Karikatürün diğer çizgili anlatım araçlarına kıyasla
önemli bir farkı var, abartılı çizgisi komikleştirmekle tahkir etmek arasında
salındığı, onlar arasında gidip geldiği için üretimleri günbegün siyasi
eleştirinin bir parçası oldu. Bu karakteristiği onun en baştan “muhalif”
sayılmasını kolaylaştırdı, itibar ve ciddiyetle nitelenmesinin yolunu açtı.
Öyle ki, bugün siyasi tarih çalışmalarının referanslarından biri olarak ayrıca
incelenebiliyor. Karikatürün sanat sayılması ise gazetecilik pratiklerinin
dışına çıkmasıyla yaygınlık kazandığı dönemin yarım asır sonrasında gelişti.
Muhaliflik ve sanat, bir iddia olarak piyasayla ve “şimdiki zamanla” birlikte
düşünülmesi gerektiğinden hayli zor ve tartışmalı bir mesele, en azından bu
yazıda karikatür adına bir nirengi noktası olarak görmeyeceğimi peşinen
belirteyim. Karikatür tarihine bakarken, hele ki bugünkü gelişmeleri
değerlendirirken asıl olarak karikatürün telifle ilişkisine değineceğim, arz ve
talebin bir ifade aracını nasıl ticarileştirdiğini, popülerleştirerek büyüttüğünü
veya telif değerini yitirdikçe nasıl marjinalleştirdiğini irdelemeye
çalışacağım.
Yukarıda fotoğraf pahalı, teknik olarak kullanımı zor
olduğu için bir “ressam” arayıp buluyorsunuz, ondan gazetenin görselliğini
istiflemesini istiyorsunuz dedim. Ressam derken portreciler, illüstratör ve
karikatürcüler, yazılar için vinyet hazırlayanları katarak geniş anlamda bir
niteleme yapıyorum. O ressamlar, beğenildikçe, gazeteler arası rekabet gereği
daha yüksek telifler almaya, bir yayından diğerine transfer olmaya başladı.
Gazeteye para kazandırdıkça, kazançtan aldıkları payı yükseltiyor, vazgeçilmez üreticilerden biri haline
geliyorlardı.
İlk büyük karikatürcülerimiz hep çok satan gazetelerde
çalıştı, hatta önemlice bir kısmı, o yayınların en yüksek maaşlı birkaç
çalışanından biri oldu. Cemal Nadir, Ramiz Gökçe, Turhan Selçuk ya da Bedri
Koraman, yüksek satışlı gazetelerin görsel mimarlarıydı. Fotoğraf ucuzlayarak yaygınlaştıkça, matbaa
teknolojileri geliştikçe, karikatüristlerin ve genel olarak bütün gazete
ressamlarının gelirleri ve gazetelerdeki değerleri tedricen azaldı.
Karikatür tarihimizi bu teknolojik değişime göre dört
ayrı zamana ayırmak mümkün. İlki, İttihatçı modernizmini modelleyerek Akbaba dönemi, ikincisi Simavi sermayesi
ve Gırgır dönemi, üçüncüsü, basının gerilemesi veya post-Gırgır
dönemi, sonuncu ise internet sonrası dönem… Dönemleri teknolojinin
sonuçlarından etkilenerek azalan telif gelirleri ve satış rakamlarıyla
birbirinden ayırıyorum. Dergi ve gazeteleri kapatan ve çoğaltan satışlar olduğu
için karikatürümüz de buna göre şekillendi iddiasındayım. Bu dönemselleştirme
içinde ayrıksı duran akımlar ve estetik arayışlar olsa da, telif mantığıyla
doğrudan ilgileri olmadığından özellikle bu yazının bağlamı içinde onları
belirginleştirmemeyi tercih edeceğim. Örneğin 1950 Kuşağı olarak adlandırılan
Cemal Nadir sonrası genç kuşak karikatüristlerin sergi, meslek birliği ve
müzecilik bakımından daha uzun etkileri olmakla birlikte Gırgır kadar karikatürü popülerleştirdiklerini, üretici sayısını
artırdıklarını veya telif geliri bakımından bir başkalaşma getirdiklerini
söylemek pek mümkün değil.
İlk dönem, esas olarak İttihatçı eleştirelliğinde 1908
sonrasında başladı. Modernist düsturlarla politik olarak seküler bir
milliyetçilikle nitelenebilecek bir haleti ruhiye içinde gelişiyordu. Pedagojik
ve ahlakçı bir başyazı, karikatürden çok resimsilik, erotizme yakın bir çizgi
üslubu, sınırlı bir siyaset ilgisi, etnik mizah ve daha çok İstanbul merkezli
bir algıya dayanan bu anlayış altmış yıl kadar etkisini sürdürdü. Kurtuluş
savaşı, cumhuriyet, çok partili dönemle değişen veya sönümlenen bir gazetecilik
mantığı olmadığı için karikatürist eleştirelliğinde bir süreklilikten söz etmek
mümkün. Karikatürcüler, kendilerini önce gazeteci sonra bir tür devlet adamı
gibi görüyorlardı. Espri ve eleştirileri, rejimin belirlediği ölçülerde,
rejimin düşmanı olarak görülen azınlıklara, şeriatçılara ve (sonradan)
komünistlere yöneliyordu. Bürokraside
görev alma ihtimalleri, eleştirelliklerini “devlet adamı ciddiyeti” gibi bir
misyonla sınırlıyordu. Diğer yandan dönem boyunca çıkan dergiler, bir iki geçici
istisna dışında az satıyor, en iyi dönemlerini 15 bin civarında satışlarla
geçiyorlardı, gelirlerin düşüklüğü ve siyasi deveranların etkisiyle bir türlü uzun
ömürlü olmayı başaramıyorlardı. Dar kadrolu yayınlar olduklarından geçim
sağlamaktan ziyade bir gençlik hevesi, mesleki bir arayıştan öteye gidemiyorlardı.
Dergilerden kazanılan düşük telifler bir yan gelir olduğundan üreticileri aynı
zamanda gazetelerde çalışmak zorunda kalıyordu. Dönemin sembol dergisi Akbaba ise başyazarı ve sahibi Yusuf
Ziya Ortaç’ın siyasi pragmatizmi ve esnaf maharetiyle uzun yıllar yaşasa da
bunu satıştan ziyade garanti gelirlerle (resmi abonelik ve ilanlarla) başarıyordu.
Ortaç’ın, iktidar partilerine olan yakınlığı, (CHP döneminde DP ve diğer
muhalif partileri, DP döneminde CHP’yi eleştirmesi) örtülü ödeneklerden aldığı
maddi yardımlarla mümkün oluyordu.
Kabaca özetlediğim ilk dönem, iki ayrı tarihle miadını doldurdu. Birincisi, yeni bir matbaa teknolojisi olarak Veb-ofsetin Türkiye’ye girdiği 1964 yılı, diğeri (romanesk gözükmekle birlikte) Yusuf Ziya Ortaç’ın ölümü olan 1967… İlkiyle satışları bir milyona yaklaşan ve geçen gazeteler dönemi başlıyordu. Karayollarının gelişimi ve dağıtım ağının oluşturulmasıyla gazeteler ilk kez aynı anda ve her gün tüm Türkiye’de satılır oldu. Ondan önce yüzbin basılan ve dağıtılan üç gazetemiz dahi yoktu… Matbaalarımız bile bu kadar çok gazete-dergi basmaya uygun değildi. Tef mizah dergisi 40 bin basılınca reklamlarında bunu bir rekor olarak gösteriyordu örneğin. Simavi kardeşler, (Hürriyet ile Günaydın gazeteleriyle) hem gazete dergi dağıtım tekelinin, hem de açık ara en çok satan yayınların sahipleriydi. Yusuf Ziya’nın ölümü ise Akbaba’yla birlikte bir mizah ve karikatür anlayışının sonunu tescilliyordu. Akbaba, 1977 yılına kadar yayınına devam etse de Simavilerin (başta Gırgır ve Çarşaf olmak üzere) çok satışlı dergilerinin yarattığı yeni ortama ve anlayışa dahil olamıyor, handiyse kendiliğinden sessiz sedasız kapanıyordu. Akbaba, çok daha önce kapanabilirdi, hep demode kalmıştı ama asıl öldürücü darbeyi teknoloji (ve o teknolojiye sahip olan sermaye) vurdu. Birdenbire Türkiye’nin her gazete bayiinde bir mizah dergisi görülmeye başlıyor ve anakım ister istemez değişiyordu. Yoksa Akbaba’nın demode olduğu, o yıllarda hemen tüm mizahçı ve karikatüristlerin dilindeydi… Kırklı yıllarda çıkan Markopaşa, ellili yıllarda çıkan Dolmuş, altmışlarda çıkan Tef ve Zübük bu iddiayla Akbaba’nın karşısına çıkıyor ama Ortaç’ın garantili gelirleriyle yaşayan dergisini alt etmeyi başaramıyorlardı. Akbaba, az çizgili (çünkü telifi yüksek), bol yazılı (çünkü telifi düşük) bir yayın olmuştu hep. Oysa yeni dönem, alışılmadık bir kitleselleşmeye, onun getirdiği yeni bir okura dayanıyordu. Mizah dergileri şehirli, memur ölçeğinde tahsilli bir okura hitap ettiklerini düşünürken bu defa okuma yazması kıt, taşralı genç bir ergen erkek okuru tahayyül ediyorlardı. Çünkü Günaydın, bol resimli, az yazılı, erotizmi iyi kullanan, ajitatif bir dille hayata bakan, mutlaka “bağıran” içeriğiyle dönemin en çok satan gazetesi olmuştu. Haldun Simavi, baskı makinalarının boş durmasını istemeyen, dağıtım ağını kullanarak yayınlarını sürekli artırmaya çalışan bir gazete patronuydu. Günaydın grubu içinde bir mizah dergisi de istiyor, kendi gazetecilik mantığına uygun bir içerik arıyordu. Önce, uzun yıllar Akbaba’yı mizahıyla yaşatan Aziz Nesin’e başvuruldu. Nesin de Akbaba’dan bildiği tarzı Günaydın’ın ilavesinde yineliyor ve haliyle başarılı olamıyordu. Öyle ki, yıllarca berber dergisi diyerek küçümsenen Akbaba’nın ikamesi-moderni olmak isterken Günaydın’a hazırladığı mizah ilavesine Ustura adını seçiyordu. İkinci önemli deneme, sansasyon mantığıyla çıkan Gün isimli bir magazin gazetesinde yapıldı. Gazetedeki Gır-gır adlı köşe, Oğuz Aral’ın çabasıyla çok geçmeden bir dergiye dönüştürüldü. O yıllarda Simaviler çok yayın çıkarıp kapattıkları için Gırgır’a pek bir ömür biçilmiyordu ama gelen yüksek satış, derginin yayın yönetmeni olan Aral’a benzeri daha önce görülmemiş zenginlikte bir telif ödeme imkânı getirdi. Dergi çok kısa süre içinde yeni işler, eski ve yeni üreticiler için bir cazibe odağı haline geldi. Gırgır, 1972’de çıktığında sonraki yıllara kıyasla 40 bin civarında satıyordu ama bu rakam dahi geçmişteki dergilerle kıyaslanmayacak bir başarıydı. Onunla da kalmadı, yayımlandığı ilk on yıl içinde üç yüz bin satışın üzerine çıktı. Günaydın’ın Gırgır’ını Hürriyet’in Çarşaf’ı izliyor, kazançlı olduğu için dönemin çoksatar bütün gazeteleri (Milliyet, Güneş, Sabah vd) mizah dergisi yayımlar oluyordu. Böylece Gırgır kuşağı denilen, sadece dergilerde çizerek geçinebilen, meslek olarak karikatürist olarak anılan yüzlerce yeni çizer ortaya çıktı. Bu dönem, mizah dergilerinin ve karikatürün basın tarihimizdeki en şaşalı dönemiydi… Kazançlı olduğu için karikatür ve çizgi roman ağırlıklı mizah dergileri ve üreticileri büyük rağbet görüyordu. Transferler, el değiştiren ve çoğalan dergiler dönemi Simaviler’in basından çekilmeleriyle, Gırgır’ı ve yan yayınlarını satmasıyla nihayetlendi.
1989 sonrasındaysa gerilemeyle birlikte yeni bir dönem
başladı. Bir kez daha teknoloji devreye giriyor, bu defa haber ve eğlence mecrasını-aracını
dönüştürüyordu. Özel televizyonların ortaya çıkması, buna bağlı olarak gazete
ve dergi satışlarının düşmesi, mizah dergilerini olumsuz etkiledi. Gazeteler,
televizyon karşısında günbegün tiraj kaybetmeye başlamışlardı. Geçmişte yüksek
satışlar nedeniyle kalabalıklaşan mizah dergileri kadro olarak daralmak zorunda
kaldı. Telifler düşünce, karikatüristler başka sektörlere yöneldi. Gerileme açısından son dalga, yine bir
teknolojik değişimle geldi ve internetin çıkışıyla dergiler, altmış yıl önceki
satış rakamlarının gerisine düştü. Dar kadrolu, düşük telifler ödeyen,
çalışanlarının farklı mecralarda farklı işler de üretmek zorunda kaldığı
yayınlara dönüştü.
Bitirirken karikatüristlerle ilgili bir özet yapalım. Gırgır’ın çıkışına kadar karikatürcüler
gazetelerde çalışıyorlardı ve dergi çıkarmaya çalışsalar da başarılı
olamıyorlardı. Kendilerini gazeteci olarak tanımlamaları tuhaf karşılanmıyordu.
Altmışlı yılların sonundan itibaren bir dernek kurarak, ödüllü yarışmalarla sanatsal
ve estetik arayışlarını (meslek ve üretimlerini) itibarlandırmaya
yöneldiler. Özellikle resmi devlet
kurumları ve yerel idareler nezdinde karikatürün bir sanat olarak kabulünde
büyük emek gösterdiler. Gırgır’la
birlikteyse, gazetecilik pratiğinden ve yarışma estetiğinden uzak bir
karikatürcü profili ortaya çıktı. Gırgırcılar ve Dernekçiler adı altında iki
ayrı anlayış arasında mesleki ve estetik bir rekabet oluştu. Karşılıklı olarak
birbirlerini yok sayma ve küçümseme içeren tavır, dergilerin marjinalleşmesi
veya bu husumeti sürdüren önemli çizerlerin yaşlanıp ölmesiyle sönümlendi.
Bugün gazete karikatürü de mizah dergileri de dikkat
çekecek ölçüde “görünmüyor”, çok satmıyor ve geçimlik telif getirmiyor desek
yanlış olmaz. Buna karşın internet dolayımıyla büyük bir görünürlük içindeler…
Kimi karikatürcülerin çalışmaları (maddi getirisi olmamakla birlikte) milyonları
aşan ölçüde, tıklanıyor, paylaşılıyor ve beğeniliyor. Dergiciliği internetten sürdürebilmek için
denemeler yapılıyor ama karikatürün ve mizah dergilerinin yeni mediuma uyum
gösterip gösteremeyeceği henüz belli değil. Üreticiler ve türün takipçileri
arasında genel bir karamsarlık gözardı edilemeyecek ölçüde hissediliyor. Bu
durum doğal olarak sadece bizde değil, hemen her ülkede yaşanıyor. Telif haklarının
korunduğu ve gelişkin olduğu kültürlerde bize nazaran daha az hissedildiği
iddia edilebilir elbette. Karikatürün ve
çizgili sanatların yüz elli yıl sonra kendilerine yeni bir medium aradıkları
bir eşikteyiz sanki. Yazımı özellikle telifle ilgili bir bağlamda kurmamın
nedeni de bu, internet çağındayız, bir çözüm olacaksa, bunun telif haklarıyla
ilgili yeni bir düzenlemeden çıkabileceğine inanıyorum. Neler olacağını hep
birlikte göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder