Pazartesi, Eylül 16, 2024

Kanımız kurusun

Beni illet eden bir cümle var, sosyal medyada sıkça karşıma çıkıyor, “kanımız kutusun ki unutmayacağız” deniyor. Vay be dedirtmek istiyorlar. Hepimiz biliyoruz ki, bugün cayır cayır konuşulan bir meselenin yaşam süresi üç ile yedi dün arasında seyrediyor. On gün sonra ne konuştuğumuzu dahi hatırlamıyoruz. 

E peki niye böyle bir ezber var? Çünkü kimse artık anlatmak istemiyor, herkesin derdi göstermek.. Sloganlar da göstermenin bir pekiştiricisi…Ancak bağırırsa çıldırırsa farkına varılan sıradan insanlara ilaç gibi geliyor sloganlar…

Hep tekrar ediyorum, biz sevmiyoruz, sevdiğimizi başkalarına göstermek istiyoruz. Öfkelenmiyor, öfkelenmiş pozu yapıyoruz. Üzülmüyor, ne kadar üzüldüğümüz görülsün istiyoruz. Ölüler, muhataplar, asıl hikayeler, olup bitenler gösterimizin yanında pek de büyük bir anlam taşımıyor.

Pazar, Eylül 15, 2024

Aileler için

Yukarıdaki kitap, vakt-i zamanında devlet eliyle basılıp dağıtılmış. Nükleer savaş sonrası yapılacakları-yapılmayacakları anlatan kırk sayfalık kitabın tarihi yok ama yetmişli yıllarda yayımlandığını düşünüyorum. Yüksek ihtimal Amerikan orijinalinden tercüme edilmiş.

Popüler kültürümüzde dünya savaşı korkusu en çok yetmişli yıllarda görülüyor. Tüm dünyada "soğuk savaş" nedeniyle benzer bir korku yayıldığı için bize de sirayet ediyor. Bu korku samimi ve sahici bir endişe içerdiği gibi siyasi iktidarlar elinde manipüle edilen-araçsallaştıralan bir korku... 

Ben büyürken, Sovyetler'in saldırısıyla başlayan sayısız felaket senaryosu okuduğumu hatırlıyorum. Gazetelerde grafiklerle savaş planları okurduk. Kimin ne kadar silahı, roketi, tankı, atom ve hidrojen bombası var gibi tuhaf listeler yayınlanırdı. Çocuksunuz, etkileniyorsunuz, en azından ben savaş çıkacak ve hepimiz öleceğiz korkusu-endişesi hissederdim. Ki bu korku, İsrafil'in Sur'a üflemesiyle başlayacak dünyanın sonu hikayesi kadar etkileyiciydi.

Üniversitede lisansta Uluslararası İlişkiler okudum, "Game Theory" diye bir ders vardı, temel mantığı ülkelerarası sorunlarla ilgili senaryolar üretmekti. Kosova'da etnik çatışma çıkarsa ne olurdu, Suriye'ye giden suyu kesersek neler yaşanırdı falan filan... Diplomasinin zihinsel hazırlığı, çalışılmış senaryoları olmalıydı... Bir öğrenci olarak, ister istemez savaş, çatışma ve kaos tahminleri yapıyordunuz. Yıllar sonra anlıyorum ki, soğuk savaş tecrübesinden çıkmış o ders...

Malum, eğitim, her birimizi, en çok da çocukları ve gençleri, hayata hazırlamak, yapacakları işlerle ilgili sorunlarla ilgili çözümler üretebilmelerini sağlamaktır. O yüzden pek çok iş için ayrıca staj ve oryantasyon şartı koşulur. Benzer akıl yürütmeler olduğu için ailelere "nükleer savaş sonrası" ne yapacaklarını anlatmak elbette kötü değil.. 

Sorun şu ki, ben büyürken hiç deprem senaryosu okumadım, deprem sonrasında neler yapmamız gerektiğine dair öngörü ve fikirlerle karşılaşmadım.  Komünistler bize saldırırsa "ne yaparız ya Allah'ı" anlatan öğretmenlerimiz vardı ama bir deprem ülkesi olduğumuzu bilmiyordum örneğin...

Bir pedagog edasıyla ah vah ettiğim sanılmasın, iktidarların nerdeyse "asla ve kat'a" ölçüsünde herhangi bir gelecek korkusu duymadıklarını, sadece ve sadece "şimdiki zamanla" uğraştıklarını anlatmak istiyorum. 


Cumartesi, Eylül 14, 2024

Yavaşlık 4


Sabri Esat Siyavuşgil, "tempodan" söz ediyor, kurucu entelektüellerimiz "cemiyet" olarak yavaş olduğumuzu düşündüklerinden, süratseverliklerini fasılalarla gösterir, huysuzluk ederler. "Hayat değişti" veya "modern dünya" diye başlayan cümleler kurarlar.

Önce Sabri Esat'tan hoşuma giden bir alıntı yapacağım.

"Bundan kırk yıl önce Paris bulvarlarından bastonunu döndüre döndüre bir aşağı bir yukarı dolaşan boulevardier tipinin tarihe karıştığı nasıl bir hakikatsa, bizde de bugün kırk sene evvel İstanbul halkının bayıldığı gibi manda arabasıyla mesireye gitmek zevkine hasret çeken kimse kalmamıştır. Vaktiyle büyük bir sabır ve tevekkülle kabul ettiğimiz 'temiz iş altı ayda çıkar' düsturu bugün bizi çileden çıkarmaya kafi bir tembellik mazeretidir. (...) Çalışma hayatında gevşek, tenperver, fıstıki makam mizaçlı mesai arkadaşlarımızın evvelce müsamaha ile karşıladığımız bu ağır tempolarına isyan edecek raddelere geliyoruz. Bilakis, cıva gibi hareketli işlek bir kaza sahibi, çabuk karar verip iş çıkartan kimselerle birlikte çalıştığımız zaman biraz yorgunluk pahasına da olsa bizzat kendi hayat tempomuzun hızlandığını ve nihayet bu süratlenmeden keyif duyduğumuzu hissediyoruz."

Yavaşlık hakkında daha önce bir şeyler paylaşmıştım, Sabri Esat, 1951'de, artık tesadüf mü tevafuk mu, 13 Mayıs'ta, doğum günüme denk gelen bir günde yazmış bu satırları...

Cuma, Eylül 13, 2024

Yavaşlık 3


İlk kitabımı oldukça yavaş yazdım. Neyi nasıl yapacağımı bilmiyordum, bol bol konuşuyor, yapabileceğime dair kendimi de ikna etmeye çalışıyordum. Bilmemek, insanı hem yavaşlatıyor hem de tedirgin ediyor. Hiç bilmediğimiz bir yola girdiğimizde yol bize "uzuuun "gelir. Etrafı ve güzergahı keşfettiğin için heyecanlanır,  yolu öğrenmeye çalışırsın. Aynı yolu ikinci kez gittiğinde yol insana daha kısa gelir... Yirminci kez aynı yolu giderken zaman ilk sefer olduğu gibi uzun ve yıpratıcı gelmez... Artık alışmış olursunuz. Zaman yavaş akmıyordur.

İlk kitabım, benim için hiç de yeterli değildi ama bana o işi nasıl yapacağımı öğretti... Yirmiye yakın kitabım var... Onun en az yirmi misli sayıda kitaba da editörlük yaptım. Neyi nasıl yapacağımı biliyorum ve o yolu hızla geçip gidebiliyorum.

Yavaşlık, acemilikten kaynaklanıyorsa güvensizlik de içeriyor olabilir...

Yavaşlık halleri çook...bir tane değil ki

Genç sporcular, iyi biliyorum, bunu ben de yaptım çünkü...maç dışındaki hayatlarında ağır adımlar atarlar, ayaklarını sürüye sürüye yürürler...Planlanmış bir yavaşlık onlara cool geliyor olmalı...

Çok örnek var ama görünen o ki... sür'at ve coolluk pek yaklaşmıyor birbirine...Aksine, yavaşlık, sür'atli bir hayatın içinde ayrıksı duruyor. Daha fiyakalı ve konuşulur bir şey...

Ağır ol/yavaş ol molla desinler...derler..."demişler" Bu da uncool...

Anne tarafımdan dedem, soyadı kanunu sırasında kendine "Hız" soyadını seçmiş... yeniyi yakalamak isteyen bir modernin seçimi diye düşündüm hep...

Cumhuriyetin ilk yıllarında entelektüellerimiz, İslamın ve Arapların bizi yavaşlattığına inanırlardı... Ziya Gökalp, Orta Asyalı atalarımızın daha canlı ve hareketli, "hızlı" insanlardan olduğunu söylüyordu. Türkler hızlıydı, Araplar yavaş...Batıyla aramızdaki fark hızımızdı... Otomobil sevgimiz bence buralardan çıkıyor.

Gaza basarsak geçeriz "diyoruz"...Bu da uncool...

Perşembe, Eylül 12, 2024

Acıttım mı cicim?

Cafer ile Hürmüz'den... Cafer, birinden bir yumruk yiyerek yere devriliyor...Yumruğu atan hayta "Acıttım mı cicim?" diye alay ederek soruyor...

Yeşilçam'dan aşinayız, yüksek ihtimal Bülent Oran eliyle yaygınlık kazanmış bir ifade bu... Ellili yılların ikinci yarısından itibaren popülerleşiyor. Sansürü hesap eden, kavgayı komikleştiren mizahı bir alaysılama... Oran'ı ismen saydım ama asıl kaynak bana Haldun Taner gibi geliyor...Hissiyatım bu yönde...

Cici, doğrusunu-fazlasını bilen varsa ayrıca yazabilir, benim bildiğim Farsça'dan geçme, renkli yer minderlerine deniyor... Dikkat çekici-göz alıcı bir renkliliği olunca minderden ilhamla "cici bici" benzeri kafiyeli benzetmelere veya "cici anne" gibi nitelemelere dönüşüyor... Rahat ve işlevsel bir minder, "havalı" "dikkat çekici", "abartılmış" ve "süslenmiş" bir şeye dönüşünce cici oluyor... Cici anne gibi, sonradan gelen genç ve bakımlı üvey anneye deniyor filan... 

"Acıttım mı cicim?" derken, Yeşilçam'da genellikle sınıfsal bir aşağılama olarak kullanılıyor. Mahallenin güzel kızı, sosyetik rakibine tokadı patlattığında gerinerek bunu söyleyebiliyor örneğin. Cafer'e yumruğu indiren Çarli  ise "haddin değil benimle yumruklaşmak" havasında... Cicim derken onu kadınsılaştırıyor, alfa erkek küçümsemesiyle konuşuyor...

Devamı var... Erbulak, Hürmüz'e, kocasını ayağa kalkması ve kavgaya devam etmesi için teşvik ettirirken "ona ne mal olduğumuzu göster" dedirtmiş... Yine argodan beslenen  "küçümsediğin kadar değiliz, sandığın gibi hiç değiliz" bir karşı nitelemeyle konuşuyor Hürmüz... Ne mal olduğunu bilmek, iyi tanımak-iç yüzünün farkında olmak anlamında kullanılır, Hürmüz kocasına "ona kim olduğunu göster" diyor aslında...

Salı, Eylül 10, 2024

Gelinler

Derler ya, üç tür yalan vardır, yalan, kuyruklu yalan ve istatistik diye... Bu tür listeleri yalan dolan da olsa... seviyorum... 

Gündelik yaşamda, sosyal medyada iddialar, palavralar, itişmeler şu bu derken aa bir bakıyorsun rakamlar başka şeyler söylüyor... Herkes bir duralıyor... 

Tablo ilginç...İnceleyelim.  "Hederö hödörö Sırıyaliler anna goym höböbeaa" diyen memleketimiz görünüşe göre son beş yılda Suriyeli gelinleri pek sevmiş... Hoş, yabancı gelin mevzusunda "Kürtleri" de yabancıdan sayan çok... Ege'ye giden herkes az ya da çok bununla karşılaşmıştır... Sosyal medyada yorum olarak gördüm, Türki'lerin yabancı olmadığı düşünülüyor. İddia o ki, amcalarımız, yaşlanınca evlerine gelen Türki bakıcılarıyla evleniyorlar. Anlaşma gereği elbette...E o da bir rakam olmuş işte tabloda... 

Yabancı damat tablosunu görmedim, yaygınlık kazanmamasından belli, bizi mutsuz etmesin istenmiş olabilir... Gelin varsa damat da vardır Suriye'den... 

Pazartesi, Eylül 09, 2024

Çarşı karışmış

Allah'ım neler oluyor, ellialtı olmuş çarşı... Burçlarla pek  ilgim yoktur, hangi burç nedir, hangi ay neye denk düşer filan gerçekten bilmiyorum... Yıllar içinde etrafımda bu işlerle ciddi biçimde ilgilenen, karakterimi burcuma göre tahlil eden birileri oldu, söylenenleri dinliyorum ama mesela yükselenimi en az on kişi söylese de unutuyorum. Alakam o derece tatsız...

Galiba diyorum, bu meselenin ciddiyetle, akademik bir performansla konuşulması bana "güzel" geliyor... Burçlarla ilgilenenlere yukarıdaki yeni tarih tablosunu göstersem bir afallarlar, bunca yıl konuşmuşlar, tahmin yürütmüş, yorum yapmışlar çünkü...Oysa bu tablo, bana daha bu sabah Nasa'dan gönderildi...

Annem, karnında benimle birlikte doğum odasına 13 Mayıs'ta giriyor, ben de ayınondördü olduktan bir on beş dakika sonra (annemin ıkınmalarının yardımıyla) dışarı çıkıyorum...Hastanede doğum belgesi verilirken, belirlenen kıstas "annenin doğum odasına girdiği tarihmiş"... Artık nasıl bir kontrol manyaklığıysa... Ben ayın 13'ünde doğmuş sayılmışım, annemse 14'ünde kutlar beni... 

Listeye baktım, bunca yılın boğasıyım, değişmemişim, bir ferahladım, Koç olamazmışım zaten...Hayırr...


Pazar, Eylül 08, 2024

Salonda iki selebriti

Altmışlı yıllarda memleket, iktisadi olarak büyüdükçe, şehirlerde apartman sayıları arttıkça, iç mimari ve dekorasyon gösterilebilir ve teşhir edilebilir hale geliyor. Ünlüler, evlerinin salonlarını gazetecilere açmaya-göstermeye, aralarında yarışmaya başlıyorlar.

İki örnek paylaşacağım... Zeki Müren, İstanbul'daki evinin salonunda poz vermiş, aplikler, koltuklar, heykeller, ortadaki sehpa, yerdeki halı, duvardaki yazı o günler için az bulunur ayrıntılar... Kimsenin evi o tarihlerde böyle değil, fotoğraf o büyük farklılığı gösteriyor. 

Bu da Göksel Arsoy'un salonu, düz renkli halılar moda olmalı, el hak abajur ilginçmiş...Kitaplarını göstermek istemiş, ne okurdu merak etmemek elde değil, entelektüel eğilimleriyle tanınan bir oyuncu değil çünkü...Pahalı ve az bulunan pikabını da göstermeyi tercih etmiş filan...

Günümüzün grossmarket "show roomlarını" ve seri mobilya üretimi düşünülünce ayrıntılar bize dikkat çekici görünmeyebilir... Teşhir edilenler şimdilerdeki şatafattan yoksun ve "az" çünkü...

İki mesele geldi aklıma, birincisi, popüler kültür tarihi açısından instagram (gösterme) kültürünün izlerini ta buralarda aramak gerekiyor... Bencilliğin evrimiyle ilgili bir safha aslında... Salonda poz vermiş bir celebrity, seyredenlerin kendisi hakkında düşündüğü olumlu tahayyülü sevip hayran kalacağından (benimseyerek-özdeşlik kuracağından) emin bir mağrurluk içinde

İkincisi, salonu açmak, salonu misafirlere saklamak anlamında bir başka tarihsel evrim söz konusu...Nasıl anlatsam, burjuvazinin yükselişi, orta sınıfın evlerini dönüştürür, saraydaki salonun küçük bir modeli evlerde kendine yer bulur, en geniş ve en pahalı eşyalarla dekore edilen bir oda halini alır. Ahali, misafirlerini o salonda, soylular gibi karşılamak ve ağırlamak istiyordur. Taklitle başlayan bu eğilim normalleşir, salon küçük evlerin (orta sınıf saraylarının) en güzel odası olarak varlığını günümüze kadar korur. Zeki Müren ve Göksel Arsoy, gazetecilere salonunu gösterirken popüler kültürün soyluları-kralları olarak davranıyor aslında demek istiyorum...

Cumartesi, Eylül 07, 2024

Sururi'den Ayrıntılar

Ellili yıllarda Hürriyet'te yayımlanan Sururi karikatürlerinden oluşan bir seçki geçti elime... Karikatüre meraklı biri o tarihlerde gazetede çıkan karikatürleri kesip dosyalamış... Sururi, defaatle yazmışımdır, sevdiğim bir çizer, dilimizde çıkan hemen her işini sanıyorum görmüş, okumuşumdur... Fotorealistik çizgileri, o yıllar için yeni, dinamik ve Amerikanvaridir... Amerika'ya göç etmesi, orada iş bulması tesadüf değil o bakımdan. Karikatür çizgisiyse, Cemal Nadir etkisindedir, onu modellediği, espri olarak izlediği hemen anlaşılır. 

Laf uzamasın, seçkideki karikatürlerin arkaplan ayrıntılarına yoğunlaştım, tıpkı Cemal Nadir gibi espriyle ilgisi olmayan, ayrıca komik duran ya da bugünden bakıldığında o günlerin gündelik yaşamını resmeden teferruatlar aradım. Birkaçını paylaşacağım. 

İlki, kahvede laflayan iki vatandaşın yanında duran çay bardağına ait bir ayrıntı. Şeker kıtlığı olduğu için, ayrı bir "şekerlikte" gelmiş kesme şeker, değerli ve az bulunuyor çünkü... Sonradan bu sunum kayboluyor, şeker çay tabağının yanında gelir oluyor...

Ankara'da Ulus'ta büyüdüğüm için Hacıbayram'da, Sobacılar sokakta iş bekleyen hamallarla ilgili epey hatıram var, ağır yükleri taşıma pratikleri oldum olası ilgimi çeker. Bu ağırlığı nasıl kaldıracak, nasıl taşıyacak dersiniz, alışkanlıkla pat yükleniverirler. Sururi, yukarıdaki karikatürde konuşan adamların yanına espriyle ilgisi olmayan iki hamal katmış, kemerlerini öyle bir kullanmışlar ki, taşıdıkları buzdolabıyla kol kola, omuz omuza yürür gibiler... Şehre yeni geldikleri, taşralı oldukları kıyafetlerinden ve bıyıklarından kolayca anlaşılıyor. 

Üçüncüsü, bir karakol manzarası, komikleştirmek için abartılmış (kırık sandalye bacağı ve yere atılmış polis romanı gibi) ayrıntılara sahip. Benim ilgimi, kabzasına bağlı iple masadaki çiviye asılan tabanca çekti...Komik göründüğünün farkındayım ama farklı yerlerde gördüğüm için biliyorum, polisler o yıllarda silahlarını (kılıfıyla birlikte) benzer biçimde masalarına ya da duvara asıyorlar.

Gündelik yaşam rutinleri, eşya kullanım biçimleri, sokak alışkanlıklarını araştırırken filmler ve fotoğraflar dışında pek görsel kaynak yok... Bizim çizgicilerimiz dökümanter değiller, tek etkiye odaklanarak üretir, espri dışındaki her şeyi fazlalık olarak görürler. Biraz kazımak, zorlamak gerekiyor ama küçük büyük ayrıntılar yine de bulunabiliyor.

Perşembe, Eylül 05, 2024

Çiğ yumurta

Anne tarafımdan dedem, erken yaşlarda, kırklı yaşlarının başında kalp krizi geçirerek ölüyor. Sıkıntıları birdenbire de olmamış elbette, nefes nefese kalıyormuş, yoruluyormuş şu bu... Okur yazar bir adam olduğu için doktora gitmiş, doktor da ona güçten düştüğünü, bol bol çiğ yumurta yemesini önermiş. Adamcağız da ilaç niyetine üçer beşer yemiş ölene kadar... 

Sağlıkla ilgili çeşitli mitler var, bunları sadece sıradan insanlar, yani bizler değil, doktorlar da paylaşıyor... Çocukluğumdan beri kahvaltının altın değerinde olması gerektiği söylenir mesela... En zengin sofranın o saatte kurulması gerekiyormuş, en çok kahvaltıda yememiz icap ediyormuş şu bu...Biliyorsunuz, şimdi başka şeyler öneriliyor, aç kalmaktan, on altı saat bir şey yememekten filan söz ediliyor...

Kahvaltının günün en önemli öğünü olduğu iddiası Amerika'da bir mısır gevreği üreticisinin popülerleştirdiği reklam spotundan çıkmış aslında, en azından yaygınlaşmasını ona borçlu...Yani paranın gücüyle bir bilimsel gerçeklik üretilmiş... 

Şuna benziyor, twitter trendy topic olan başlıkları incelendiğinizde bot hesapların yüzde ellinin üzerinde bir katkısı olduğu görülüyor ya... Açıp bakıyorsun, e bu konuşuluyor sanıyorsun, oysa "üretiliyor"... Kellogg da gevrek satmak için "uydurmuş", işin içine iyi eğitimli külyutmaz doktorlar bile katılmış ve katılıyor... Hepimiz az ya da çok manipüle edilebiliyoruz...

Yıllar önce, sözlü kültür çalışırken, çok matrak bulduğum bir anekdot vardı... İşte türkü derlemek için köy köy gezen, yaşlılara kulak veren etnologlar bir süre sonra şunu fark etmişler, amcaların teyzelerin çocukken duydum diye söyledikleri şarkıları türküleri aslında radyolardan öğrendiklerini fark etmişler... 

Yani aracın kendisi, reklamın, paranın ve siyasetin gücü, bilimi, geçmişi, sağlık politikalarını ve geleneği baştan ayağa değiştiriyor. 

Çiğ yumurta yemeyin diyerek mesaj da vereyim, gülerek bitireyim..

Çarşamba, Eylül 04, 2024

Hokus Pokus

Sihirbazlık numaralarını (sanıyorum bunu yapmayan yoktur) "nasıl kandırıyor?" diye takip ederiz. Çocukken hipnotize etmek-görünmez olmak gibi üstün niteliklerim, maharetlerim olsun isterdim, bu yüzden de galiba en çok Mandrake olmak istedim. 

Mandrake de tıpkı Houdini gibi sihirbazların rağbet gören ikonik isimlerinden... Bilenler, Mandrake'nin tatlı hikayelerinin hakkını teslim edecektir.

Sihirbazlar günümüzde geçmişteki kadar ilgi çekmiyorlar veya sayıca azaldılar filan ama birer gösteri sanatçısı olarak aralıklarla zuhur ediyor ve televizyon şovlarında seyredenlere yine de aaa ooo dedirtiyorlar.

Yukarıdaki testere ile ikiye kesilen kadın numarası ilk seyrettiğimde beni gerçekten şaşkına çevirmişti, yedi sekiz yaşında filanım, canlı olarak Ankara'ya gelen Moskova Sirki'nde görmüştüm , "kesmedi tabi ama nasıl yapıyor?" filan diyerek çok düşünmüştüm.

Turan Ay'ın Hokus Pokus, Sihirbazlık Öğreniyoruz kitabında rastladım, meğerse altta bir başka kadın daha varmış, yukarıdaki ilk kutuya kendini sığdırırken, biz diğerinin -aşağıda olanın- ayaklarını görüyormuşuz. 

Bu kadar basitmiş ve ben bunu düşünememişim... Ayıp ama, çocuk kandırmak bu yaptıkları...


Salı, Eylül 03, 2024

Lazım bi şey

Blogu takip edenler bilebilir, insanın özünde iyi ya da kötü olmasıyla ilgili kadim tartışma, oldum olası hoşuma gider. Bütün dinler, ideolojiler ve hayatı düzenli kılmaya çalışan hemen her çaba bu tartışmadan nasiplenir.

Genel olarak "insan, insanı iyileştirir" fikrine inanırım. Bunun karşıtı sayılabilecek olan "insan, insanın kurdudur" düşüncesine de doğal olarak dikkat kesilirim. Derslerde, yazdığım hikayelerde ve hatta çevremde bu meseleyi çok düşündüğümü gösteren epeyce şey anlattım, yazdım ve münakaşa ettim.

İnsanlığın gelişimi, insanın bencil olmadığını, ortak hareket edebildiğini, birlikte düşünerek üretebildiğini gösteriyor. Kıt kaynaklar için gösterilen rekabeti, savaş ve katliamları gözardı etmiyorum ama insanlığın bir eşitlik hayali kurmaya çalıştığını, hayatı liberterleştirmeye uğraştığı da aşikar... Yani hep almıyor, veriyor da... Ticaretten söz etmiyorum, yardım da ediyor, sanatla uğraşıyor, konuşuyor, öğreniyor, tavsiye dinliyor. 

Bir davranış ve yaşam biçimi olarak sürekli eleştiriyoruz bencilliği, her din ve ideoloji tarafından dışlanıyor, ayıplanıyor, istenmeyen bir insanlık hali olarak gösteriliyor...

Büyüdüğüm mahalledeki Kürt bakkalın ağzından düşmeyen bir cümlesi vardı, alırken-satarken, konuşurken, açıklarken "lazım bi şey" diye tekrarlardı, o hesapla "gelişim" ve "iyileşme" için bencillik lazım bi şey...Hatta belirginleştirerek-kanırtarak kullanılması daha da lazım bi şey...

Pazartesi, Eylül 02, 2024

Rage Bait

Yeni bir kavram var, sıkça karşıma çıkıyor, aslında "trollemek" filan da deniyordu ama bu niteleme giderek daha çok yaygınlaştı. Biraz bakındım, bizde "yemlemek" filan deniyormuş, öfke yemlemesi...

Sosyal medyada herkesin uzlaştığı meselelerde "çıkıntılık" yapmak, bile isteye aykırı ve tahrik edici bir şeyler paylaşmak anlamında bir şey bu... Rage bait yapan, linçleneceğini bilerek bu yola giriyor, etkileşim almak için bunu yapıyor veya...Şöhret olmak, para kazanmak için şu bu...

Özel televizyonlar yaygınlaşırken, geçmişte TRT eliyle oluşturulmuş, televizyonda kimlerin görünebileceğine dair bir seçim-kıstas varsa, o baştan ayağa değişmiş, kontrolden çıkmıştı... Hemen her gün karşılarına çıkan meczuplara toplum çok şaşırıyordu. 

"Tuhaf ve daha da tuhaf" yemlemesini o günlerde anlamıyor, aktüel siyaseti suçlamayı tercih ediyorduk, 12 Eylül'ü ve Özal'ı eleştirmek daha kolaydı. Medya çalışmalarında, hele o yıllarda, genç bir akademsiyen olarak en azından ben bu groteskleşmeyi şöyle tartışıyordum, dünyanın her yerinde meczuplar olur, önemli olan o meczubun söyledikleri değil o meczubu ciddiye alan ve bilerek konuşturanların seçimleri ve yapıp ettikleridir falan filan. Malum, bu tartışma gazetecilik etiğinin bir parçasıydı, ne ki, profesyonel gazetecilik etiği fazlasıyla Amerikanvariydi ve bir yere varmıyordu. Herkesin kolayına gelmişti o ayrı...

Popüler kültür tartışmalarında bir düzeltme arzusu ve iştahlı bir hayıflanma damarı vardır. Yapmayalım etmeyelim tadında askerin kıyafet yönetmeliği gibi bir şeydir aslında... Gerçek hayat nasıl askeriyeden farklıysa bu da ele avuca sığmaz tutamayacağınız, kontrol edemeyeceğiniz başka bir bağlamdır çünkü...

Bir şey popülerleşiyorsa ya da tuhaflığına rağmen normalleşiyorsa, ve o, bir duygu ve tepki olarak çoğalıyorsa onu suçlamanın, ah vah etmenin pek de bir anlamı yoktur...Yapanlar yapıyor zaten, ben nafile buluyorum...

İnsanlar neden rage bait yapmak istiyorlar, neden el yükseltiyor, öfke gösterisine rağbet ediyorlar, etkileşim kasmayı neden bu kadar önemsiyorlar sorusunu düşünmek bana toplumu, modayı ve şimdiki zamanı anlamak adına çok daha önemliymiş gibi geliyor. Para için yapıyorlar demek bizi rahatlatıyor olabilir, ne var ki, eksik bir yorum olur.

Pazar, Eylül 01, 2024

Underrated bir yazar ya da eser olduğunu...


İlk kitabını, öyküsünü bastırmak isteyen yazar adaylarının gözden kaçırdığı şeyler neler sizce? Olası hayal kırıklığını büyüten hatalar...

Yayınevleri, gelen dosyaların kendilerine uygun olup olmamasına bakar, süregelen bir editöryal tercihle seçimler yaparlar. Bir yazarın, yazdıklarım hangi yayınevine uygun olabilir diye sorması gerekiyor. İyi bir yazar olmanın ön şartı iyi bir okur olmak. Farkında olarak yazmak, okumak, akletmek, sonra hayal etmek lazım. Kim genç yazar yayımlıyor, yayımlamaktan korkmuyor, kim best seller peşinde, kim hangi türleri tercih ediyor... Bilseler hiç fena olmaz. Hayal kırıklığı meselesi ise karışık, buna dair bir reçetem yok, çalışmaya devem etsinler derim. Çalışma fantezisinden söz etmiyorum, sahiden çalışmak diyorum.

Sabitlenmiş tweet'inizden yola çıkarak, sosyal medyada 'akıl sağlığını muhafaza ederek' varolmak için neleri görmezden gelmeli? 

Görmezden gelmek her zaman mümkün değil, içine çekiliyorsunuz, üstelik cevap vermemek garez de çoğaltabiliyor. O gürültüyü biliyor ve istemiyorum diyebilmek için gevezelik etmiş, gürültü çıkarmış, susmuş, tartışmış, dalaşa girmiş olmanız da gerekebiliyor. Ben anladığımı ve yapmaya çalıştığım şeyi söyleyebilirim.  İşe güce bakarsanız, bildiğinizi yapmaya devam ederseniz, süregelen kavgaların çarçabuk unutulduğunu, yarına kalmadığını anlarsınız.

1951 ile ilgili bir söyleşinizde "...O dönemde Ankara'da ne var ki? Hele bir İstanbullu için..." diyorsunuz. Edebiyatla, sanatla meşgul olup da İstanbul'u mecburi istikamet olarak görenlerin atladığı nokta ne? İstanbul'a heves etmemiş biri olarak kaçırdığınızı düşündüğünüz şeyler var mı?

İki soru var, ilkiyle ilgili şunu söyleyebilirim: eğer insan yeterince çalışır ve üretirse, her zaman kendine bir kapı buluyor. Bu söyleyeceğim şey romantik gelebilir ama ben, hiçbir çabanın boşa gitmediğine inanırım. Nerde yaşarsanız yaşayın, işinizi iyi yaparsanız, gelir sizi bulurlar. Ankara’da yaşıyorum ama hemen her hafta İstanbul’da yaşadığımı sanan birilerine orada yaşamadığımı söylemek zorunda kalıyorum. On beş yıl oluyor, İstanbul’da kültür sanat endüstrisiyle ilgili çok önemli iki mecrada yöneticilik yapmam için bana yapılan teklifi reddettim, hiç de pişmanlık duymadım. İstanbul’da yaşasaydım, hayal ettiğim bazı işleri daha erken yaşlarda yapabilirdim ama orada olsaydım bu kadar okuyamaz, bu kadar seyredemez ve bu kadar kendimi dinleyemezdim. Bir şey kaçırdığımı düşünmüyorum. Mesele İstanbul değil, kapitalizmin hararetinden uzak durabilmek, denemek, mesafe koyabilmek.

"Hak ettiği değeri görmedi ama özellikle son yıllarda çizgi / grafik roman alanında çok güzel işler çıktı" dediğiniz eserler, eser sahipleri var mı? 

Bence yok. Kayıp, gözardı edilmiş, underrated bir yazar ya da eser olduğunu düşünmüyorum. Doğrusu, hak ettiği değeri bulmadı vurgusunu romantik bir tutum olarak görüyorum. Hikayesi, anlatması güzel geliyor bize. Pek çok yazar ve sanatçı, haksızlığa uğradığına inanır ve hak etmediği halde değer gören rakiplerine sinirlenir.  Şöyle şeyler denir, “iyi kitap yarına kalır, bugün çok satanlar çöp olacak” filan. Bunun garantisi var mı? Çok satanlar yarın da çok satacak olabilir, hak ettiği değeri görmediği düşünülenler yarın da az ilgi çekebilir.  Ünlü bir yazar, “bugün ilgi görmedikten sonra yarın ben yaşamazken şöhret olmuşum ne fayda” derdi. Meseleye buradan bakmak rekabet, husumet ve revanşizmden başka bir şeye yaramıyor. Aslolan hikayeler anlatmak, sevdiğimiz işleri yapabilmek. Japon ressamları bir şehirde yeterince ünlü olduklarını düşündüklerinde başka bir şehre göçer ve kendilerine yeni bir isim seçer, geçmişlerini ve şöhretlerini bilerek geride bırakırlarmış. Yazar olarak kendimi şanslı buluyorum, yaşadıklarımı, yazarak geçinebilmemi bir lütuf olarak görüyorum.

Söyleşiyi Akın Arslan'la Dünya Halleri sitesi için yapmıştık. [2018]

Related Posts with Thumbnails