Mizah dergileri: Karikatür geleneğinden farklı bir
çizer olmak bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Artıları ve avantajları
yok değil; mesela çok çabuk isim yapıp, sivrilebiliyor, yoğunluğu haliyle
karikatüristlerden yana olan bir dergide, azınlıktaki üç beş çizgi romancıdan
biri olabiliyorsunuz. Üstelik sınırlı dergi sayfalarından bir, bir buçuk, iki
sayfasında kendinizi gösterme şansı da veriliyor. Ayrıca bütün bunlara ek aynı
dergi bünyesindeki karikatür çizerleri çizgi roman çizerlerine arka çıkıp
itibar da gösteriyorlar. Bunlar, tabii olağan üstü güzellikler. Ama sorun tam
burada, çizgi roman ve çizgi romancı kimliğiyle beraber geliyor. Çünkü çizgi
roman anlatım ve çizgi tarzıyla gittikçe değişen, gelişen, kendi içinde
yoğunlaşan bir sanat dalı. Bazen neredeyse meraklısının anlayabileceği işler
çıkıyor ortaya. Zamanla mizahi kalıpları reddetmesi çizerini (mizah dergisi)
okuyucusundan koparabiliyor. Okuru yakalamaya kalktığında ise kendinden
kopuyor. Eğer o derginin, sayfalarını teslim ettiği bir ya da iki çizgi romancısından
biriyseniz sorumluluk yükümlülüğe dönüşebiliyor. Ben ve benim kuşağım
eserlerinde bireyselliği ön plana çıkardığı için bu sorun sanırım daha da
büyüyebilir.
Zeplin: Zeplin'in ilk hazırlanıp çıkacağı
tarihlerde ben aklı bir karış havada yol yordam bilmez amatör bir çizerdim.
Hatta derginin çıkmasına bir iki hafta kala birinden duyup gitmiş, iş istenmiş,
apar topar bir şeyler çizmiş, onu da üçüncü sayfa ve kapakta görünce pek
sevinmiştim. Şu an düşünüyorum da o dergilerin ruh hali de benden pek farklı
değildi. Ama küçük te olsa bir başlangıç, bir atılım, hiç kimsenin zararına
değildi. İlerisi için bir işaretti. (Ben bile tahmin edemiyorum bu noktalara
gelebileceğimi.)
Şehir: İstanbul'u bir labirente benzetiyorum,
küçük kapılarla büyük hangarlara açılıyor sokakları, caddeleri tam bir panayır
alanı. Evde oturup bir Tarantino filmi seyrediyorken televizyonumda, E5'e bakan
penceremden birbirine giren arabaları, ambulansa taşınan parça insanları da
aynı anda aynı doğallıkla seyrediyor, ekrandaki filmin etkilediği kadar
etkileniyorum. İki cam arasında bir fark göremiyorum. Akıl sağlığın için bu
gerekli buna da inanıyorum. Ve gitgide gerçeğine yabancılaşıyorsun
şehrin. Güvensizlik getiriyor; paranoya, depresyon ve her şeyi paylaşmana
rağmen insanlardan kaçış ve yalnızlık.
Vörç: Kendi dünyamı, aşkımı, acımı,
cinselliğimi, öfkemi, arzumu, şehrimi çiziyorum. Kuşkusuz insanları eğlendirmek
de amacım. Çizgi romanlarım bir beyin jimnastiği, bir zeka oyunu da olabiliyor,
ya da durduk yere ruhsal bir boşalma. İnsanların zihnine larva bırakıyorum.
Gecenin bir vakti ya da günün ortasında o larva 'vörç' diye fırlasın
düşünceden, beynini, benliğini kemirsin istiyorum. Küçük bir virüsüm kurcalasın
usunu.
Tarz: gerçekçilik gerçek gibi durmuyor benim çizgi
romanlarımda.
Okuyucu: Kendini sorgulamayı seven insana
hitap ettiğime inanıyorum. Biraz psikolojiye az buçuk felsefeye girip çıkarken
karamsar veya trajik bulunsam da kimi zaman kafalara takılan usturupsuz
soruları gelişigüzel anlatsam da sağlam düşünce ve fikirlere dayalı, eğlenceli
ve komik olduğuna inandığım çizgi romanlarımdan özellikle bu tür insanların
keyif alacağına inanıyorum.
Apartman: Ben İstanbul'un kenar
mahallelerinde büyüdüm. Samatya, Yedikule, Kocamustafapaşa... Ben altı katlı
bir apartmanın en alt katında büyümüştüm. Arka balkonları bizim bahçemize
bakıyordu bu apartmanların ve ben apartmanın aklı ve yaşı sağa sola
koşuşturulmaya müsait tek velediydim o zamanlar. Ve ne zaman bahçeye top
oynamaya veya kedi avlamaya çıksam apartmandan biri rica minnet bir şey almaya
oraya buraya yollardı beni. Bu nedenden, günde altı katın altısına da
koşuşturup girip çıkıyordum. Sanırım henüz önemsenmeyecek yaşta olduğumdan ev
ahalisinin bütün gizli sırlarına, mahrem dedikodularına da kulak misafiri
oluyordum.
İki tür: Çizgi romanlarımda bazen, huzursuz ve
rahatsız bir çizgiye dayalı, çöp kollu, ölü bakışlı insanlarla simgeli psiko
öykülerin yanı sıra-estetiği ve deseni ön planda, real(ize), çekici ve güzel,
rahat ve esnek öykülere dayalı nispeten sevimli romanlar arasında gidip
geliyorum. Okuyucu her halükarda ikisi arasında birinde karar
vermenizi diretse de şu an böyle bir ayrıma hazır değilim. İki tarzda da
söylemek istediğim şeyler var.
[1997 yılında Kenan Yarar'la yapılmış bir söyleşiden seçme bölümler]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder