölümsüzlük için çalışmak” diyorum. Başarır mıyım bilmem ama hedefim budur.
Fikir: yolculuklardan, yaşam deneyiminden, kitaptan, filmden, müzikten ya da herhangi bir şeyden çıkabilir. Doğru bir his, aniden ve beklenmedik şekilde gelebilir, yoğun olabilir ama enikonu kısacaktır, oysa hikâyeyi yaratma süreci çok daha uzundur.
Şaheserler: En başarılı çizgi romanlar günlük olarak tefrika edilmiş olanlardır ve baş karakter, eserin kendisinden daha ünlü olmuştur. Bu edebiyatta da olabilir (mesela Komiser Maigret), ama çizgi romanda daha kolay ve sık olur. Tefrika doğası gereği olumlu ya da olumsuz değildir. Şöyle anlatabilirim, şaheser niteliğinde tefrikalar da vardır, berbat grafik romanlar da. Çizgi roman okurum ama yayımlanan her şeyi okuyacak vaktim ya da imkânım yok. O kadar çok var ki! Onun yerine genellikle bir klasiği yeniden okurum çünkü onlar bana her zaman bir şey öğretebilir.
![]() |
Pazar, Ağustos 17, 2025
İçerik Organizmaları: Algoritma canlıları
Cumartesi, Ağustos 16, 2025
Umut Endüstrisi: Yarın Gelecek-Gelmeyecek
![]() |
Umut, bu yönüyle başarısızlığı öteleyen bir erteleme mekanizmasıdır. Böyle bakınca yalnızca iyimserliğin ön şartı değil, çoğu zaman eylemsizliğin ve teslimiyetin bahanesi olabilir. Albert Camus’nün “absürd” kavramını hatırlayalım: Hayatın anlamı yoktur ama biz ona anlam yüklemek için umut ederiz. Umut, Camus’ye göre “ölümden ya da hayatın boşluğundan kaçma yoludur.” Büyük bir kötülüktür; çünkü hayatın gerçekliğiyle yüzleşmemizi engeller. Sisifos, taşı tepeye tekrar tekrar çıkarır ama “bir gün orada kalır” umuduyla değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiği için bunu yapar.
Kapitalizm ise bu umudu janjanlı bir ambalaj -bir tür ideolojik vitrin- içinde paketleyip bize sunar. Statükoyu kabulleniriz; çünkü “yarın” dediğimiz zaman aralığı her zaman kurtuluş ihtimali taşır. Umut, bu bağlamda, iktidar elinde toplumsal enerji ve öfkeyi soğutma aracına dönüşür. Şimdi olmasa bile yakın gelecekte bir şeyler düzeleceğine inandırılırız.
Aksini düşünenler de var elbette. Ernst Bloch, “henüz olmayanın bilgisi” olarak tanımladığı umudun, insanın değişim kapasitesini beslediğini söyler. Fikren kendime yakın bulduğum Gramsci ise “zihnim karamsar, iradem iyimser” derken, umudu irrasyonel bir beklenti değil, aklın gördüğü olumsuzluklara rağmen eylemi sürdürebilme gücü olarak tanımlar. Mücadele azmini, iradenin iyimserliğine bağlar.
Umutsuzluğu benimsemek, bu boşlukla yüzleşmek ve yine de yaşamı sürdürmek anlamına gelir. Bu, karamsarlık değildir; “her şey kötüye gidecek” demek hiç değildir. Aksine, beklentiden arınmış bir bakış, harekete geçmeyi kolaylaştırır. Beklentisizliğin güç veren bir potansiyeli vardır. Ne bir kurtarıcıya, ne sistemin kendi kendini düzelteceğine, ne de bireysel ilişkilerde “bir gün düzelecek” yanılgısına yaslanırız.
Genç bir asistanken, “İnsanlar nasıl oluyor da hayata devam ediyor; mutsuzluk ve başarısızlıkla, duygusal kıtlıkla nasıl baş ediyorlar?” diye düşünürdüm. O yıllarda sosyal medya yoktu. Olsaydı, aklım iyice karışırdı, sahiden karışık be Mıstık abi. Platformlarda umut, çoğunlukla tek bir görsel, slogan ya da ilham verici bir cümleye indirgeniyor; scroll ederken yarım saniyede tüketilen bir “iyi his” haline geliyor. Bloch’un eylemci umudundan fersah fersah uzak, anlık bir duygusal uyaran bu.
Sosyal medya algoritmaları, umut söylemini de tıpkı öfke ya da korku söylemleri gibi “etkileşim” odaklı yönetiyor. Bir içerik, kullanıcıyı platformda uzun süre tutar ve “paylaş-beğen-yorum yap” üçgeninde dolaştırırsa yaşar; yoksa bir parmak hareketiyle aşağıya - mezara gönderilir.
Üstelik platform ekolojisi, ortak bir “büyük umut”tan ziyade çoklu mikro-umutlar üretiyor. Her alt-kültür, kendi estetik ve jargonuna göre bir umut inşa ediyor: Aktivistler radikal değişim umudu taşır, fitnesçiler “yeni bir ben” hayalini kurar, finansçılar zengin olma yollarına sarılır vs
Ve işin ilginç tarafı şu, sosyal medyada umutsuzluk bile, umut benzeri bir duygusal pakete dönüştürülüyor. Üretilen melankolinin içinde, anlaşılma ve bağ kurma umudu istifleniyor. Böylece umutsuzluk bile umut ekosisteminin parçası oluyor.
Lafı uzatmayayım… sosyal medyada umut ve umutsuzluk üzerine yazacağım bir süre…Girizgah diyelim
![]() |
Cuma, Ağustos 15, 2025
Seyrüsefer Defteri 172
![]() |
![]() |
Perşembe, Ağustos 14, 2025
Kulisten ekrana, Rock'tan reele
![]() |
Elbette, birinin ya da bir grubun hayranı olmanın, şarkılarla ve sahnedekilerle duygusal bir bağ kurmanın olumlu görülebilecek yönleri var. Ne ki, gündelik dilde grupiler olumsuz ve küçümseyici biçimde hatırlanıyorlar. Müzisyenlerle sevgili olmaya çalışan, ün peşinde koşan, kolay erişilen, “ünlüyle birlikte olma”yı bir başarı sayan kadınlar olarak kodlanıyorlar.
Rock mitolojisinde ilham perisi (muse) sayılan, grupların filli bir parçası olarak görülen grupiler çok. Epeyce hatıra kitabı ve haklarında ayrıntılı röportajlar çıktığı için öykülerini de biliyoruz. Pamela des Barres en ünlülerinden biri olabilir.
Bu kültür sadece rock sahnesine özgü değil tabii. Yıllar içinde gerek edebiyat dünyasında, gerekse mizah dergilerinde grupi benzeri fanlara denk geldim. Özellikle imza günleri hakkında birisi akademik çalışma yapsa çok farklı fan portreleriyle karşılaşır bence… Ya akademicim, birazcık kıpırdasan, popüler kültür “akıyor”, dalsan o suya…
Şimdiki zamanda “grupi” bir Rolling Stone fıkrası gibi anlatılmıyor. Bu kavram fenomenlerin, Youtuber’ların, rapçilerin ve influencer’ların çevresinde dolanan, onlara yakın olmaya çalışan hayranlar için de kullanılıyor. Çok daha karmaşık bir meseleye dönüşmüş durumda. Sosyal medya çağındayız, grupilik artık genel olarak arzunun, özel olarak şöhret arzusunun ve toplumsal görünürlüğün boca edildiği bir yerde yaşıyor…
Üstelik artık evden kaçıp turne otobüslerine binmeye de gerek yok. Dijital olarak her şeyi takip eden, DM atan, algoritmaları tetikleyen, yorumlarla bağıran figürlere evrildiler. Fiziksel bir yakınlıktan çok, simgesel, dijital ve sosyal sermaye kazanımına yönelmiş bir grupilik bu. Sosyal medyada bir ünlüyle çekilmiş bir fotoğrafı, ondan gelen bir DM’yi paylaşmak hem dikkat çekiyor hem de o dikkat üzerinden bir tür mikro-şöhret sağlıyor.
İnsanlar dikkat çekince değer kazandığını hissediyor ve bana kalırsa grupiliğin temelinde yatan asıl güdü bu. Sosyal medya çağında da olsa, değişmiyor: ünlüyle arkadaş ya da sevgili olmak, onunla eğlenmek ya da konuşmak, o şöhretle “eşitlenme” hissi yaratıyor. Bu sayede insanlar kendi değerini o yakınlıktan devşiriyor.
#MeToo sonrası, geçmişteki kimi “groupie” ilişkilerinin istismar içerdiği, yaş farklarının ve güç dengesizliklerinin çoğu zaman görmezden gelindiği ortaya çıktı. Şaşırmadık değil mi? Hani Mıstık abi, selebriti seven bir kız arkadaşımıza kibarca “Sen onlardan biri olmuyorsun; onlar seninle sadece yatıyorlar” demişti de kıyamet kopmuştu ya… Yirmi yıl oluyor. Bkz RakınrolAnkara
Yanlış anlaşılmak istemem, grupileri yalnızca cinsellikle tanımlayan görüşe katılmıyor, fazlasıyla erkek bir yerden anlatıldıklarını düşünüyorum. Bu insanlar özgür iradeleriyle istediklerini yaşamış, bilinçli biçimde bir hayat tarzını seçmiş olabilirler. Bugünkü sosyal medya fanları için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Ahlaki bir yerden bakmıyorum demek istiyorum. Ama mesele netameli; yokmuş gibi de davranamayız.
![]() |
Çarşamba, Ağustos 13, 2025
Kaybolma sanatlarından dijital maske (3)
![]() |




.png)























