Pazar, Ağustos 31, 2025

Neşesizler

Yukarıdaki görsel Yedigün’den, İbrahim Alaettin Gövsa’nın bir denemesinden (3 Mayıs 1938). Bugün okunduğunda bolca beyhude laf, yuvarlak cümle ve kısmen palavra içeriyor… Ben oldum olası kolay gülen, çabuk neşelenen biri olduğumdan “neşesizlik” meselesi hemmen dikkatimi çeker. Eski metinlerde “kolay gülen”ler çoğu kez aptal muamelesi görür, az gülmek ise ağırbaşlılık, hatta mütedeyyinlik göstergesi sayılır.

Gövsa belli ki bir Fransız dergisinden esinlenmiş, araya Şopen, Şubert, Betoven, Flober, Bodler, Verlen gibi isimleri serpiştirmiş. İlginçtir, Tamburi Cemil Bey’i de “neşesiz” olarak anıyor. Ama bu ne demek? Suratsızlık mı? Melankoli mi? Gövsa bunu vereme bağlıyor. O yılların anlayışıyla bakıldığında hastalıkla ruh halini doğrudan ilişkilendirmek çok doğal görünüyor. Oysa bugünden bakınca, melankoliyi sadece “neşesizlik” olarak tarif etmek hayli indirgemeci bir yorum olur. Melankoli bambaşka bir yoğunluk, bir yaratıcı duygu hali de olabilir.

Tevfik Fikret için söyledikleri daha da çarpıcı: “Sağlam ve pehlivan gibi bir bünyeye sahipken fazla hassasiyetinin ve bu hassasiyete uygun gelmeyen muhit şartlarının tesiri altında titiz, geçimsiz ve neşesiz bir adam olmuştu.” Sizin de dikkatinizi çekmiştir,  “neşesizlik”, kişisel karakterin değil, neredeyse toplumsal uyumsuzluğun işareti olarak gösterilmiş.

Yazının sonunda ise Gövsa, “neşesizlik tedavi edilir mi?” diye soruyor. Verdiği reçete, bugünün “wellness” jargonunu andırıyor: düzenli spor, sevilen bir meşgale, eğlenceler, ümitli bir meslek hayatı, bir ideale bağlanış… Yani 1938’de de “ruhsal sıkıntı”ya karşı önerilen şey, aslında hayat tarzının yeniden düzenlenmesi demekmiş.

Asıl mesele şu: Gövsa’nın “tedavi” önerileri, bireyin içsel sıkıntısını toplumsal faydaya ve üretkenliğe bağlayan bir mantığı gizliyor. Yani neşesizliği bile “düzeltilmesi gereken bir arıza” gibi görüp, kişiyi yeniden işlevsel kılmaya çalışıyor. Bugünün terapi önerileri de çoğu kez aynı şeyi yapmıyor mu? “Daha verimli ol, daha sağlıklı yaşa, mutlu ol ki çalışmaya devam edebil.” Hüznün, melankolinin ya da neşesizliğin kendi başına bir varlık ve deneyim biçimi olabileceğini görmezden gelinebiliyor demek istiyorum.

Şunu sormasam olmaz: Neşesizlik neden mutlaka “tedavi edilmesi” gereken bir şey olsun ki? 1938’den bugüne aynı ses yankılanıyor: her birimiz, “neşeli” olmalıyız, aksi halde toplumsalın bir parçası olarak ya hasta ya da sorunlu sayılırız.

Bugün “pozitif psikoloji” adıyla pazarlanan yaklaşımlar da aynı damarı sürdürüyor. Neşe, bir ruh hali olmaktan çok, ölçülüp biçilebilen bir performans kriterine dönüşüyor. “Mutlu olmayı seç”, “kendini pozitif düşünceyle iyileştir” gibi sloganlar aslında bireyin ruhsal yükünü tamamen kendi sırtına yıkıyor. Halbuki neşe, çoğu zaman dış koşulların, toplumsal eşitsizliklerin, gündelik hayatın ağırlığının belirlediği bir duygu iklimidir. Bunu göz ardı edip neşeyi bireysel bir sorumluluk haline getirmek, tıpkı Gövsa’nın 1938’de yaptığı gibi, hüznü ve melankoliyi toplumsal eleştirinin kaynağı olmaktan çıkarıp kişisel bir “arıza” gibi göstermekten öteye gitmiyor.

Cumartesi, Ağustos 30, 2025

Siyasi uçurtmalar

1980 tarihli bir Çarşaf dergisi kapağı. Bilmeyenler için hatırlatalım: Çarşaf, Hürriyet’in çıkardığı bir mizah dergisiydi. Gırgır’ın (Günaydın grubunun çıkardığı, dönemin en çok satan mizah dergisi) popülaritesine karşı bir alternatif olarak yayımlanmıştı. O da aynı şekilde çok satan, geniş kitlelere ulaşan bir yayındı.

Bu sayının kapağını Bülent Düzgit çizmiş; espri ise büyük olasılıkla Nehar Tüblek’e ait. Tarih olarak 12 Eylül darbesi öncesi döneme denk geliyor ve bu da kapağı ilginç kılıyor. Çarşaf’ın bu kapağı, popüler mizah dergilerinin siyasetle kurduğu mesafeli ilişkiyi iyi özetliyor. Ne tam anlamıyla muhalif, ne de iktidara yaslanan bir çizgi: daha çok “ne sağcıyız, ne solcu” havasında, iki tarafa da hafif hafif serzenişte bulunan bir espri.

Çizimde iki çocuk, uçurtmalarını uçuruyor. Uçurtmalar, dönemin iki büyük siyasi liderinin yüzünü taşıyor: Ecevit ve Demirel. Uçurtmalar havada kapışıyor ve liderler arasındaki didişmeyi temsil ediyor.

Kapağın orijinal çizimi elimde olduğu için fark net görülebiliyor: Düzgit, Ecevit’in uçurtmasını “Sovyet kızıllığı” ile, Demirel’in uçurtmasını ise “Yunan bayrağı” ile simgelemiş. Ancak baskı aşamasında derginin yazı işleri bu sembolleri değiştirmiş.

Bu müdahale, dönemin popüler dergiciliğinin doğasını da gösteriyor. Mizah keskin olabilir, ama otorite karşısında gerektiğinde süratle “yumuşatılır.” Ecevit’i komünist, Demirel’i Yunan işbirlikçisi gibi göstermek sadece aşırı bir yorum değil, siyasi olarak risklidir, hatta kanunen de sorun yaratabilir. Üstelik o dönemde bu iki liderin oyları toplandığında yüzde seksenlere ulaşıyor; yani neredeyse toplumun tamamı onları destekliyor. Böyle bir kapak doğrudan ana akım siyaseti ve seçmen çoğunluğunu karşısına almak anlamına gelecek…

Sonuçta revizyon yapılmış; dergi hem satışını riske atmadan, hem de “çok sert” bir pozisyon almadan kapağını yayımlamış. Mizah dergilerinin o dönemde popülerlikle siyaset arasında kurduğu hassas dengeyi gösteren iyi bir örnek diyelim.

Cuma, Ağustos 29, 2025

Kıymetli bir şey


Bir "mektup" arkadaşım, gönüllü olarak "hastalarla" telefonda görüşüyor, onlara moral veriyormuş... Sohbet, sempati, yakınlık... çok ilgimi çekti. Dün, Tanıl'la konuştum, o da yirmili yaşlarda geçirdiği bir ameliyat sonrasında kendisine ziyarete gelen birini anlattı. Meğer, o da ziyaret saatinde hastaları dolaşan, onlara moral veren biriymiş.

Bazen sinirlenip, vara yoğa dert arayanlara "git, bi dolaş hastaneleri, dünyaya başka türlü bakacaksın" derim.

Dinlemek, konuşmak... Dert dinlemek, derdi konuşmak, teskin etmek... şimdilerde çok kullanılıyor, "kıymetli bir şey" İnsanlar çok konuşuyor ve son sözüymüş gibi marazi bir tutkuyla "bağırıyor" ya... O kadar konuşana karşın bana çok az dinleyen varmış gibi geliyor.

Sırf o yüzden olmalı... İnsanlar terapistlerine aşık oluyorlar.

İnsan ömrü ilaçlarla, ameliyatlarla tıbben uzatılıyor ama... dinlememeye, zaman ayırmamaya çare bulunamıyor...

Sadece mektup arkadaşım değil galiba hepimiz hastalarla konuştuğumuzu ve hasta olduğumuzu fark etsek...öyle konuşsak ve dinlesek... birazcık daha rahata ereceğiz.  Sanki... evet, sanki öyle bir şey olacak.

Bugün "amca" olmaya karar verdim ve iyimserim. [2019]

Ruhhattı (5)





Perşembe, Ağustos 28, 2025

Unvanlarımız var, geleceğimiz yok Mıstık abi

Yazının başlığı “maaşını söyleyemeyenler kulübü” olabilirdi, üzücü olduğunun farkındayım. Biraz onlardan söz edeceğim. Geçtiğimiz altı ay içinde hiç olmadığı kadar çok insanla tanıştım. Hepsi otuzlarında, iyi eğitimli, yabancı dil bilen, plaza hayatının beyaz yakalılarıydı. Çeşitli projelerde çalışıyor, işlerinde başarılı olduklarını belli eden bir özgüven taşıyorlardı. Onlarla sohbet ettikçe giderek şunu fark ettim: eğitimleri ve işlerinin niteliğine göre aldıkları maaşlar şaşırtıcı derecede düşüktü. Onları izleyen herhangi biri, bu kadar az kazandıklarını tahmin edemezdi.

Kültürlü, gündeme hâkim, entelektüel birikimi olan bu insanlar ay sonunu güçlükle getiriyorlardı. Maaş meselesini doğrudan itiraf edemiyor, bunun yerine kurum içi çekişmelerden, rekabetten, işyeri sorunlarından söz ediyorlardı. Seviyor gibi göründükleri işleri, onlara hayatlarını sürdürmek için sahici bir güvence vermiyordu.

Kırk küsur yıldır çalışıyorum: insanın sevdiği işi yaparak geçimini sağlaması kadar değerli çok az şey vardır. Severek yapılan iş insana sabır, disiplin, hatta bir tür direnç kazandırır. Ama düşük gelir insanı bugüne hapseder; yarın için birikim yapamaz, gelecek planı kuramaz, ailenize bağımlı hale gelirsiniz. Orta sınıf, bu meseleyi hep yoksullar ve alt sınıflar üzerinden anlatırdı, halbuki orta sınıf çoktan biçim değiştirdi.

Bugüne özgü bir şimdiki zaman tespiti: alt sınıflardan kimse artık emek yoğun işlerde çalışmak istemiyor, örneğin marangoz olmak istemiyor, buna karşın AVM’de güvenlikçi olmak hem daha kolay hem de daha itibarlı görünüyor onlara. Üniformayla çalışıyor, karşı cinsle sosyalleşiyor, “daha renkli” bir iş yapıyor. Aldığı maaş marangozluktan düşük olsa da “sosyal getirileri” nedeniyle bunu önemsemiyor. Bugün “proje koordinatörü”, “consulting manager”, “küratör asistanı” gibi itibarlı unvanlara sahip gençlerin durumu da buna benziyor: işlerinin adı büyük, maaşları küçük ne yazık ki. Çevreleri onların çok kazandığını zannediyor ama aslında içkilerini servis eden garson kadar bile kazanamıyor olabilirler.

Aslında bu tablo, “prekarya” kavramıyla anlatılan yeni sınıfın tipik bir yansıması: güvencesiz, düşük ücretli ama eğitimli ve itibarlı görünen işlerde çalışanları kastediyorum. Genç profesyoneller esnek, yaratıcı ve “özgür” görünüyor ama aynı zamanda sürekli kaygı, güvencesizlik ve belirsizlik içinde yaşıyorlar. Görünürde prestijli bir iş, içeride düşük gelir, uzun mesailer, işsiz kalma korkusu ve gelecek planlarının imkânsızlığını yaşıyorlar.

Bunun adı mutsuzluk ve umutsuzluk. Günü kurtarıyor ama geleceğe bakamıyorsunuz. Bu, klasik bir “prekarya” hali bile değil; çünkü işsiz kalırsanız aç kalıyorsunuz. Yani gerçek anlamıyla çıkışsızlık.

Mıstık abi, sorum şu, bu umutsuz insanlar sosyal medyada ne yapıyorlar veya sosyal medya onları nasıl besliyor - onlardan nasıl besleniyor?  Devam edeceğim…

Çarşamba, Ağustos 27, 2025

Kendim ettim kendim buldum

1996 yılında, hayatımda ilk kez yurt dışına çıktığımda, elimdeki üç beş kuruşla film-video kaset almak istedim. Param sadece Ford’un “Posta Arabası”na yetti. Kaseti çantama zulalarken birileri, “uçağa binerken rastgele arama yaparlar ve sana denk düşerse el koyarlar” dedi; sahiden korkmuştum. Hem para gidecek, hem film… O yıllarda bir filme ulaşmak gerçekten zordu. Daha öncesinde daha da imkânsızdı: Bergman’ın filmlerini seyretmeden onun sineması hakkında sayfalarca makale okumuş, ama bir tanesini bile görmemiştim. O yıllarda sinefil olmak yoklukla sınanmak demekti, trajikomiktik: sinema üzerine okuyor, o filmleri izleyemiyorduk.

Oğluma anlatıyorum bunları ama muhtemelen o yokluğu anlamlandıramıyor. Çünkü bambaşka bir çağdayız. Artık her şey elimizin altında. Çok film var, çok kitap, çok şarkı… “Çok”un hüküm sürdüğü bir çağdayız. Çok şeye maruz kalıyoruz, çok şeyden haberdar oluyoruz, her birine yetişmeye çalışıyoruz. Çok arkadaşımız var, çok insanla konuşuyoruz, çok kişiyle tartışıyor, çok insanla flört ediyoruz. Çok görünmek, çok konuşulmak istiyoruz. Ama çok canımızı sıkarsa, bir tıkla engelliyoruz.

Çağımızın derdi “azlık” değil, tam tersine “çokluk.” Bizi yoran, uyuşturan, bağışıklığımızı çökerten bir fazlalık bu. Tarihsel olarak her birimiz Marx’tan, Freud’dan, Steinbeck’ten daha fazla kitap okusak da bu çokluk derinleşmeyi sağlamıyor; yüzeyde kalıyoruz.

Neil Postman, “malumatla tıka basa doluyuz ama ne yapacağımızı bilemiyoruz” derken malumatla eylem arasındaki kopmayı vurguluyordu.  Sosyal medya ile birlikte uzun metin okuma becerimizin köreldiğini her birimiz gözlemlemiş olmalıyız. Çokluk, dikkati dağıtıyor, yoğunlaşmayı engelliyor. O kadar vaktimiz yok hiçbir şeye… Peh peh…Byung-Chul Han,  bu “çokluk”, üretkenlik ve görünürlük baskısı bir noktadan sonra bizi kendi kendimizi sömürmeye itiyor diyordu mesela. "Kendim ettim, kendim buldum" çalıyor fonda…

Asıl ihtiyacımız sadeleşmek; azaltmak, geri çekilmek, yavaşlamak. Bu kadar çok insan, bu kadar çok haber, imge, kavga, malumat bizi hasta ediyor. Fazlalığın bağışıklığı çökerttiği bir çağdayız. İyileşme, eksiltmekte gizli…

Salı, Ağustos 26, 2025

Rüya ve Kâbus

Çizgi roman aslında hiç değişmedi ama ben büyürken edebi ya da siyasi anlamda pek ciddiye alınmazdı. Pulp edebiyatının bir uzantısıydı: çok satıyordu, popülerdi ama entelektüel bir itibarı yoktu. Belki de sırf bu itibarsızlık yüzünden, genç bir hevesli olarak türün sınırlarını zorlayan, ona “değer” katmaya çalışan isimlere özellikle dikkat kesiliyordum.

Mesela polisiye edebiyatının çığır açıcı yazarlarından Dashiell Hammett bir dönem Alex Raymond’la birlikte X-9 bantlarını yapmıştı. Hammett yazıyor, Raymond çiziyordu; kulağa hâlâ rüya gibi geliyor. Bu birlikteliği öğrendiğim andan itibaren meraklanmıştım. Fakat sonradan gördüm ki bizde otuzlu yıllarda yayınlanan çeviriler aslına pek benzemiyor; ilave metinler, Türkleştirmeler, anlamı bulanıklaştıran müdahalelerle neredeyse bambaşka bir şeye dönüşmüşler. Asıl versiyona ulaşmam otuz beş yılımı aldı. Nihayet diyelim, Hammett’in yazdığı, Raymond’un çizdiği X-9’ları okuyabildim.

Ve peşinen söyleyeyim: okuduklarım düşündüğüm kadar parlak değildi. Eskimiş olmalarını normal sayıyordum ama bu kadar kopuk ve dağınık olacaklarını tahmin etmemiştim. Raymond’un çizgileri her zamanki gibi ışıldıyordu ama senaryolar Hammett havası taşımıyordu. O yoğun, sert, “daha önce hiç yazılmamış gibi görünen sahneler” yoktu. Hammett belli ki işi önemsememişti. Belki de ciddiye alacak durumda değildi.

Koşulları düşününce bu şaşırtıcı olmayabilir. Hammett o yıllarda polisiyenin yıldızıydı; ama aynı zamanda FBI tarafından takip edilen bir Marksist, politik bir aktivistti. Sağlığı kötüydü, verem ve hepatit pençesindeydi, çok içiyordu, borç içindeydi. Haftalık beş yüz dolarlık teklifi hemen kabul etmiş olmalı. Buna karşılık ortağı Raymond ondan on iki yaş küçüktü, sağlıklıydı, siyasetten uzak, ailesine bağlıydı. Bir "alkol kardeşliği" kuramazdı Hammet ile. Anlaşılan uyumsuz bir ikili olmuşlardı. King Features zaten ilk bantları beğenmedi, Hammett’in yazdıkları edit edilmeye, ödemeler gecikmeye başladı. Alkol, teslim tarihlerini kaçırmasına yol açtı. Kısa sürede ortaklık sona erdi. Hammett hayatına içki, politik baskılar ve edebi sömürüyle devam etti, çizgi romandan uzaklaştı; Raymond ise Flash Gordon ve Dedektif Nik gibi efsanelerle şöhretini büyüttü.

Ama mesele sadece kişisel sorunlar değil. Çizgi roman (bant) başka bir anlatım formu: her gün gazetede üç dört kareyle “bir şey” söylemek, onu da ertesi gün merak ettirecek şekilde bitirmek gerekiyor. Görsel ardışıklığın matematiğini kurmak şart. Hammett büyük bir romancıydı ama bu formun mantığını kavrayamadığı anlaşılıyor. İyi yazar olmak, iyi senaryo yazarı olmak için yeterli değildi.

Bugünden bakınca X-9’un “olamamışlığı” yine de kıymetli. Çünkü bize edebiyat ile çizgi romanın, yüksek kültür ile pulp’un her zaman buluşamayacağını, bazen çelişkiyle sonuçlanacağını gösteriyor. Hammett-Raymond işbirliği bir hayalin değil, bir uyumsuzluğun kaydı olarak duruyor. 


Pazartesi, Ağustos 25, 2025

Kapı


 

Muhterem hanımefendi

Altmışlı yıllardan bir hayran mektubu, Çolpan İlhan'a yazılmış. "Muhterem hanımefendi" diye başlamış, meramını "sizi her an karşımda görmek istediğimden bir fotoğrafınız lütfederseniz minnettarınız olacağım" diye anlatmış. Dil şahane, nezaketli ve mesafeli... Ne yazık ki, Çolpan hanıma ulaşmamış gibi duruyor, çünkü mektup hiç açılmamıştı, ben açtım.

Yeşilçam'dan önce radyo sanatçılarına yönelik büyük bir ilgi var, mektuplar, imzalar, alkışlar, konser öncesinde toplaşmalar... Zeki Müren, cumhuriyetin ilk starı olmuş bu bakımdan... Bu fan kültürü nasıl gelişti ve normalleşti ölçebilmek sanıyorum çok mümkün değil. Bir milad varsa, o Yeşilçam olmalı diyoruz... Yeşilçam sadece filmleriyle değil, kendiyle alakalı medyayı da bu yönde kullanmak istemiş, o anlaşılıyor. Örneğin yukarıdaki adres, bizatihi dergilerde paylaşılıyor. Oyuncular, seyirci mektupları almak için genellikle ev adreslerini veriyorlar. Mektupların çokluğuyla övünülüyor filan. Sonra fanların kendi aralarında rekabet etmesi doğallaşıyor şu bu...

İsim vermeden anlatacağım, 2008 yılında bir yemeğe davet edilmiştim. Ev sahibinin hayat arkadaşı eski bir Yeşilçam yıldızıydı ve onun bir hayranının Antep'ten gönderdiği yemekleri yemiştik. Şaşırmıştım. Her hafta gönderiyormuş. Allah için çok güzel, çok zahmetli yemeklerdi, afiyetle yedim ama bu enerjiyi halen hatırlıyorum. 

Fan kültürüne çok uzak biri değilim, çocukluğumdan beri bir kişiye ya da bir örüntüye tutkuyla karışık hayranlık besleyen yüzlerce insanla karşılaştım, tanıştım, arkadaş oldum. Yine de bir Ajda Pekkan hayranıyla yaptığım sohbeti hiç unutamıyorum. Neden bu kadar çok sevdiğini açıklamasını beklemiyordum ama sevmeyenlere veya farklı biçimde sevenlere karşı kurduğu ve büyüttüğü öfkeyi dinlemek beni heyecanlandırmıştı. 

Düşünerek mektup yazıyor ve fotoğraf istiyorsunuz, günlerce mektubu bekliyorsunuz. Tuhaf bir aşk... 

Pazar, Ağustos 24, 2025

Thomas Ott Anlatıyor

Thomas Ott yaşayan en ilginç çizgi romancılardan biri. Kazıma tahtası (scratchboard) tekniğiyle çalışıyor; bu da eserlerine neredeyse tamamen siyah bir atmosfer kazandırıyor. Balon ya da anlatım kutusu kullanmıyor. Hikâyeleri karanlık, kasvetli ve çoğu zaman umutsuz; ama tüm o karanlık içinde ince bir mizah duygusu gizli. Kendi anlatımına göre çizmek, onun için bir tür arınma biçimi ve terapötik bir eylem. 

Ott, insanların kötü olduğuna inanıyor, her birimizin hasta veya sapkın olduğunu düşünüyor. Dünyanın çürümüşlüğünü resmetmekten keyif alıyor. Bir söyleşisinde “kâbuslar, içimizde taşıdığımız karanlık cehennem çukurlarına açılan kapılardır” demiş. Aşağıda Ott’un çeşitli röportajlarında dile getirdiği görüşlerden kısa alıntılar yer alıyor. Her biri onun karanlık anlatı evrenine açılan patikalar olabilir.

Sarmal: Hikâyelerim genellikle bir tür aşağıya doğru sarmal hareketle işler. Daha ilk kareden her şeyin kötüye gideceğini ve bu kısır döngüden kaçış olmadığını anlarsınız. Sonra da kaçınılmaz biçimde o derinliğe çekilirsiniz. Bu his, benim hoşuma gidiyor. Çünkü bu dünyada hiçbir şey gerçekten yolunda gitmiyor.

Masalcı: Aslında büyük bir ahlakçıyım. Mizahımın ardında daima bir uyarı parmağı sallanır ve şöyle der: “Bunu yapmamalısın! Kötü olursan başına korkunç şeyler gelir!” Bazen kendimi masal anlatıyormuş gibi hissediyorum ve bunu fark ettiğimde, bu role bürünmek bana komik geliyor. (…) Okuyucular hikâyelerimi bir mizah duygusu ve ironiyle okusunlar. Ciddiye almak isterlerse alsınlar, ama sonrasında da gülüp geçebilsinler isterim.

Kuklacının kaybedenleri: Bazen kendimi, hissiz kuklalarla oynayan bir kuklacı gibi hissediyorum. Kaybedenlerin psikolojik olarak daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Onları birer yansıtma yüzeyi gibi kullanıyorum.

Kara: Muhtemelen olumlu düşünen bir karamsarım ya da olumsuz yönelimli bir iyimserim. Gerçek hayatta çok iyimserim ve her şeyin bir şekilde çözülebileceğine inanırım. Ama işlerimde karanlık yönlere özel bir eğilimim var. İnsanların görmek istemediği şeyleri göstermek istiyorum.

Güç: Birisi işlerime bakıp “ben böyle şeylere bakamam,” deyip kenara koyarsa hiç rahatsız olmam. Aksine, hoşuma gider. Bu, kimileri için rahatsız edici olabilen bir güce sahip olduğum anlamına gelir.

Aile: Babam kırk yaşında tekrar okula dönerek resim öğretmeni oldu, annem ise çocuklara resim dersi veriyordu. Yani evde sürekli bir şeyler çizilirdi ve yaptıklarımı takdir ederlerdi. Bazen resimlerime ve hikâyelerime bakarak endişelenmiş “oğlumuzun nesi var?” diye düşünmüş olabilirler.

Zombi : Bir zombi hikâyesi çizdiğimde, onun sadece klişe olmasını istemem. Gerçek hayatla bir bağlantısı olsun isterim. Benim zombilerim mesela fabrika işçisidir.

Balonsuzluk: Sınırlamalar bazen olumlu olabilir. Bir sanatçı kendini ne kadar kısıtlarsa, ne anlatmak istediğine o kadar çok yoğunlaşabilir ve mesajının özüne daha fazla yaklaşır.

Kazıma tahtası ve keski: Kalem ve mürekkeple yaptığım çizimler giderek karardı, tamamen siyah yüzeyleri boyarken buldum kendimi. Bu noktada kazıma tahtası daha mantıklı ve ekonomik bir çözüm oldu. Artık Japon bıçağıyla siyah yüzeyi kazıyorum, alttan beyaz ortaya çıkıyor.

Ömür: Emekli olana kadar hayatımın geri kalanını bu kazıma işlemiyle geçirebilirim. Ama bazen çizimle ulaşabileceğim sınırların ucuna geldiğimi hissediyorum.

Mola: Birkaç yıl önce film okuluna gittim. Yeni bir şey öğrenmek çok besleyiciydi. Bu tür molalar her zaman faydalıdır. Kartonların üstünde dolaşan bir hamamböceğine dönüşmek istemiyorum…

Gelecek: Çizgi romanlar sürekli yeniden doğuyor ve asla tamamen kaybolmayacaklar. Medya gelişiyor ama çizgi romanlar başka bir mecrayla yer değiştirmek yerine onunla paralel ilerliyor. Çizgi roman hâlâ çağdaş bir anlatım biçimi.


Cumartesi, Ağustos 23, 2025

Terapi






Kahrolasın İstanbul şehri!

Ara Güler’in çok bilinen bir eğlence mekânı fotoğrafı vardır. Yukarıdaki kareye benzer: sahnede şarkı söyleyen kadınlar, yanlarında müzisyenler… Arka planda ise meşhur levha: “Hariçten gazel atmak zabıtaca yasaktır.” Bu kareyi hep sevdim; bana rebetiko’nun içli ama sarkastik havasını hatırlatıyordu. Yıllar boyunca o mekânı görmeyi de, o fotoğrafın peşine düşmeyi de istedim.

Seyirciyle neredeyse iç içe, oturarak laf atan ve laf dinleyen, gözüyaşlı bir halde ufala ufala kederli şarkılar söyleyen, ardından profesyonel işvelerle fıkırdayan kadınların oyunculuğu beni hep büyülemiştir. Rebet müziği, trajik bir göçmenlik hikâyesi taşır: sefalet, tutunamama, müziğe sığınma… Karanlık aşklar, dökülen kanlar, saplantılar, karakollar. Söyleyenler yalnızca şarkıyı değil, hayatı da oynarlar.

Yukarıdaki fotoğraf ise Constantine Hatziconstantinou’nun objektifinden. Tek bildiğim, New York’ta yaşayan bir fotoğrafçı olduğu. İsmi, ailesinin İstanbul göçmeni olduğunu fısıldıyor. Tahminim, altmışların başında yaptığı bir İstanbul gezisinde çekilmiş olmduğu. Mekân ise belli ki turistlere yönelik “rakı, kebap, oryantal” cazibesinin sahnelendiği yerlerden biri.

Fotoğrafta en az üç hanende var: seyirciyi coşturan, “sahnesi olan”, güzel söyleyen ve güzel bakan üç kadın. Kim olduklarını bilmiyoruz. Sesleri kalınlaşınca, evlenince, "kocayınca", kazanamaz olunca, işi bırakıp gitmiş olmalılar. Eğer hemşerimiz ve misafirimiz olan o fotoğrafçı onları görüntülemese, gecenin neşesi ve planlı kederi gibi uçup gideceklerdi.

İşte gelmiş gidiyorlar… Kahrolasın İstanbul şehri. Öyle değil miydi şiir? 

Cuma, Ağustos 22, 2025

Gölgesini arayan beyfendi


 

Döverim!

Fotoğraf, 1950 öncesinden, iki Balkanlı kardeşin pozuymuş. Öfkeli duruyorlar, gergin, tüyler diken diken, pür dikkat "bize bakıyorlar"... Tek kelimeyle ürkütücüler. Delirebilir gibiler, hınç atağı diye bir şey vardır. Küçümseneceklerine inanıyor olmalılar, onlara bakıp gülünecek ve onlar da hiddetlenerek infiale kapılacak ve dünyadan kopacaklar. Kopmak derken normallerini aksatacak bir öfke patlamasından söz ediyorum.

Büyüdüğüm mahallede Akbulut diye biri vardı, kendini jiletlerken görmüştüm, on yaşında falanım, halen çok güçlü bir hatırası vardır bende....Yolum değiştirecek kadar korkardım ondan. Babasını dövmüş, babasını dövmüş... Deli Mete vardı, bir başkası, başkomserin oğluydu, elinde sapan dolaşırdı, çat çat yaralardı bizi, o gelirken saklanırdık, çocuksun anlamıyorsun...Dövüp dururlardı, tınmazdı...  

Öfkenin neyi ortaya çıkardığını az çok biliyoruz da neyi bastırdığını kolay anlayamıyoruz. 

Ben azla yetinmenin büyük bir öfke ve haset yarattığına inanırım, sınıfsal bir nefret de diyebiliriz buna. Fakir sümüğü derler, inatla dayak yemeyi umursamadan direnen ve meydan okuyan,  hayat memat kavgası yapan birileri olur, şaşırtır, korkuturlar...

Fotoğraftaki kardeşler, enikonu tedirginler aslında, fotoğrafın kendisinden, akıl veren fotoğrafçıdan, çevredekilerden... Gülememişler endişeden, azarlanacaklarını düşünmüşler, utanmaktan korkmuşlar, başaramayacaklarını filan...Deryayı bilmeyen balığın tuhaflığında... En iyi bildiklerini yapıp dikenleri sivriltmişler.

Not: Fotoğrafı Haluk Ecevit gönderdi, Trakya'dan köylüleriymiş, biri Ramazan'da davulculuk yaparmış... Davulun vur ha vur temposu ona iyi gelmiş midir acaba? 
 

Perşembe, Ağustos 21, 2025

Hırsız Defterinin Kadınları


Epey oluyor sahaflardan bulduğum bir suçlu defterini paylaşmıştım. Defter dediğime bakmayın, 1950'li yıllarda, İstanbul'da, polislere dağıtılan, suçluların vesikalık fotoğraflarından oluşan bir cep kitabından söz ediyorum. 

Bu defa, benzer nitelikte, daha çok sayfalı, hırsız resimlerinden oluşan bir yenisine ulaştım. Aynı boyutlarda üretilen kitapçık kendi içerisinde bölümlere ayrılmış: Dükkan hırsızları, Deniz hırsızları, Ev Hırsızları, Otomobil hırsızları gibi..

Suçlu sayısı artınca galiba, kadın sayısı da artmış, benzer bir yorumu Rum ve Ermeni azınlık için de söylemek mümkün ama ben kadınlarla ilgili dikkatimi çeken bir iki karakteristiği paylaşacağım. Kadın suçlular, tamamıyla ev hırsızlıklarında görülüyorlar, otomobil ve tekne işine hiç girmemelerini anlıyorum ama sanki dükkan soygununa da dahil olurlarmış gibi geliyordu bana. Meğerse, en azından o yıllarda hiç yer almamışlar.

Kadınlar,  "anne ve ev hanımı" olarak evle-ev hayatıyla özdeşleştirilirler, suça bulaştıklarında iyi bildikleri "ev"e yoğunlaşmaları hiç garip değil elbette.

1930-50 yılları arasında yazılmış polis hatıratlarına baktığınızda kadınların "bohçacı" gibi evlere sızıp, etrafı kolaçan ettiğini, soyguna gelen  erkek hırsızlara yardım ettiğini biliyoruz. Veya fuhuş niyetiyle girdikleri erkeklerin evlerini soyduklarını... Çoğu erkeğin kaçamak yaptığı için gıklarını çıkaramadıklarını filan... 

Suçlu kadınların resimlerinden örnekler seçtim, ne zaman-nerde-ne suç işledikleri veya kişisel hikayeleri belli olmadığı için ne desek boş... resme bakıp hafif tertip "uçuyoruz"... Yaşlıca görünen kadınların bohçaçı olduğu tahmin edilebilir... Hepsinin nitelikli hırsız gibi görünmedikleri de anlaşılıyor. Erkek fotoğraflarındaki alamode esintilerden eser yok...Jale hariç hepsinin geleneksel isimleri var. Lakaplarının olmaması suç bahsinde amatör kaldıklarının bir delili. 

Salı, Ağustos 19, 2025

Tamlık bir fantezidir

Galiba Orhan Gencebay’ın bir şarkısı vardı, yanılıyor da olabilirim. Sevgilisine aşkını anlatırken “ne söylesem bi eksik” diyordu. Ne yapsa yetmeyecekmiş sevgisini anlatmaya, öyle hissediyor… 

Ben bunu bir hayat şiarı olarak sıklıkla kullanır, “tamlık bir fantezidir” diyerek mambo jambo faslından lafımı tamamlarım. Dünyaya, işe güce ve her türden ilişkiye buralardan bakmayı doğru buluyorum… Tam’lığın hiçbir zaman var olmadığına inanıyorum.

İnsan ve tarih, daima defolu, yarım, yetersiz bir varlık ve bir süreçtir. İdeal bir zaman ve insanlık hali hiç olmamıştır, olmayacaktır da.

“Ne yapsak ve ne yaşasak bir eksik olacak” fikri bana kaderci bir teslimiyet gibi değil de varoluşun temel koşulu gibi geliyor. Tatminsizlik sayesinde yazıyor, düşünüyor, ilişkiler kuruyoruz. Aç kalmasak tarım devrimi olmazdı gibi bir şey.

Lacan, insanın hiçbir zaman bütünüyle doyuma ulaşamayacağını söyler biliyorsunuz. Arzu hiçbir zaman tatmin edilemez, çünkü aradığımız nesne aslında hiç var olmamıştır falan filan. Bizi bir yerden bir başka yere sürükleyen arzularımızın kaynağı da bu eksikliktir. Eğer tamlık mümkün olabilseydi arzularımız olmazdı.

Bir başka deyişle: Bizi canlı tutan ve harekete geçiren şey eksikliklerimizdir. Tamamlamaya çalışırız. Ikınıp sıkınırız. 

“Çok şükür ermiş değiliz” dediğim de budur. Eksik değilsek, insan da değiliz Mıstık abi. Öğrenme ihtiyacı eksiklikten doğar, merak ise bilmediğini bilmekten… I Ignoramus et ignorabimus’u düşün: cahil olduğumuzu hissetmemiz ve bilmemiz, buna göre yaşamamız gerekiyor.

Kapitalizm, mükemmel aşk, kusursuz aile, başarılı kariyer veya ideal beden gibi tamlık vaatleri sunuyor bize. Ve biliyoruz ki, bütün vaatler doğası gereği sürekli ertelenir. Reklamcılığın ve popüler kültürün can damarı tam da bu “hiç bitmeyen eksiklik duygusunun” pazarlanmasıdır. Mutlu değil misin? Demek ki doğru ürünü almadın. Yalnız mısın? O halde doğru aplikasyonu denemedin. Başarısız mısın, meseleye yanlış yerden bakıyorsun.

Tamlık hayalimizi kaybetmemiz gerekiyor ki tüketmeye devam edebilelim. Ve evet, hatırda tutalım: Kapitalizmin ne yaptığını fark etmek başka, ona kapılmak başka şeyler.

Üstelik, eksiklik hiç bitmez, sürekli çoğalır.

Ben eksikliği, kültürel olarak hayata katlanmamı kolaylaştıran ve iyileştirici bir momentum olarak görüyorum. Psikolojik olarak hayal kırıklıklarım ve mutsuzluklarım olacak, onun da farkındayım. Kasmayalım canım benim diye mırıldanıyorum kendime.

Mıstık abi, tansiyon sorunları nedeniyle spora yazıldı.

Pazartesi, Ağustos 18, 2025

Vittorio Giardino anlatıyor

Dünya kurmak: Tarihi çizgi romanlarımda gerçeğe saygı duymak ve hikâyenin geçtiği döneme dair doğru bir fikir vermek için olabildiğince titiz olmak isterim.

Ben: Bir karakter yaratırken işin içine kendimi de katarım. Anlattığım her hikâye, kolay anlaşılmasa da bir tür itiraftır. Bazen arkadaşlarım yaşadığım kimi olayları fark eder ya da tanıdığım gerçek kişileri bazı karakterlerde teşhis edebilirler. Bunu ancak çok yakın arkadaşlarım fark edebilir, başkası değil.

Tehlike: Kadınlar tehlikelidir çünkü, en azından benim için, bir erkeğin hayatında vazgeçilmez olurlar. Hayatımda pek çok seçimim kadınlara bağlı oldu, dolayısıyla isterse bir kadın bir erkeği mahvedebilir. Elbette bunun tersi de mümkündür.

Hakikat: Evet, “biz hakikate sahip değiliz, karakterlerim de değil” dedim, böyle düşünüyorum.

Siyah beyaz: Sam Pezzo’da siyah-beyaz bir teknik kullandım çünkü noir bir çizgi roman yaratmak istiyordum. Bu nedenle renk bana uygun gelmedi, profesyonel olarak çizdiğim ilk çizgi romandı. Siyah-beyaz başladım, sonra renge geçtim.

Etkiler: Hergé ve diğerlerinden etkilenme vardı ama (ben de) belki de diyorum Gauguin, Van Gogh ve Hokusai daha güçlü bir etki bırakmıştır. “Tarzımı ben seçmedim, kendiliğinden oluştu” dediğim çok oldu. Herhangi bir sanat akademisine gitmedim, belki bu yüzden gördüğümü, gördüğüm şekilde çizerim. Tarzımın birçok yönü kullandığım araçlara bağlıdır. Kömür kalem kullansaydım sonuç farklı olurdu. Şimdiye dek neredeyse hep çini mürekkebi, dolma kalem ve fırça kullandım. Gelecekte ne olur, bilmiyorum…

Zanaat: Sayfalarımı kendim renklendiririm. Şimdiye kadar (neredeyse daima) suluboya kullandım, hızını ve serbestliğini seviyorum. Bilgisayarda renklendirmeyi bilmem ve öğrenmek istemem. Elbette bu yolla etkileyici işler yapılabilir, ama ben “zanaat”ı seviyorum.

Ödüller: elbette önemlidir ama insanı “iyi olduğuna” inandırmalarına izin vermemek gerekir. Böylece kibirlenme riski doğar, benim işimde öğrenme süreci hiç bitmez.

Süreç: Yaratımın tüm aşamalarını severim: araştırma, dokümantasyon, dekor, eskiz, çizim ve renklendirme… Hepsini severim. En az sevdiğim, hikâye bittikten sonra yayınevleriyle yayım hakkında konuşmaktır.

Ayrıntılar: Gerçek hayatta ayrıntıları gözlemlerim, istemesem de bana “konuşurlar”. Mesela bir eve girdiğinizde, henüz tanışmamış olsanız bile etrafa bakarak orada yaşayan insanlar hakkında çok şey çıkarabilirsiniz. Bu yüzden sayfalara fazlasıyla ayrıntı koyarım, belki fazla bile. Okurlar bu ayrıntıları bilinçli olarak fark etmese bile, hissederler.

Amaç: Çizgi roman, roman, film, müzik gibi şeyler şöhret ve servet için yapılabilir. Buna “şöhret için çalışmak” diyorum. Buna pek ilgi duymuyorum. Bir de gelecekteki kuşakların ilgisini çekecek, “klasik” olacak hikâyeler yaratmak için çalışmak vardır. Buna da “ölümsüzlük için çalışmak” diyorum. Başarır mıyım bilmem ama hedefim budur.

Fikir: yolculuklardan, yaşam deneyiminden, kitaptan, filmden, müzikten ya da herhangi bir şeyden çıkabilir. Doğru bir his, aniden ve beklenmedik şekilde gelebilir, yoğun olabilir ama enikonu kısacaktır, oysa hikâyeyi yaratma süreci çok daha uzundur.

Şaheserler: En başarılı çizgi romanlar günlük olarak tefrika edilmiş olanlardır ve baş karakter, eserin kendisinden daha ünlü olmuştur. Bu edebiyatta da olabilir (mesela Komiser Maigret), ama çizgi romanda daha kolay ve sık olur. Tefrika doğası gereği olumlu ya da olumsuz değildir. Şöyle anlatabilirim, şaheser niteliğinde tefrikalar da vardır, berbat grafik romanlar da. Çizgi roman okurum ama yayımlanan her şeyi okuyacak vaktim ya da imkânım yok. O kadar çok var ki! Onun yerine genellikle bir klasiği yeniden okurum çünkü onlar bana her zaman bir şey öğretebilir. 

Vittorio Giardino, 1946 doğumlu yaşayan önemli çizgi romancılardan biri. Max Fridman, Jonas Fink ve Little Ego serileriyle tanınıyor. Dilimizde çok bilindiği söylenemez, şahane dönem hikayeleri, ayrıntılı kareleri, yumuşak çizgileri ve renkleri ve sakin anlatılarıyla benim hayran olduğum auteurlardan biri.

Pazar, Ağustos 17, 2025

İçerik Organizmaları: Algoritma canlıları

Global popüler kültürde “hibrit persona” olarak adlandırılan bir sosyal medya figürü-türü var. Dijital kimliğini birden fazla rol ve estetik kodun birleşiminden oluşturan, üstelik bu kodların hangisinin “gerçek” hangisinin “kurgu” olduğunu bilerek muğlak bırakan çevrim içi özneleri tanımlamak için kullanılıyor. Sosyal medyada karşımıza çıkan bu figürler; bir gün tutkulu bir eylemci, bir başka gün ölçüsüz bir provokatör, kimi zaman sanat hamisi, kimi zaman da popüler kültür dedikoducusu kılığına bürünebiliyorlar.

Her konuda bir fikri olan, gündeme sert ve alaycı çıkışlar yapan, takipçilerini provoke etmeyi iyi bilen bu türden kişileri mutlaka tanıyorsunuz. Onlar yalnızca göz önünde değiller, aynı zamanda birer rol modeliler, sosyal medyanın aşırılıklara dayalı ekosisteminde, hemen herkes ucundan kıyısından onlara öykünüyor. Rica ediyorum, “kim?” diye sormayın, sadece etrafınıza bakın. Küçük ve büyük, ortalama ve ortalama üstü sayısız örnekle içiçe yaşadığımızı anlarsınız. Görünürlük ve onaylanma arzusuyla biçimlenen “sosyal medya normallerinin” aktif ve adaptif üreticileri onlar.

Ben bu tipleri “içerik organizması” olarak adlandırıyorum. Nasıl ki popülist ve pragmatist “siyaset canlıları” politik arenanın en uyumlu türleriyse, sosyal medyada da benzer şekilde hayatta kalmayı ve çoğalmayı başaran “organizmalar” olduklarını düşünüyorum. Algoritmalar için biçilmiş kaftanlar: Görselleri dikkat çekici, metinleri ilgi uyandırıcı, tepkileri duygusal olarak yoğun ve çoğu zaman tartışma çıkarıcı... Siyasi bir meselede militan bir aktivist, gündem sakinleştiğinde az bilinen bir konunun uzmanı, tatilde turist rehberi, kitap okuduğunda kitapsever, film seyrettiklerinde filmbilir vs kesiliyorlar.

Malum, sosyal medya algoritmaları, “tartışma” ve “yüksek etkileşim” yaratan içerikleri öne çıkarır. İçerik organizmaları, farklı kitlelerin tepkilerini aynı anda tetiklediği için bu mekanizmayı maksimum verimle kullanırlar. Çevrim içi ortamda “var olmak” sürekli yeniden üretilen bir kimlik performansı gerektirir. Bu figürler için kimlik, sabit bir varoluş hali değil, karşılıklı etkileşimler, çatışmalar ve beğeniler yoluyla sürekli inşa edilen bir süreçtir. Öfke patlamaları, alaycı yorumlar, ani pozisyon değişiklikleri- hepsi hem dopamin sağlayan bir tatmin hem de “dikkat merkezinde kalma” arzusunun sonucudur. 

Bir içerik organizması, görünürde yalnızca bireysel ilgi peşinde koşuyor gibi dursa da, toplumsal tartışmaların çerçevesini (framing) değiştirme gücüne sahip olmak ister. Küçük bir olayı politikleştirebilir, büyük bir meseleyi ise beklenmedik bir ironi ya da gündem dışı bir detayla saptırabilir. “Çok seslilik” içinde görünen ama çoğu zaman kendi etkisini merkezileştiren tavırları kolayca anlaşılamaz.

Aptallığı teşhir etmekten aldıkları “haz”, sarkastik ve küfürlü “sahicilik” performansları, haklarında çıkan eleştirilerle baş edebilme maharetleri onları daha da izlenir kılar. Böylece “aşırılığın kavgacıları” olarak sosyal medya sahnesinde gezinirler; dopaminle yaşar, ilgi azaldığında melankolik bir bıkkınlıkla önce çekilir sonra sahneye geri dönerler. Her dönüş, daha büyük bir tartışma, daha çarpıcı bir çıkış ve daha dikkat çekici bir “rol” vadeder.


Cumartesi, Ağustos 16, 2025

Umut Endüstrisi: Yarın Gelecek-Gelmeyecek

Hayat, hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreç, her birimiz çeşitli ölçülerde başarısızlıklar yaşıyoruz ama bir biçimde oyuna devam ediyoruz. Çünkü ailede, okulda ya da çalışırken, başarısızlığın ardından yeniden ve yeniden inşa edilen bir “gelecek tahayyülü” ve “ilerleme miti”nin uzantısı olarak umut etmeyi öğreniyoruz. “Umut, fakirin ekmeği” derler ya… Aslında yalnızca yoksulların değil, herkesin gıdasıdır umut. Başka türlüsünü pek akla getirmeyiz; kendimiz adına olmasa bile yakınlarımız ve sevdiklerimiz için umut etmek isteriz. 

Umut, bu yönüyle başarısızlığı öteleyen bir erteleme mekanizmasıdır. Böyle bakınca yalnızca iyimserliğin ön şartı değil, çoğu zaman eylemsizliğin ve teslimiyetin bahanesi olabilir. Albert Camus’nün “absürd” kavramını hatırlayalım: Hayatın anlamı yoktur ama biz ona anlam yüklemek için umut ederiz. Umut, Camus’ye göre “ölümden ya da hayatın boşluğundan kaçma yoludur.” Büyük bir kötülüktür; çünkü hayatın gerçekliğiyle yüzleşmemizi engeller. Sisifos, taşı tepeye tekrar tekrar çıkarır ama “bir gün orada kalır” umuduyla değil, hayatı olduğu gibi kabul ettiği için bunu yapar.

Kapitalizm ise bu umudu janjanlı bir ambalaj -bir tür ideolojik vitrin- içinde paketleyip bize sunar. Statükoyu kabulleniriz; çünkü “yarın” dediğimiz zaman aralığı her zaman kurtuluş ihtimali taşır. Umut, bu bağlamda, iktidar elinde toplumsal enerji ve öfkeyi soğutma aracına dönüşür. Şimdi olmasa bile yakın gelecekte bir şeyler düzeleceğine inandırılırız.

Aksini düşünenler de var elbette. Ernst Bloch, “henüz olmayanın bilgisi” olarak tanımladığı umudun, insanın değişim kapasitesini beslediğini söyler. Fikren kendime yakın bulduğum Gramsci ise “zihnim karamsar, iradem iyimser” derken, umudu irrasyonel bir beklenti değil, aklın gördüğü olumsuzluklara rağmen eylemi sürdürebilme gücü olarak tanımlar. Mücadele azmini, iradenin iyimserliğine bağlar.

Umutsuzluğu benimsemek, bu boşlukla yüzleşmek ve yine de yaşamı sürdürmek anlamına gelir. Bu, karamsarlık değildir; “her şey kötüye gidecek” demek hiç değildir. Aksine, beklentiden arınmış bir bakış, harekete geçmeyi kolaylaştırır. Beklentisizliğin güç veren bir potansiyeli vardır. Ne bir kurtarıcıya, ne sistemin kendi kendini düzelteceğine, ne de bireysel ilişkilerde “bir gün düzelecek” yanılgısına yaslanırız. 

Genç bir asistanken, “İnsanlar nasıl oluyor da hayata devam ediyor; mutsuzluk ve başarısızlıkla, duygusal kıtlıkla nasıl baş ediyorlar?” diye düşünürdüm. O yıllarda sosyal medya yoktu. Olsaydı, aklım iyice karışırdı, sahiden karışık be Mıstık abi. Platformlarda umut, çoğunlukla tek bir görsel, slogan ya da ilham verici bir cümleye indirgeniyor; scroll ederken yarım saniyede tüketilen bir “iyi his” haline geliyor. Bloch’un eylemci umudundan fersah fersah uzak, anlık bir duygusal uyaran bu.

Sosyal medya algoritmaları, umut söylemini de tıpkı öfke ya da korku söylemleri gibi “etkileşim” odaklı yönetiyor. Bir içerik, kullanıcıyı platformda uzun süre tutar ve “paylaş-beğen-yorum yap” üçgeninde dolaştırırsa yaşar; yoksa bir parmak hareketiyle aşağıya - mezara gönderilir.

Üstelik platform ekolojisi, ortak bir “büyük umut”tan ziyade çoklu mikro-umutlar üretiyor. Her alt-kültür, kendi estetik ve jargonuna göre bir umut inşa ediyor: Aktivistler radikal değişim umudu taşır, fitnesçiler “yeni bir ben” hayalini kurar, finansçılar zengin olma yollarına sarılır vs

Ve işin ilginç tarafı şu, sosyal medyada umutsuzluk bile, umut benzeri bir duygusal pakete dönüştürülüyor. Üretilen melankolinin içinde, anlaşılma ve bağ kurma umudu istifleniyor. Böylece umutsuzluk bile umut ekosisteminin parçası oluyor.

Lafı uzatmayayım… sosyal medyada umut ve umutsuzluk üzerine yazacağım bir süre…Girizgah diyelim

Cuma, Ağustos 15, 2025

Seyrüsefer Defteri 172

++ Matewan (1987) bildiğim ve bir türlü seyredemediğim bir filmdi, gerçekçiymiş, siyaseten gevezeymiş, görüntü olarak başarılıymış, ilginçmiş, az bulunur Amerikalılardanmış (31 Temmuz).++ Fight or Flight (2025) uçakta aksiyon, tutarsa ikincisini çekeriz, oyun kafasındayız filmi (30 Temmuz).++ Untamed Ep5 ve 6'yı seyrettim (29 Temmuz).++ Flight Plan (2005) gerilimi güzel, son yarım saat temposu yükselmeli, öncesi kısalmalı ve "sebep" daha net anlatılmalıymış (28 Haziran).++ Dept Q Sea1 Ep3 ve 4'ü izledim (27 Temmuz).++ Untamed Ep3 ve 4'ü seyrettim (26 Temmuz).++  Great Expectations (1998) Cuaron başka bir şey çıkarmış, güzel yorum olmuş (25 Temmuz).++ Run (2020) en fazla yarım saatte bitmeliymiş, o derece güdük film (24 Temmuz).++ Dept Q Sea1 Ep1 ve 2'yi izledim (23 Temmuz).++ Great Expectations (2012) büyük romanı seyreltememişler, bazı seçimler de bana olmamış hissi verdi (22 Temmuz).++  Untamed Ep1 ve 2'yi seyrettim (21 Temmuz).++ Cenazemize Hoş Geldiniz (2023) iyicil film, beğenilmemesini çok anlamadım (20 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.9 ve 10'u seyrettim (19 Temmuz).++  İstanbul Yolculuğu (18 Temmuz).++ Brick (2025) fikir güzel, yolda yalpalıyor, yan hikayeleri anlaşılmıyor filan (17 Temmuz).++ The Survivors Ep1'i seyrettim (15 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.7 ve 8'i seyrettim (13 Temmuz).++ Twin Peaks Ep1'i seyrettim (12 Temmuz).++ Senaryo Kampı (8-11 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (7 Temmuz).++ Nonnas (2025) film bir yerde duruyor, temposu düşmüyor-duruyor gerçekten, her şeye rağmen başardılar hissinin zamanlamasını ayarlayamıyor (6 Temmuz).++ Bir Cumhuriyet Şarkısı (2024) senaryoda güçlü yerler var ama paşa'ya ve gişeye oynamışlar (5 Temmuz).++ Mobland Sea1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (3 Temmuz).++ The Quick and The Dead (1995) kadro ilginç, Sam Raimi abartısı hikayenin önüne geçmiş, of puf (2 Temmuz).++

Perşembe, Ağustos 14, 2025

Kulisten ekrana, Rock'tan reele

Grupi” (groupie) denen bir niteleme vardır, ilk kez altmış yıl önce, müzik gruplarının hayranı olan ve onlarla -romantik veya cinsel anlamda- yakın ilişki kurmak isteyenleri tanımlamak için kullanılmaya başladı. Grupi denince genellikle genç kadınlar akla gelse de bu tanımı yalnızca kadınlara indirgemek haksızlık olur. Bence grupilik bir cinsiyet değil, bir konumu veya arzunun aldığı bir biçimi ifade ediyor.

Elbette, birinin ya da bir grubun hayranı olmanın, şarkılarla ve sahnedekilerle duygusal bir bağ kurmanın olumlu görülebilecek yönleri var. Ne ki, gündelik dilde grupiler olumsuz ve küçümseyici biçimde hatırlanıyorlar. Müzisyenlerle sevgili olmaya çalışan, ün peşinde koşan, kolay erişilen, “ünlüyle birlikte olma”yı bir başarı sayan kadınlar olarak kodlanıyorlar.

Rock mitolojisinde ilham perisi (muse) sayılan, grupların filli bir parçası olarak görülen grupiler çok. Epeyce hatıra kitabı ve haklarında ayrıntılı röportajlar çıktığı için öykülerini de biliyoruz. Pamela des Barres en ünlülerinden biri olabilir.

Bu kültür sadece rock sahnesine özgü değil tabii. Yıllar içinde gerek edebiyat dünyasında, gerekse mizah dergilerinde grupi benzeri fanlara denk geldim. Özellikle imza günleri hakkında birisi akademik çalışma yapsa çok farklı fan portreleriyle karşılaşır bence… Ya akademicim, birazcık kıpırdasan, popüler kültür “akıyor”, dalsan o suya…

Şimdiki zamanda “grupi” bir Rolling Stone fıkrası gibi anlatılmıyor. Bu kavram fenomenlerin, Youtuber’ların, rapçilerin ve influencer’ların çevresinde dolanan, onlara yakın olmaya çalışan hayranlar için de kullanılıyor. Çok daha karmaşık bir meseleye dönüşmüş durumda. Sosyal medya çağındayız, grupilik artık genel olarak arzunun, özel olarak şöhret arzusunun ve toplumsal görünürlüğün boca edildiği bir yerde yaşıyor…

Üstelik artık evden kaçıp turne otobüslerine binmeye de gerek yok. Dijital olarak her şeyi takip eden, DM atan, algoritmaları tetikleyen, yorumlarla bağıran figürlere evrildiler. Fiziksel bir yakınlıktan çok, simgesel, dijital ve sosyal sermaye kazanımına yönelmiş bir grupilik bu. Sosyal medyada bir ünlüyle çekilmiş bir fotoğrafı, ondan gelen bir DM’yi paylaşmak hem dikkat çekiyor hem de o dikkat üzerinden bir tür mikro-şöhret sağlıyor.

İnsanlar dikkat çekince değer kazandığını hissediyor ve bana kalırsa grupiliğin temelinde yatan asıl güdü bu. Sosyal medya çağında da olsa, değişmiyor: ünlüyle arkadaş ya da sevgili olmak, onunla eğlenmek ya da konuşmak, o şöhretle “eşitlenme” hissi yaratıyor. Bu sayede insanlar kendi değerini o yakınlıktan devşiriyor.

#MeToo sonrası, geçmişteki kimi “groupie” ilişkilerinin istismar içerdiği, yaş farklarının ve güç dengesizliklerinin çoğu zaman görmezden gelindiği ortaya çıktı. Şaşırmadık değil mi? Hani Mıstık abi, selebriti seven bir kız arkadaşımıza kibarca “Sen onlardan biri olmuyorsun; onlar seninle sadece yatıyorlar” demişti de kıyamet kopmuştu ya… Yirmi yıl oluyor. Bkz RakınrolAnkara

Yanlış anlaşılmak istemem, grupileri yalnızca cinsellikle tanımlayan görüşe katılmıyor, fazlasıyla erkek bir yerden anlatıldıklarını düşünüyorum. Bu insanlar özgür iradeleriyle istediklerini yaşamış, bilinçli biçimde bir hayat tarzını seçmiş olabilirler. Bugünkü sosyal medya fanları için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Ahlaki bir yerden bakmıyorum demek istiyorum. Ama mesele netameli; yokmuş gibi de davranamayız.

Çarşamba, Ağustos 13, 2025

Kaybolma sanatlarından dijital maske (3)

İki gün boyunca okuduğunuz yazıları en az dört ay önce yazmıştım. Bazen yazıları bekletmek ve içerdiği hikâyenin gerçek hayatta nereye varacağını görmek gerekiyor. Arkadaşımın erteleme pratiği ilginçti, trajikti ve ustacaydı. Trajikti, çünkü yaşadığı şeyin “tamamlanma ihtimali” hep masadaydı ama hiçbir zaman masaya oturmuyordu. Ustacaydı çünkü, aşkını hep en parlak, en yoğun, en steril biçiminde tutabiliyordu. Aşık olduğu adamın da bu dengeyi anlaması gerektiğini düşünüyor. Anlamıyorsa bile, anlamamasını onun sorunu olarak görüyordu. Arkadaşım bu “karşılaşmama” halini (ruhen) hem kendisi hem de adam için bir lütuf gibi sunuyordu: “Böylece birbirimizi kaybetmeyeceğiz.”

Yazarken çarpıcı geldiğini kabul ediyorum ama biliyorsunuz ki gerçek hayat (hele sosyal medyalı olanı) çok başka biçimde gelişiyor. Arkadaşım yarattığı ertelemeyle, kendini koruduğunu sanırken kendi hayatının kapılarını kapatıyor olabilir miydi? Yoksa bu, modern dünyanın “hız” takıntısına karşı kişisel bir yavaşlık direnişi mi gösteriyordu? İkisi de olabilir, çünkü durumu, sürekli bir eşikte kalma halini yaşadığını düşündürüyor. O eşikte dururken, hem geçmişin güvenini hem geleceğin ihtimalini aynı anda hissedebiliyor. Ama biliyoruz ki eşikte uzun süre kalınamıyor, mutlaka bir tarafa itiliyorsun.

Hep arkadaşımı konuşuyoruz ama orda da marazi bir ikilem var. Aşık olunan adam -arkadaşımın sevgilisi değil, ama “gizli aşkı”- onunla hiç karşılaşmamış biri. Arkadaşım onu “tanıyor” ama tanımıyor; adam da onu “biliyor” ama görmüyor-görmemiş. Fiziksel bir karşılaşma olmadığı için ilişkilerinin temeli kelimelerden, hayallerden ve karşılıklı projeksiyonlardan ibaret. Şunu düşündüm, bir erkek yüzünü dahi görmediği bir kadına nasıl aşık olur? Şunu sormuş olmalı. Karşındaki insan gerçekten var mı? Yani biyolojik olarak değil, duygusal gerçeklik açısından… Çünkü gerçeklik dediğimiz şey, yalnızca birinin var olması değildir, ona dokunmak, göz göze gelmek, ses tonunu duymak, teninin sıcaklığını hissetmektir. Arkadaşım, bu adama aşıkken bile onu hiç görmedi, ama adam da onunla asla karşılaşmadı.

Geçenlerde öğrendim ki ilişkileri bitmiş. Arkadaşım bana, bunun sorumlusunun adam olduğunu söyledi. Çünkü adam, gerçek dünyada başka kadınlarla ilişkilere girmiş. Buna rağmen arkadaşına sadık olduğunu iddia etmiş. Arkadaşım ise, hiçbir fiziksel kanıtı olmadan, sadece sezgileriyle adamın yalan söylediğini anlamış. Ve bu sezgi, onun için yeterli olmuş. Artık eskisi kadar sevmediğini fark etmiş, bir yalancıyla devam etmeyeceğini anlamış. Böylece ilişki, biraz yalpaladıktan sonra bitmiş.

Görülmeden yaşanan aşk” aslında modern iletişim çağının en çarpıcı paradokslarından biri. Birini hiç görmeden sevebilmek, onunla saatlerce yazışmak, sırlarını paylaşmak, hatta hayat planları kurmak… Ve bütün bunları, fiziksel olarak bir kez bile karşılaşmadan yapabilmek. Bu, bir yandan iletişim teknolojisinin sunduğu sonsuz yakınlık illüzyonu, diğer yandan da mesafenin sağladığı güvenlik kalkanı.

Asıl kırılma noktası, arkadaşımın aşkı bitirme gerekçesiydi. Adamın başka kadınlarla ilişki kurduğunu sezdi. Yani görmedi, yakalamadı, kanıtı olmadı. Ama sezgisi, onun için mahkeme kararı gibi kesin bir şeydi. Bu noktada aşkın sürdürülebilirliği, bedensel temasın eksikliğinden çok, güvenin yokluğuna bağlı hale geldi. Çünkü görmediği, dokunmadığı birine duyduğu bağlılık, yalnızca inanç üzerine kuruluydu. Ve inanç, malumunuz yalan ihtimalini kaldıramaz. Hatta bir başka erkekle ilişkisini sürdürüyor olmasını bile akla getirmeyebilir.

Şunu anladım: fiziksel karşılaşma olmadan başlayan bir aşk, aslında iki ayrı hikâye gibi ilerliyebiliyormuş. Herkes, kendi zihninde ötekinin bir versiyonunu yaratıyor çünkü. Bu versiyon, karşılaşma olmadıkça kolaylıkla korunuyor üstelik. Güven sarsıldığında ise hayal kırıklığı gerçek kadar sert olabiliyor. Arkadaşımın yaşadığı, tam da buydu. Adamın sadakatini sorgulamaya başladığı anda, zihnindeki “sevgili” figürü çatladı. Ve aşk, karşılaşmadıkları halde, gerçek bir ayrılık gibi bitti.

Sonuçta geriye şu ilginç tablo kaldı: İki insan, hiç yüz yüze gelmeden, birbirlerine derin duygular besleyebilir, hatta ayrılık yaşayabilir. Karşılaşmamış olmaları, bu aşkın gerçekliğini azaltmıyor ama güvenin kırılması, o büyük hayali yıkıyor. Aşk, fiziksel temasın ötesinde, bir “var olduğuna inanma” eylemi. Ve o inanç yıkıldığında, geriye ne beden kalıyor, ne de hayal.


Salı, Ağustos 12, 2025

Kaybolma sanatlarından dijital maske (2)

Arkadaşımla ilgili beni en çok şaşırtan, sevgilisine rağmen, hiç görmediği-yüzleşmediği bir adama aşık olması, o aşkı yaşama biçimi oldu. Aşıktı ama aşkı fizikselleştirmiyordu. Bilemiyorum, Belki aşkı bir “olasılık” olarak daha yoğun hissediyordu. Karşılaşmadığı için, aşk “bozulmuyor”, her zaman eksik ve bu yüzden daima canlı kalıyordu. Aşkı ciddiye alıyor, seviyor, arzuluyordu. Fakat buna rağmen ya da tam da bu yüzden, aşkı fiziksel dünyaya taşımıyor, karşılaşmıyordu. 

Çoğu zaman aşk, tanışmakla, dokunmakla, bir bedende karşılık bulmakla tamamlanır. Oysa onun aşkı, bir karşılaşmaya değil, bir karşılaşmamanın korunmasına dayanıyordu. Görüşmedikçe, aşk bir “olasılık” olarak kalıyordu. Aşk, somutlaşmadığı için, eksiksiz, bozulmamış, kirlenmemiş gibi hissediliyordu. Fiziksel buluşma, alışkanlık, hayal kırıklığı, yanlış anlama gibi riskler taşıdığı için görüşmeyerek, aşkı saf bir duygu halinde, hep en yüksek formunda tutabiliyordu. Ne diyordu Bataille: “Aşk, arzunun her zaman bir eksiklik çevresinde dönmesidir.”

İnsan böyle bir şeyi dinlediğinde şunu merak ediyor, ortada iki erkek var. Biri sevgilisi diğeri aşık olduğu adam… İlişkilerde bir his geliştirilebilir ve o ilişki o hisle (üstelik aşk olmadan) yürüyebilir. Sevgilisi bu aşkı bilmiyor ve “aldatıldığını” anlamıyordu, o kısmı anlıyordum. Oysa arkadaşım, aşık olduğu adamla fiziken karşılaşmayı redderek kendini aldatmış olarak görmüyordu. Anlamıyor olabilirsiniz, aşık olunan adamın ne hissettiğini bilmiyorum. Belki anlıyor da olabilir… Kristeva, aşkı, “bir diğerine duyulan arzu kadar, kendi içimizde açılan yeni bir anlam alanı” olarak tanımlar. Yani arkadaşım, aşk sayesinde, kendi içinde bir duygusal alan açıyor ve orada yaşıyordu. “Buluşmadıkça, aşk onun oluyor; buluşsa aşk paylaşılacak ve belki kaybedilecekti” veya “buluşmadıkça sevgilisini aldatmış olmayacaktı”…

Bana anlattığına göre sevgilisiyle bir gün ayrılacaklar ve o aşık olduğu adama gidecekti… Gülümsüyorum elbette. Bunun adı erteleme çünkü… Gelecekte bir zamanı işaret ediyordu. Hiçbir zaman tamamlanmayan bir aşk, hiç bitmeyen bir aşk olur. “Başlamayan aşk, bitmez veya bitmeyen aşk, daima var olur” demek bu. Arkadaşım aşkı bir “fiil” değil, bir “his” olarak yaşamak istiyordu. Aşkı bir “buluşma” değil, bir “duygusal atmosfer” olarak deneyimliyordu. Gerçeklikte karşılaşmadığı için aşkını kontrol edebiliyordu. Geleceği düşleyerek bugünkü sıkışmışlığından kaçıyordu: aşık olduğu adamla evlenmek, çocuk yapmak, birlikte bir hayat kurmak gibi hayallerle “ileride olacak şeyler” üzerinden bugünkü tıkanıklığını hafifletiyordu. Oysa herkese evliliğin kendisine göre olmadığını defaatle söylemişti, çocuk büyütmek hiç ona göre değildi filan… Karışık mı? Değil. Sevgilisini seviyor. Ona bir bağlılık ve şefkat hissediyor. Ama aşık olduğu adama karşı duyduğu arzu da gerçek. Yani, sevgi ve aşk onun içinde farklı kaynaklardan besleniyor.

Aşkın gerçekleşmesi için bir kopuş (ayrılık) şart. Ama kopuş, gerçekliğe adım atmak demek ve gerçeklik -hayalden farklı olarak- onu korkutuyor. Dolayısıyla arkadaşım sevgilisinden ayrılmayı yalnızca ahlaki bir mesele olarak değil, duygusal bir felaket olarak görüyor: Ayrılık, hem onu hem sevgilisini yaralayacak. Kendisini “kötü biri” gibi hissettirecek. Bana sevgilisiyle "geçmişlerini" anlattı, zahmetli ve zor bir süreçten birlikte geçmişler. Sevgilisi evliymiş boşanmış şu bu… Birilerini kırmış. Yine kıracağını biliyor. Dünyadaki en çok korktuğu şeylerden biri: birine zarar vermek. Bu yüzden ayrılığı zihninde “erteliyor”, “öteliyor”, “askıya alıyor”. Aşık olurken aldatmış gibi hissetmiyor, ama eğer fiziken karşılaşırsa kendini affedemeyecek. 

Bu, arkadaşımın bedensel deneyime, fiziksel karşılaşmaya yüklediği ağır anlamı gösteriyor. Onun için aşk bir hayal olarak kaldığı sürece: vicdanını yaralamıyor, ihanet gibi hissettirmiyor, çünkü somut bir eylem yoksa, somut bir ihlal de yok. Ama bir dokunuş, bir göz göze geliş, bedenlerin yan yana gelişi olursa, bu artık geri dönüşü olmayan bir kırılma olacak. Çünkü beden, onun dünyasında ruhun taşıyıcısı değil, mutlak gerçeğin kendisi.

Bu çok derin bir etik algıya işaret ediyor: “Bedenimle ihanet ettiğimde ruhumu da ihlal etmiş olurum.” Bunu Barthes’ın “ “göz göze gelmek” ya da “dokunmak” üzerinden tanımladığı aşkın doğrudanlığı kavramıyla ilişkilendirebiliriz. Aşk, adını sessizlikte bulur, ama gözde ve tende açığa çıkar.” Arkadaşım “hayalde özgür, bedende tutsak” biri yani. Haliyle hem sevgilisinden hem aşık olduğu adamdan kopamıyor : Biri ona şefkat ve güven diğeri ona arzu ve geleceğin ihtimalini sunuyor. Bu iki duyguyu birleştiremiyor. Bu yüzden aşkı idealize ediyor: Şu anda değil, gelecekte mutlu olacağız. Şimdi değil, sonra kavuşacağız. Bir gün hayat değişecek. Ama bilinçdışında şunu da biliyor: Gerçek hayatta hiçbir şey hayal edildiği gibi saf kalmaz. Bu yüzden, ütopyasını sonsuz erteleyerek koruyor. “Bir gün” diyor ama biliyor ki ama o “bir gün” hiç gelmeyebilir.

Yarın bitiriyorum... 

Related Posts with Thumbnails