Salı, Ağustos 29, 2017

Edebiyat Çizgi Romana Ne Katar?


Türkiye’de çizgi roman, comics olan özgün isminden tercüme edilirken, edebiyatın bir parçası olarak düşünülmüş ve “roman” olarak algılanmış (Bu tercihte çizgi romanın zararlı sayılmaması için yayıncılar tarafından geliştirilmiş bir korumacılık güdüsü de aranabilir). Sıfat tamlaması olarak sinema roman, resimle roman, resimli roman ve çizgi roman biçiminde bir değişim göstermiş. Batı’da olduğu gibi, Türkiye’de de, çizgi romanın edebiyat veya sinemanın dışında/ötesinde farklı bir anlatım aracı sayılması ise oldukça yakın tarihli. Genel kabul gören görüş ise çizgi romanın sinemaya ya da edebiyata yaklaştığı oranda özgünlüğünü yitirdiği. Bu sorun, sinema ya da edebiyattan çizgi romana uyarlamalar yapılması söz konusu olduğunda görünürleşiyor.

Sinemadan yapılan çizgi roman uyarlamaları edebiyattan yapılanlarla kıyaslandığında nicel olarak oldukça azdır. Bu oranın hemen tüm ülke çizgi romanları için geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye’de yapılan sinema uyarlamalarında ilk akla gelen örnekler, Faruk Geç’in Love Story ve Kleopatra, Şahin Erkoçak’ın (Sencer) E.T., Ömer Muz’un Mad Max için yaptığı çalışmalardır. Oysa edebiyat uyarlamaları pedagojik niyetlerle ilişkilendirildiğinden olacak, geniş bir çeşitliliğe sahiptir. Özellikle çocuk dergileri önemli klasik romanlarını çizgi olarak yayınlamış, yerli yazarların öykü ve romanlarını uyarlamak konusunda oldukça istekli davranmışlardır. Çocuklar için üretilmiş yerli çizgi romanların oranının genel çizgi roman anlayışı içerisinde sınırlı bir yeri olduğunu hatırlatmakta fayda var. Çocuklar için üretilmiş ve popülerlik kazanmış çizgi roman sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu sınırlılık, edebiyat uyarlamalarının (çocuk meselesiyle birarada düşünüldüğünde) yaygınlaşmasını etkileyen bir sorun olmuştur.

Dergilerde yayınlanan edebiyat uyarlamaları belli bir döneme kadar yabancı kaynaklı (İtalyan ve Fransız) olmuştur. Çoğu da metinleri özetleyen, çocuklar için ehlileştirilen, çizgi kalitesi vasatın altında çalışmalar olarak tanımlanabilir. Bu çalışmalarda çizerin (ya da uyarlamayı yapan yazarın) varlığının pek de bir önemi yoktur doğrusu. Başkasının öykülerini anlatırken kendini açığa çıkartan sanatçılarla karşılaşmamız uzun zaman almıştır. Bu süreçte ilginç olan, “edebiyat” dendiğinde bir İtalyan çizgi romanının hatırda kalması, ilk ağızda söylenir olmasıdır. Edebiyatın çağrıştırdığı birçok etmeni içerdiğinden olacak, Ken Parker bu estetiğin (ya da çizgi romanı estetize etme çabasının) simgelerinden biri olmuştur. Türkiyeli okurun alışık olmadığı biçimde “politik” duruşu, edebiyata yaptığı göndermeler, metinlerarası oyunbazlığı bu çizgi romanı özellikli kılmıştır. Ken Parker, Bonelli kalıpları içinde kendi “rengini” yaratmayı başarabilmiş birkaç istisna çalışmadan biri aslında. Edebiyatla ilişkisi, fumettilerin Hollywood’a yönelik göndermeleri kadar ağırlıklı bir yere sahip. Benzer bir yorum, müzik veya tiyatro için de yapılabilir hiç kuşkusuz.

Senarist Berardi, başlangıçta olmasa bile sonraları Ken Parker’ı tutkulu bir okur olarak göstermeyi tercih etmiştir. Bir “eylemci” olan kahraman prototipi düşünülürse, bu okuma alışkanlığı, Ken Parker’ın yarı-uygar hayat duruşuna “mürekkepli” bir derinlik katmıştır. Türkçe’de “Gazeteci Leydi” adıyla yayınlanan serüvende Parker, yetkin bir okur değildir. Romeo ve Juliet’ten okunan parçaları ağdalı ve kendi hayatından uzak bulduğu gibi, “okumuşlara” karşı mesafeli olduğunu gösteren sözler sarfeder. Yazarların kendileri gibi düşünülmesini istemelerinden şikayetçidir. Eleştirdiği modernist yazarlar mıdır, yoksa külleyin kalem ehli entelektüelleri mi kastetmektedir, çok açık değildir. Tartıştığı Leydi, sonraları aklında kalacak (ama ilk anda eleştirdiği) bir cevap verir: “Bütün yazarlar öyledir. Bu yüzden onlara güvenmeyin ama okumayı da bırakmayın. Ancak böylece iyi ve kötüyü birbirinden ayırd edebilirsiniz”. Ona istediği zaman alıp okuyabileceği kitap torbasını gösterir (İki satırla geçiştirilen Türkçe çevirinin aslına bakıldığında, Leydi’nin Ken Parker’a Irwing, Hawthorne ve Poe gibi yazarlardan söz ettiğini görüyoruz). Aynı öyküde yaya olarak yola devam etmek zorunda kaldıkları bir anda Parker’in kitap çuvalını yanında taşıdığını gören Leydi, kitap okumanın arkadaşlıktan çok “saplantıya” dönüştüğünü farketmiştir. Ken’in cevabı: “Kültür fedakarlık istiyor”, olur. Yaşadıkları okuma zevkini etkilemiş olmalı ki, “Sönmeyen Kin” serüveninde Gazeteci Leydi’yi anmadan edemez: “Okumayı severim. Bir İngiliz gazeteci bana zamana ayak uydurmanın en iyi yolu budur demişti”, der. “Şair Soyguncu” serüveninde, beklemek konusunda sabırsızlık gösteren yol arkadaşlarına bulduğu çözümü söyler. Walt Whitman’ın şiir kitabını göstererek, “Kafanı meşgul edecek bir şey bul yeter”, der. “Kuzey’in Atlıları”nda, mütevazılık olarak değerlendirilebilecek bir itirafta bulunur: “[Okurlukta] çok yeniyim. Ne kadar cahil olduğumu yeni yeni farkediyorum”. Zamanı yakalamak için çaba gösterdiğine işaret eden sözler de eder. Dağlarda kazandığı tecrübeyi değişen zaman için yetersiz bulmaktadır: “Günümüzde işe yaramıyor”.

Birçok öyküde Ken Parker’ı geceleri kitap okurken gösteren kareler resmedilmiştir. “Vicdan Borcu”nda, Poe okumaktadır. “Göçmenler”, “Devlerin Yolu” veya “Kiralık Katil” gibi öykülerde, ne okuduğu belirsizdir. Türkçe’de yayınlanmayan “Grev” öyküsünde, elinde Marx’ın Kapital’i vardır. Bir cep kitabını andıran, bir özet izlenimi veren (o tarihlerde İngilizce’de öyle bir baskı var mıydı, tartışılır) Kapital’in dilinin ağırlığından/anlaşılmazlığından yakınır Ken. Whitman’ın metaforlarını, Marx’ın cümlelerine tercih ettiği kesindir. Kapital yorumunu otantik ve gerçekçi bulmak ta mümkün, konuşanın Berardi olduğunu düşünmek te...

Tutkulu bir okura dönüşen Ken Parker’ın serüvenleri içerisinde başarılı bir edebiyat uyarlaması mevcut. Berardi, Ambroce Bierce’ın “Askerlerin ve Sivillerin Öyküleri” adlı öykü kitabından yaptığı uyarlamada, Parker ile yazarı karşılaştırıyor. Aynı hayvanı vuran, bu yüzden birbirleriyle kavga eden, sonunda bir ateş başında vurdukları avı paylaşarak arkadaş olan iki adam birbirlerine hikaye anlatmaya başlıyorlar. Daha doğrusu, lafı her defasında Ken’in ağzından alan Bierce anlatıyor. Yazarın dört öyküsüne dayandırılan “Asker Hikayeleri”, öykü geçişlerinde iki yeni arkadaşın hayatla-edebiyatla ilgili diyaloglarıyla zenginleştirilmiş.

Berardi öyküleri uyarlarken ara bölümler eklemeyi tercih etmiş. Diyaloglar ve iç savaş dönemine ilişkin şarkılar, marşlar, ırkçı anlayışlar, savaşın dışında yaşanan gündelik hayata ilişkin gelişmeler gibi otantik ayrıntıları, öyküleri yorumlarken becerikli bir biçimde kullanmış. Bir başka deyişle, her öyküye kendini katmış. “Owl Creek Köprüsü’nde Bir Olay” adlı öyküyü, birinci tekil şahıs/ölünün ağzından anlatarak, ilginç bir değişiklik yapmış örneğin. Öykü bittiğinde Bierce ile konuşan Ken Parker, metinlerarası göndermeyi işaret ediyor elbette: “Yalnız gücenme ama [bu tür öyküler] bana biraz Edgar Allan Poe’yu hatırlatıyorlar”. İlginç olan sözlerin (eleştirinin) Bierce’dan çok Berardi için söylenmiş olması. Bierce (ya da Berardi), rahat bir savunma yapıyor: “Gücenecek bir şey yok... Poe hepimizin ustasıdır”. Sonraki konuşmalar varolan bütün anlatıların Homeros’a ya da İncil’e (kutsal kitaplara) dayandığını, hemen herkesin bu temeli kullandığını iddia eden argümanlarla gelişiyor. Bierce, edebiyat tarihinde yeri olan, nedense postmodernizme aitmiş gibi gösterilen fikirleri anlatıyor Ken’e: “Ama halk bunu asla bilmemeli. Aksi halde, etrafımızda yaratılan sihirli halka kaybolur ve kitaplarımızı kimse satın almaz”. Aslına bakılırsa, Bierce ile Parker’ın gece yarısında yemek yerken yaptıkları konuşmalar, Berardi’nin yazarlık anlayışını da açıklıyor. Ona göre, bir yazarın amacı gerçek değil, benzerini yaratmak. Gerçek olaylar tarihçilerin işidir. Yazar ise bunları hareket noktası olarak kullanır. Bir askerin öldürülmesinin kınanması, geniş anlamda, savaşın kınanması demektir. Bu sebeple, hayal gerçeğin kendisinden daha gerçek olabilir. Öte yandan, Berardi, düşüncelerini Bierce’ı kullanarak aktardığı için, bütünüyle o mu konuşuyor bilebilmek çok mümkün değil. Elimizde anlatılanlardan fazlası yok. Ama bir izlenim olarak, Berardi’nin Ambroce Bierce yorumu biraz da yazarın kendisi gibi duruyor. Bu açıdan düşünüldüğünde, yazarının kendini açığa çıkarmadığı bir çizgi roman türü içinde Berardi bir kaçamak hazırlamış kendine. Ken Parker’la aynı dönemde yaşamış (!) bir yazarın öykülerini, “savaş karşıtlığı” bağlamında seçmiş ve uyarlamış. Seçtiği dört öyküyü birbirine bağlarken, arada kahramanlarıyla konuşmuş.

Asker Hikayelerinin Türkiye’deki ilk yayınından bir on yıl sonrasına gideceğim. Arada geçen yıllarda, farklı edebiyat uyarlamaları yapılmadığından veya çeşitli tercümeler yayınlanmadığından değil. Türkiyeli okurun karşılaştığı ilginç bir edebiyat uyarlaması çizgi romandan bahsedebilmek için yapacağım bunu. Yaşadığımız dönemin önemli yazarlarından biri olan Paul Auster’ın New York Üçlemesi’nin ilk kitabı Cam Kent’in çizgi roman uyarlaması yayınlanmıştı o dönem. Hemen söyleyeyim: David Mazzuchelli’nin çizgileriyle oluşturulmuş çalışma, bana göre, Türkçe’de yayınlanmış en başarılı edebiyat uyarlaması. Yüzlerce uyarlama arasında Cam Kent’i böyle bir değerde anıyor olmam, sözcüklerin ve metaforların (sahnelerin demiyorum), çizgiye dönüştürülmesinde gösterilen maharetten kaynaklanıyor. Hemen her türde görülen “sadakat” sorunu, Cam Kent’te konuşulmuyor, anlatılanın farklı bir dilde işlediği hemen farkediliyor çünkü. Mazzuchelli’nin kıvrak zekalı ironik kurgusu, çalışmanın bir romana-bir metne dayandığını unutturuyor.

Başkasının hikayesini anlatan Berardi, bir edebiyat uyarlamasında, “yazarla” kendini açığa çıkartmış, yazarlık hakkında düşüncelerini anlatmıştı. Cam Kent’te polisiye romanlar yazan kahramanın karşısına (vakt-i zamanında kendisi de polisiye romanlar yazmış) bir yazar olarak çıkar Auster. Hem de garip bir biçimde, özel detektif Paul Auster’i arayan yanlış bir telefonla: “Burada Paul Auster diye biri yok”. Cam Kent, kahraman ve yazarın kim olduğunun birbirine karıştığı; gerçek, romanın gerçekliği ve hayalin içiçe geçtiği bir “oyun”. Doğal olarak, Ken Parker gibi süreli yayın olma baskısıyla hazırlanmamış, başarılı bir romanı çizgi romana uyarlamayı amaçlayan artistik bir deneme.

En önemli ilginçliği, nesneleri zoom yaparak başkalaştıran, metni başkalaştırılan imgeler arasında kurulan bağlantılarla anlatan görsel dili. (Bir apartmanın önce labirente, sonra bir parmak izine dönüşmesi, uzun konuşmaların mutlaka çağrışımsal imgelere dayalı bir biçimde bezenmesi v.b.).

Özetle, edebiyat uyarlamalarını üç grupta – son ikisini örneklerle – değerlendirmeye çalıştım. İlki, çocuk dergilerinde pedagojik amaçlı üretilen, onlara okuma alışkanlığı kazandırmaya ve daha çok edebiyatı sevdirmeye çalışan üretimler. İkinci grup, Ken Parker gibi süreli yayınların oluşturduğu estetize edilmiş uyarlamalar. Edebiyattan çok çizgi romanın öne çıktığı, roman ya da öykünün sadece konu olarak değil, çağrıştırdıklarıyla birarada görselleştirildiği çalışmalar bunlar. Öte yandan, uyarlamanın kendisinden çok “kahramanın kendisiyle” (örneğin Ken Parker’la) hatırlanmaları, uyarlamanın ölçeğini de belirliyor aslında. Üçüncü gruptakiler ise Cam Kent gibi istisnai, romandan yola çıkan ama o roman olmayan; çizgi romanın sınırlarını zorlayan uyarlamalar olarak gösterilebilir.

Çizgi roman okurunun yaş ortalaması geçmişe nazaran yükseldiği için, ilk gruptaki uyarlamalar giderek azalıyor. İkinci gruptaki Ken Parker veya Corto Maltese gibi Türkiye’de “edebiyat estetiği” denilebilecek bir alanda yer alabilecek çizgi romanlar ise çok satmıyor. Cam Kent gibi istisnalar batıda da az üretildiğinden, Türkiye’ye pek gelmiyor. Yukarıdaki yargıları bir hayıflanmadan çok, tespit olarak okumakta fayda var. Berardi’nin yaptığı kaçamakları, Cam Kent gibi yenilikçi denemeleri seven biri olarak edebiyatın çizgi romanı zenginleştirdiğini düşünüyorum. Elbette edebiyatı taklit eden değil, kendi diliyle konuşabilen bir zenginliği tercih ediyorum.


[2004] 

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails