Pazar, Aralık 11, 2022

Hisar’daki Vampir


“Erhan Doğan, vitesi ikiye düşürdü, tam tünel yokuşunda bire taktı. Evden buraya gelene kadar sinir küpü olmuştu. [Bedrettin] Dalan istediği kadar yol açsın İstanbul trafiği çözülmüyordu. Zaten doğum sancıları çekiyordu genç resimli-romancı… Son olarak Refik Halid Karay’ın bir eserini resimli-romana uyarlamayı denemiş, sonuçtan pek hoşnut olmamıştı. Erhan’ın türü, tarihi macera türüydü. Ama nicedir zamanımızda geçen şöyle hızlı, heyecanlı, çekici, gerilimli, bizde pek alışılmamış bir şeyler anlatmak istiyordu” cümleleriyle başlıyor Hisar’daki Vampir. Suat Yalaz’ın Tercüman gazetesinde 12 Şubat-2 Nisan 1989 tarihleri arasında 50 gün tefrika edilen çizgi romanından söz ediyorum.

Seksenli yıllarda gazetelerimizde bir modaya dönüşen metin ağırlıklı, o günlerin deyişiyle “Kara Murat gibi” çalışmalardan biri Hisar’daki Vampir. Kara Murat’ın gördüğü ilgi kadar, dizinin yazarı olan Rahmi Turan’ın gazetecilik anlayışının yaygınlaşması bu türden yazı ağırlıklı, metnin okunurluğunu kolaylaştırmak için çizilmiş üç ya da dört kare resmi olan anlatıları çoğaltmıştı. Çalışmanın yayınlandığı Tercüman büyük reklamlarla satışını artırmaya çalışırken, o dönemde, içlerinde Suat Yalaz’ın da olduğu tanınmış gazetecileri kadrosuna dahil etmişti.  Yalaz, gazetenin mevcut kadrosundaki Şahap Ayhan ve Ayhan Başoğlu gibi isimler nedeniyle olmalı Karaoğlan türünde tarihi çalışma yapmayarak bir edebiyat uyarlamasına yönelecekti. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi bu uyarlamadan hoşnut kalmamıştı; Hisar’daki Vampir, günümüzde geçen, yaptığı edebiyat uyarlamasına göre daha hareketli ve tarzına uygun bir çalışma olacaktı. Her şeyden önce bir Vampir hikâyesi olması nedeniyle farklılık arzediyordu.

Erhan Doğan adlı bir “resimli-romancının” başından geçenlerin anlatıldığı hikâye gerilimin iyi kurgulanmadığı, “yazdıkça geliştirilmeye çalışılmış” bir çalışma olarak özetlenebilir. Metin ağırlıklı olduğu için anlatım dilinin değiştiği, başlangıçtaki sarkastik-özgüvenli anlatıcının kimi yerlerde unutulduğu, hikâyenin yeknesaklaşıp betimleyici bir dille sürdürüldüğü  söylenebilir. Türkiye’de korku literatürü uzmanı sayılan  Giovanni Scognamillo’nun “Co” adlı bir tipleme olarak hikâyede yer alması Hisar’daki Vampir’in ilginç özelliklerinden. 

Hikâyenin hemen başında Erhan Doğan, yeni çalışması için onun tavsiye ettiği bir sahafa giderek Drakula hakkında kitaplar arıyor. Merak uyandırıcı ilk sözleri de “yüzünde üç günlük sakalla, kitapçıdan çok kudret macunu satan baharatçıya benzeyen” sahaf söylüyor: “Bugün ne oluyor böyle Allahaşkına? Sizden biraz önce güzel bir kız geldi. Alman turist falan zannettim. Baktım Türkçe konuşuyor. ‘Vampirle ilgili ne kadar kitap varsa istiyorum’ dedi. O gitti siz geldiniz. Ne oluyor Allahaşkına!”. Yalaz’ın kendini anlattığı, tip olarak Karaoğlan’ı andıran kahramanı Erhan, doğal olarak bu güzel (ve haliyle esrarengiz) genç kadının arkasından “seyirtiyor”. Kızdan yüz bulamayınca, “Frankeştayn bozması” korumasına bir not yazıp elinde Kont Drakula’nın Hatıra Defteri olduğuna dair yalan söylüyor. Bu bölümlerde Yalaz’ın çok sevdiği türden Türkçe açıklamalı İngilizce diyaloglar okuyoruz. Bu basit-başlangıç düzeyindeki İngilizcenin gazete tarafından yanlış dizilmesi ise ayrı bir hoşluk! (juste the mi mute! vs) . Erhan, eve döndüğünde hatıra defteri palavrası için arkadaşı Co’dan yardım istiyor: “Bu yalana bir kulpu bulsa bulsa, Giovanni bulabilirdi. Boru değil, bütün dünyada vampiromanların en tanınmışıydı. Liste başıydı… Pirincin taşını şimdi o ayıklasındı”.

Erhan, kızın evine gittiğinde Kurukafa adını verdiği bir üçüncü adamla karşılaşıyor. Göz yerine iki karanlık çukuru, dudaksız bıçak yarığını andıran ağzı olan korkutucu bir adam Kurukafa. Ardından hatıra defterinin gerçekten var olduğunu, Kurukafa, Frankeştayn bozması ve güzel genç kızın o defterin eksik bölümlerinin peşinde olduğunu öğreniyoruz. Erhan, kendisinde defter olmadığını söyleyince onu bayıltıp tutsak ediyorlar. Ertesi gün gazetedekiler Erhan’ın resimli romanının gelmediğini görünce meraklanıyorlar, yerine bir şey konmak söz konusu olduğunda Ahmet Bey (Tercüman’ın o dönemki başyazarı Mehmet Barlas kastediliyor olmalı) şöyle diyor: “Erhan’ın yerine kolayca başka bir şey konabilseydi, koca Babıali bunca yıl onun nazını çeker miydi be kızım? Hem Erhan iyi bir profesyoneldir. Gecikince telefon eder. Bunda bir iş var. Bana Çevik Kuvvet Amiri Ali Bey’i bulun!”. 

İşe böylelikle Türk Polisi de karışıyor, hikâyenin bir başka kahramanı olacak Faruk Benice ortaya çıkıyor. Benice, 12 Eylül öncesinde bazı arkadaşları sorgu yapayım derken (işkence yaparak) kantarın topuzunu kaçırınca yukarıya durumu bildirmiş, onlar da “Karaoğlan’lık taslama, yoksa bu azgınlığı bastıramayız” deyip onu siyasi polisten alıp Çevik Kuvvet’e vermişlerdir.

Köşkte tutsak olan Erhan, sabah kahvaltısında genç kızdan hafif tertip dayak yedikten sonra (Bir Suat Yalaz hikâyesi anlatıyoruz) genç kızla erotik ölçülerde yakınlaşacaktır: “Ya vampirse bu karı diye düşündü bir an. Ufak ağzından sadece ön iki dişi görünüyordu. Vampir olsa köpek dişleri ağzından dışarı taşardı (…) Boş versene be dedi içinden. Atın ölümü arpadan olsun. Böyle vampire can kurban”. Kızdan Kurukafanın gerçek adının Herr Werner olduğunu, küçük kız kardeşinin ellerinde rehin olduğu için onlara yardım etmek zorunda kaldığını öğreniyoruz. Dahası var elbet, genç kadın adının Sonya olmakla birlikte, Romanya Türklerinden olan bir aile tarafından yetiştirildiğini, onların kendisine Suna diye hitap ettiklerini söylüyor (!)

Hisardaki Vampir’in İstanbul’la kurulan ilgisi ise şöyle: Kont Dracula, yaşadığı dönemde karşılaştığı güçlükler nedeniyle Osmanlı Sultanı Murad Han’dan yardım isteyerek yanına sığınıyor. Çok sevdiği karısı Amanda’yı da Türk topraklarında kaybediyor, onu İstanbul’da bilinmeyen bir yerde defnediyor. Werner, “Drakula bir vampir olduğuna göre karısını da vampir yapmıştır” diyor,  ona göre Drakula öldü ama karısı hâlâ bir vampir olarak İstanbul’da yaşıyor. Bu karanlık adamların Amanda’nın mezarını neden aradıkları ise merak uyandırıcı bir soru olarak hikâyeyi sürüklüyor. Sonradan Werner’in yüzyıllar önce Drakula’ya hizmet etmiş ailenin soyundan geldiğini, Amanda’yı karşılıksız bir aşkla aradığını anlıyoruz. Tüm bunlar üstün körü anlatılıp geçiyor. Hikâyenin gelişimiyle önce Hayırsız Ada’ya Anemas Zindanı kalıntılarına, oradan Karpatlara daha sonra İsviçre ve Paris’e gidip finalde İstanbul’a yeniden dönülüyor. Amanda’nın cesedinin Drakula’nın hizmetkârlarından olan Annabella ile değiştirildiğini, Hayırsız Ada’daki tabutun bu yüzden boş olduğunu öğreniyoruz. Werner, Amanda’yı Sonya’yı kurban ederek diriltiyor ve birlikte Avrupa’yı dolaşmaya başlıyorlar. Gösterilerine Vampirella adıyla çıkan kadının cinsel cazibesine kapılan erkekleri kurban seçiyorlar, bu arada Türk işçilerine Amanda’yı Ahu Tuğba olarak tanıtmak gibi yollara da başvuruyorlar. 

Tüm kovalamaca ve uluslararası seyahat sırasında Komiser Faruk, bir kurtarıcı olarak ölümün eşiğindeki Erhan’a hep son anda yardım ediyor. Hikâyenin dağınıklılığını Faruk da kurtaramıyor, Yalaz bir karede onun bıyıklarını çizmeyi dahi unutuyor. Finalde o ana kadar herhangi bir duygusal tepkisini görmediğimiz Amanda’nın nedamet getirdiğini, Faruk’a dönüp bozuk bir Rumeli Türkçe’siyle: “Beni affet! Olanlara karşı koymak benim elimde değildi. Ölmeme yardım et! Suçsuzluğumu da herkese anlat!” diyor. Sonsuzluktan usandığını ölmek-huzura kavuşmak istediğini anlatıyor. Aşığı ve hizmetkârı Werner’i sürpriz bir biçimde tehdit ederek şöyle söylüyor: “Beni öldürmeye mecbursun. Yoksa seni polise ihbar edeceğim. Bütün cinayetlerini bir bir anlatacağım. Benim gerçekten nasıl öleceğimi yalnız sen biliyorsun. Bunu yap ve defol git! Ölümü, seninle yaşamaya tercih ederim, iğrenç yaratık!”. 

Yalaz’ın kahramanlarına psikolojik bir derinlik katmak gibi bir derdi olmadığını, bir aksiyon anlatıcısı olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Üstelik hikâyeyi bir biçimde toparlayıp bitirme telaşına kapılabilen bir tefrikacı. Finalde birdenbire hızlanan hikâyenin mantığı (çok mantıklı olmasa da) nedamet getiren Drakula’nın karısına bağlanınca gerisini Türk polisi tamamlıyor ve hasta ruhlu aşığı yakalıyor. Hikâyenin sonunda ölmek isteyen Amanda’yı mezardan çıkarken görüyoruz: “Ölmemişti. Çünkü vampir olayına inanmayan Türk doktorlar onu morgtan alınca, kalbine saplı tahta kazığı çıkarmışlar ve normal bir ölü gibi gömmüşlerdi.” Hisardaki Vampir’in dağınıklığının temel nedeni belki de Yalaz’ın esprisinde dile getirdiği gibi en az Türk doktorları kadar “vampir olayına” inanmamasıyla ilgiliydi.


[2007]

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails