Cantek: “Grafik romanla ilgili hafiften gürültü
çıkardığımı ve ısrarcı olduğumu kabul ediyorum.”
1951, Levent Cantek’in senaryosunu yazdığı son grafik
roman. Daha önce yine İletişim Yayınlarından çıkan, 2013-2015 yılları arasında
yayımlanan bir Ankara üçlemesi yazmıştı. Üçleme Dumankara isimli çok hikâyeli
ve çok çizerli bir albümle başlamış, Berat Pekmezci’nin çizdiği Uzak Şehir ile
bitmişti. 1951, Sefa Sofuoğlu’nun çizdiği yine Ankara’da geçen bir başka hikâye,
kardeşinin ölümü üzerine Ankara’ya gelen bir İstanbullunun başından geçenleri
anlatıyor. Vedat, kardeşinin intihar edebileceğine inanmayarak araştırmaya
başlıyor. Ekmekçi isimli bir muhafazakârla, Nazmi gibi bir komünistle, İhsan
Yüce gibi bir milletvekiliyle tanışıyor. Kardeşinin esrarengiz geçmişini
araştırırken öğrendikleri şüphesini ve öfkesini artırıyor. 1951 polisiye bir
kurguyla yazılmış politik bir dönem hikâyesi. Cantek’in ifadesiyle bir grafik
roman.
İsim olarak seçtiğiniz için
soruyorum, 1951 yılı neden önemli?
Çok bilinen bir malumatla başlayayım, büyük savaş sonrası
demokrasiye geçmeye karar veriyoruz, eş
zamanlı olarak Amerika ile taraf olmayı seçiyor ve Sovyetlere ve her türlü sol
düşünceye karşı kendimizi kapatıyoruz.
Tabii sol denildiğinde aklımıza şu gelmeli, ifade özgürlüğü, çoğulculuk,
liberterlik olarak tanımlanabilecek demokratik talepler komünizmle
özdeşleştiriliyor. 1945 sonundaki Tan Baskını, 1947’deki geniş çaplı
tutuklamalar, sol partilerin kapatılması olarak tek tek anlatılabilecek anti
demokratik bir süreç var. 1951 de bu sürecin sonu aslında, o tarihe değin
yaşanan en kapsamlı tutuklamalar oluyor ve sol düşünce, yeraltına inmek zorunda
kalıyor. Tabii ki ben başka bir şey yapıyor ve bir hikâye anlatıyorum, albümde
bunu resmediyor değilim. Bir ruh halinden, rejimle az ya da çok sorunları olan
birilerinden yola çıkıyorum. Daha doğrusu, olup bitenlerle hiç ilgilenmeyen
birini bu auranın içine atıyorum.
Olup bitenleri Vedat
anlayabiliyor mu peki?
Anlamak değil de nasıl anlatsam. Benim siyasi ve edebi
açıdan şu çok ilgimi çekiyor, bir şey oluyor, bir şey yaşıyoruz ama olup biteni
esasen kimse anlamıyor. Yorumlar yapanlar oluyor, biz bunları dinliyoruz,
bağıranlar daha çok dikkatimizi çekiyor, o bağıranlar bize daha haklıymış gibi
geliyor filan ama aklımızın köşesinde birisi bize “öyle de olmayabilir” diyor,
inanmıyoruz bence, inanır gibi görünüyoruz. Çok hikâye var, çok kafamız
karışıyor. Kestirimlerde bulunuyoruz ama gerçek, ama hakikat neyse oraya
varılamıyor. Hadi vardık diyelim, o gerçekten emin olamadığımız için bir yere
varmış da olmuyoruz. Vedat, kardeşinin ölümünü araştırıyor, hikâyeler dinliyor,
şüphe duyuyor ama o hakikatı bulma imkânı yok. Aynı dönemlerden olduğu için
örnek olsun, Sabahattin Ali’yi kim ve niye öldürdü sorusunun cevabını
düşünelim. Bir mahkeme ve ortada bir katil var mı? Var. Öte yandan dikkatle
okursanız dünya kadar belirsizlik ve cevapsız sorular da var. Ya öyle değilse,
ya siyasi değil de adi bir cinayetse… Spekülasyon yapıyor gibi olmayayım,
zihnimizin nasıl çalıştığını anlatmaya çalışıyorum. Muğlaklıkları sevmiyor ama
sürekli kesin konuşarak o muğlaklığı çoğaltıyoruz. Bu kadar çok bağıran erkek
olması bu muğlaklığın farkında olmalarından… “Ben biliyorum” gösterisi
yapıyorlar.
Ekmekçi, Nazmi ve İhsan Yüce gibi
erkek ve bağıran karakterlerden söz edelim o zaman. Kimlerden ilham aldınız?
Gizlediğimi düşünmüyorum ama albümle ilgili bir söyleşide
bunları vurgulamayı istemem. Türkiye’de bir demokrasi kültürü olmadığı için
rejimle ilgili eleştirisi olanlar, yaşatılanların yanlış olduğunu düşünenler
geçici de olsa mutlaka yan yana gelebiliyorlar. Türkiye’yi her zaman sağcılar
yönetti, muktedirlerimiz hep sağcılar oldu. Konuşmalar, haller, tavırlar, olup
bitenler daima onların istediği biçimde gelişti. Ben onlar karşısında biçare
olan, arada kalmış ve heder olmuş birileri üzerinden bir dönem panoraması
anlatmak istedim.
Daha önce bir Ankara üçlemesi
yaptığınız için soruyorum. 1951 gibi ismini başka yıllardan alan grafik romanlar yapmak gibi bir niyetiniz var
mı?
Nasip diyelim, tek başıma değilim, uzun zaman alıyor
albüm yapmak. Aklımda hikâyeler var ama başlamadan, yol almadan hakkında
konuşmak büyü bozucu mu desem işi aksatıyor gibi geliyor bana. İlk çizgi
romancılarla ilgili bir hikâyeye yazacağımı söyledim ama bir türlü olmadı
örneğin. Sırf o yüzden nefsimi körelteyim diye 1951’de küçük bir bölüm kattım.
Vedat’ın iş görüşmesi yaptığı
gazete ressamı ünlü çizgi romancımız Ratip Tahir Burak mı?
Evet. Bakın onu gizleyelim, anıştıralım ama o olmasın
filan yapmadık. Çizdiği karikatür olsun, kendisi olsun doğrudan kullandık.
Belki biraz yaşlı çizmiş olabiliriz.
1951 kadar ilginç başka bir yıl
var mı sizce?
Özgürlükler ve siyaseten ferahlık kapsamında düşünürsek,
çeviriler, dünyada yapılan tartışmaları eşzamanlı yaşamak bakımından, ne
bileyim edebiyat ve felsefe bakımından bence 1963 ya da 1964 ilginçler. Sonra o
sürecin aktörleri olarak gençler bana sorarsanız bağnazlaşıyorlar, dava uğruna
perhizci savaşçılar oluyorlar. Sekterlik yükseliyor, hem sağ hem de sol için
söylüyorum bunları. Beni sol ilgilendiriyor o ayrı. Türkiye’de akademik tezler
için söylüyorum, en çok incelenen dönemler 1945-1950 arası, sonra 1960-1965
geliyor. Daha fazlası yok, bence o yılların dışında gelişen akademik bir
birikim de adamakıllı yok. Hikâye olarak ilginç buluyorum 1968 öncesini,
dünyadaki gelişmelerle eşzamanlı olarak bir şey yaşıyoruz, demek ki dünyaya
açığız, sonra inanın kapanıyoruz. Biz zaten kendimizle çok dolu bir toplumuz.
Kimseyi sevmiyoruz, kimsenin bizi sevmediğini filan düşünüyoruz. 1968 öncesinde
öğrenme iştahı duymuşuz, yeniliğe açılmışız.
Grafik romanlarınızı siyasi
hikâyeler olarak niteler misiniz?
Bu söylenemez diyemem ama ben doğrudan o siyaseti ve o
siyasetin eylemcilerini anlatamam. Size şöyle bir örnek vereyim, diyelim1968
sonrasında, şiddetin ve iç savaşın arttığı bir dönemi anlatmak istesem, benim
kahramanım, o grubun içindeki bir hippi olurdu. Yine bir muhalif ama o muhaliflerin
arasında ciddiye alınmayan biri. 1951’de de bunu yaptım, siyasetle doğrudan
ilgilenmeyen, olup bitenin farkında olup, bile isteye dışarıda kalan birini, o
siyasetin içinde sürükledim aslına bakarsanız.
Kapaktaki resim, öne ve arkaya
düşen kızıl ve kara neyi temsil ediyor?
Vedat’ı bir flaneur gibi Ankara’da dolaştırmak istedim,
albüm boyunca onu hep yürürken görüyoruz. Araştırıyor, konuşuyor, anlamaya
çalışıyor, duyduklarından kuşku duyuyor. Kapakta temsili bir şey olsun, geriye
ve ileriye doğru gölgesi düşsün istedim. Geçmiş ve gelecek, kan ve karanlık,
hakkaten kızıl ve kara gibi çeşitlendirilebilir.
Bir dönem hikâyesi anlatmanın
zorluğu ne sizce?
Görsel olarak bir zorluğu var, aktüel siyaseti, kültürel
göndermeleri bilmeniz gerekiyor. Dil önemli çok önemli bir unsur ama doğrusu ne
yaparsanız yapın bir gerçeklik vehmi kuruyorsunuz. İster istemez bugünden
bakarak, bugünün sorunlarını bilerek yazıyorsunuz, eski bir hikâye
anlatmıyorsunuz demek istiyorum. Şu sorun olabilir, okur, eski görünen,
bilmediğini sandığı bir dünyayı okuduğu için anlamayacağını düşünebilir. Bu
çekince bir handikaptır ama işe girerken bunu aşmanız gerektiğini biliyorsunuz.
Bir zorluk sorusu daha o zaman.
Farklı çizerlerle çalışıyorsunuz. Nedir birlikte çalışmanın zorluğu?
Zorluk olarak bakmıyorum. Ortak çalışmalarda önemli olan
karşılıklı güven duymak. Yuvarlak ve cilalı bir laf gibi göründüğünü biliyorum.
Birlikte çalıştığım çizerler benim kim olduğumu ve nasıl yazdığımı biliyorlar. Çalışırsak
bir yere varacağımızı görüyorlar. Çok karmaşık değil bu safha. Niyetiniz varsa
yola çıkıyorsunuz. Sefa ile bugüne değin hiç yüz yüze gelmedik örneğin. Güven
dediğim böyle bir şey. Bunun ardından iştah gerekiyor. Kendimden biliyorum,
sevmediğim bir işi yaparsam çabuk yorulurum.
Okurunuz hakkında düşündünüz mü?
Grafik romanlarınızın okuruyla karşılaştınız mı?
Bu işlere başlarken birkaç kez söyledim. Çizgi roman
okurunun dışında bir okurun peşindeyim dedim. Edebiyatla ilgili bir okurla
karşılaşmak istediğimi her defasında vurguluyorum. Grafik romanla ilgili global
bir merak olduğu için bunları söylemiyorum, 1992 yılında Koloni isimli bir
fanzin çıkarmıştım, bir manifestosu vardı, inanın orada dahi bunu yazmıştım.
Grafik romanla ilgili hafiften gürültü çıkardığımı ve ısrarcı olduğumu kabul
ediyorum. Evet okurlarımla karşılaşıyorum. Çizgi roman okurları, çizgi romanı
konuşulur kılma çabamı takdir ediyorlar ama ben onların önemlice bir kısmının
sevebileceği türde şeyler yazmıyorum.
Grafik romanların dilinin yavaş
olduğunu söylüyorsunuz hep, bu yavaşlık meselesini biraz açar mısınız?
Teknik bir mesele. Dikkat edin çizgi roman balonlarında
hemen tüm konuşmalar ünlem işaretiyle biter, insanların yüzleri, jestleri hep
bir heyecan gösterir. Hikâyenin olağanüstülük içermesi beklenir. Hikâyenin
kendisi süratlidir, kahramanın düşüncelerinden ya da psikolojisinden çok yapıp
ettikleri önemlidir. Kahramanlar pişmanlık ya da tereddüt duymazlar. Oğuz
Aral’ın Utanmaz Adam’ını düşünün, sürekli bir yerden bir yere, bir eylemden
diğerine koşar. Geçmişte sinematografi bu denli gelişmemişti, bilgisayar yoktu,
o süratin bir karşılığı vardı. Oysa bugün bir çizgi roman, aksiyonuyla
temposuyla bu sinematografi ile başedemez. Mümkün değil. Rekabet edemiyorsanız
gücünüzü başka türlü göstermek zorundasınız. Edebiyata, insani meselelere ve psikolojiye
bu yüzden yaklaşılıyor. Size saçma gelmesin, bir kahraman olarak Pinokyo’yu
düşünün, yalancı ama sevimli bir serüvencidir, bir derdi vardır, pişmanlık
duyar, üzülür, kahreder ve en sonunda insana dönüşür. O hareketliliğe rağmen
biz onu o meseleyle hatırlarız. Yavaşlık dediğim, çizgi romanın değişimi. Yeni bir
Karaoğlan veya yeni bir Utanmaz Adam yapamazsınız, okurunuz olmaz demiyorum,
nostaljisi yapılır, romantizmi yapılır ama yeni olmazsınız. Hep sizden
öncekileri hatırlatırsınız. Bu söylediklerim yanlış anlaşılmasın, çizgi romanı
azımsamıyorum, ben bilerek onun kıyısında durmaktan ve başka bir biçimle hikâye
anlatmaktan söz ediyorum.
Bu söyleşi daha önce BiaMag'te yayımlandı.
link
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder