![]() |
Selim abiyle sadece bir iki kere telefonda
konuştuk. Sesinde tatlı bir kırıklık, hüznün kıyısında duran bir ruh hali vardı,
sonradan bir iki mesajlaştık. Gençliği nasıldı bilmiyorum ama kendine dönük
bir özeleştirisi, itiraf etmekten çekinmediği pişmanlıkları olduğu belliydi.
Sivrilikleri, kıskançlıkları, küçük numaraları… Bunları anlatıyorsa, en azından
kendine masal okumuyordur.
Tekin Aral ise benim zihnimde daha
coşkulu, daha külhani, sağcılara karşı alerjik biri oldu hep. Onu var eden şey
“ebedî entelektüel eğilimler”den çok, meydan okuma refleksi gibi gelir bana. Bu
ayrımı özellikle yapıyorum: aynı döneme iki ayrı yerden bakmışlar, biri ANAP’a
bir tür “aşama” muamelesi yapmış, diğeri hicvetmiş.
Büyüdüğüm yıllarda, özellikle
arkadaş çevremde güçlü bir Özal karşıtlığı vardı. Mahalleden bir yaşıtım defter
tutar, Özal’ın ajitatif tuhaflıklarını günbegün yazardı mesela. Özal dışında
bir şey konuşamıyordu neredeyse. “Bir kere daha seçilirse Türkiye batar” diye
düşünüyorduk, sohbetlerimiz ve tahminlerimiz bir çeşit kıyamet endeksi gibiydi.
O yıllarda Selim İleri’nin bu sözlerini okusam, büyük ihtimalle bir tek kalemde
onu “benim yazarlarım” listesinden silerdim. Malum, gençliğin adaleti dehşetli
biçimde hızlıdır.
Sonra neler neler oldu. Battık-batmadık
ölçeğinde bile sayısız iyiye gidiş, sayısız kötüye gidiş yaşadık. Özal’ı ve o
dönemi “bizim dışımızda” hatırlayanların sayısı azaldı, hatta bazen “biz de ne
kadar hatırlıyoruz?” diye insan kendine soruyor. Sevdiğim bir çevirmen abim var,
hapiste yatmış devrimcilerden. Demirel’in adını duyunca hâlâ deliriyor. Demirel
ise bugün daha çok minnoş bir tontonlukla anılıyor. Abimin öfkesi orada,
vitrinin önünde, bağırarak bir başına kalıyor. Zaman bazen adaleti sağlamıyor,
sadece hafızayı yumuşatıyor, yumuşatırken de bazı öfkeleri gülünçleştiriyor.
Aralıklarla yazıyorum: Umberto Eco’dan
devşirerek, kimseyi evimize davet etmek zorunda değiliz, ama aynı apartmanda
yaşayabiliriz. Birlikte yaşamayı öğrenmek, hemfikir olma çabasından daha gerçek
bir sınav. Bu çerçevede Aral’ın ya da İleri’nin farklılıklarını da
kabullenebiliriz, en azından “insan” taraflarını, çelişkilerini, zamanın
diliyle konuşmalarını anlayabiliriz.
Diğer yandan dürüst olayım: bugün bu
kupürü okurken bende “tarihi vesikaya bakar gibi” soğumuş, mesafelenmiş bir hal
var. Şunu kendime sorunca daha iyi anladım: Şu an AKP üzerinden yaşadığımız
kutuplaşmanın içine aynı cümleleri taşısaydık ne olurdu? Birisi “AKP bir aşama”
deseydi, ben bu kadar sakin kalabilir miydim? Sanmıyorum. Genel olarak mutedil
kalmaya çalışarak yaşıyorum, yine de yapamazdım. “Haklı-haksız” tartışmasına
girmiyorum: aktüelle baş etmek sanıldığı kadar kolay değil, yaşanan zamanın
mağduru olmaksa hiç kolay değil.
Mıstık abi, hani o “Depresyon burjuvaların
işi, biz sabah kalkıp işe gidiyoruz” diyen Fransız işçisini anlatmıştım ya, sen
de “sakinlik de tuzu kuru olanların işi” demiştin. Sakinlik, çoğu zaman bir
karakter özelliğinden çok, faturalara, kayıplara, haksızlıklara dayanma kapasitesi
olabilir mi?
Bu kupür tam da o yüzden hem “ne kadar yol
geldik” dedirtiyor, hem de “aynı yerde sayıp duruyoruz” diye insanın içini
burkuyor. İleri’nin cümlesiyle Aral’ın iğnesi aynı fotoğrafta duruyor: biri
ütülenmiş bir gömlek gibi “düzen”e bakıyor, diğeri gömleğin cebindeki delikten
“kimilerinin refahı”nı görüyor. Geçmişe sakin bakmak mümkün, bugüne sakin
bakmak ise çoğu zaman imkânsız. Bu farkı inkâr edince insan ya kendini
kandırıyor ya da başkasına ahkâm kesiyor.
![]() |


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder