İlk kitabını, öyküsünü bastırmak isteyen yazar
adaylarının gözden kaçırdığı şeyler neler sizce? Olası hayal kırıklığını
büyüten hatalar...
Yayınevleri, gelen dosyaların kendilerine uygun olup
olmamasına bakar, süregelen bir editöryal tercihle seçimler yaparlar. Bir yazarın,
yazdıklarım hangi yayınevine uygun olabilir diye sorması gerekiyor. İyi bir
yazar olmanın ön şartı iyi bir okur olmak. Farkında olarak yazmak, okumak,
akletmek, sonra hayal etmek lazım. Kim genç yazar yayımlıyor, yayımlamaktan
korkmuyor, kim best seller peşinde, kim hangi türleri tercih ediyor... Bilseler
hiç fena olmaz. Hayal kırıklığı meselesi ise karışık, buna dair bir reçetem
yok, çalışmaya devem etsinler derim. Çalışma fantezisinden söz etmiyorum,
sahiden çalışmak diyorum.
Sabitlenmiş tweet'inizden yola çıkarak, sosyal medyada
'akıl sağlığını muhafaza ederek' varolmak için neleri görmezden gelmeli?
Görmezden gelmek her zaman mümkün değil, içine
çekiliyorsunuz, üstelik cevap vermemek garez de çoğaltabiliyor. O gürültüyü
biliyor ve istemiyorum diyebilmek için gevezelik etmiş, gürültü çıkarmış,
susmuş, tartışmış, dalaşa girmiş olmanız da gerekebiliyor. Ben anladığımı ve
yapmaya çalıştığım şeyi söyleyebilirim. İşe
güce bakarsanız, bildiğinizi yapmaya devam ederseniz, süregelen kavgaların
çarçabuk unutulduğunu, yarına kalmadığını anlarsınız.
1951 ile ilgili bir söyleşinizde "...O dönemde
Ankara'da ne var ki? Hele bir İstanbullu için..." diyorsunuz. Edebiyatla,
sanatla meşgul olup da İstanbul'u mecburi istikamet olarak görenlerin atladığı
nokta ne? İstanbul'a heves etmemiş biri olarak kaçırdığınızı düşündüğünüz
şeyler var mı?
İki soru var, ilkiyle ilgili şunu söyleyebilirim: eğer
insan yeterince çalışır ve üretirse, her zaman kendine bir kapı buluyor. Bu
söyleyeceğim şey romantik gelebilir ama ben, hiçbir çabanın boşa gitmediğine
inanırım. Nerde yaşarsanız yaşayın, işinizi iyi yaparsanız, gelir sizi
bulurlar. Ankara’da yaşıyorum ama hemen her hafta İstanbul’da yaşadığımı sanan
birilerine orada yaşamadığımı söylemek zorunda kalıyorum. On beş yıl oluyor,
İstanbul’da kültür sanat endüstrisiyle ilgili çok önemli iki mecrada
yöneticilik yapmam için bana yapılan teklifi reddettim, hiç de pişmanlık
duymadım. İstanbul’da yaşasaydım, hayal ettiğim bazı işleri daha erken yaşlarda
yapabilirdim ama orada olsaydım bu kadar okuyamaz, bu kadar seyredemez ve bu
kadar kendimi dinleyemezdim. Bir şey kaçırdığımı düşünmüyorum. Mesele İstanbul
değil, kapitalizmin hararetinden uzak durabilmek, denemek, mesafe koyabilmek.
"Hak ettiği değeri görmedi ama özellikle son
yıllarda çizgi / grafik roman alanında çok güzel işler çıktı" dediğiniz
eserler, eser sahipleri var mı?
Bence yok. Kayıp, gözardı edilmiş, underrated bir yazar
ya da eser olduğunu düşünmüyorum. Doğrusu, hak ettiği değeri bulmadı vurgusunu romantik
bir tutum olarak görüyorum. Hikayesi, anlatması güzel geliyor bize. Pek çok
yazar ve sanatçı, haksızlığa uğradığına inanır ve hak etmediği halde değer
gören rakiplerine sinirlenir. Şöyle
şeyler denir, “iyi kitap yarına kalır, bugün çok satanlar çöp olacak” filan.
Bunun garantisi var mı? Çok satanlar yarın da çok satacak olabilir, hak ettiği değeri
görmediği düşünülenler yarın da az ilgi çekebilir. Ünlü bir yazar, “bugün ilgi görmedikten sonra
yarın ben yaşamazken şöhret olmuşum ne fayda” derdi. Meseleye buradan bakmak
rekabet, husumet ve revanşizmden başka bir şeye yaramıyor. Aslolan hikayeler
anlatmak, sevdiğimiz işleri yapabilmek. Japon ressamları bir şehirde yeterince
ünlü olduklarını düşündüklerinde başka bir şehre göçer ve kendilerine yeni bir
isim seçer, geçmişlerini ve şöhretlerini bilerek geride bırakırlarmış. Yazar
olarak kendimi şanslı buluyorum, yaşadıklarımı, yazarak geçinebilmemi bir lütuf
olarak görüyorum.
Söyleşiyi Akın Arslan'la Dünya Halleri sitesi için yapmıştık. [2018]