Bazı şehirler, tarihsel süreç içinde yaşanan çeşitli yenilik, değişim ve gelecekle ilgili tüm iyimserlikleri kapsayıcı ve kendi ismi üzerinde simgeleştirici bir anlam taşıma şansına sahip olurlar. Bir hareketin, düşüncenin ve genel olarak yeniliğin, doğallıkla geçmişin iktidar olmuş geleneksel merkezi ile karşıtlığını vurgulayarak kendi kimliklerini oluştururlar. Böylece bilim, sanat ve geçmişe ait her türlü gelenek yeni bir form altında modern olana akmaya başlar. Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan yeni Ankara'nın bu anlamda önemli bir işlevi vardı. Ankara, Cumhuriyetin yapısını oluşturacak her türlü entelektüel tatminin kaynağı olan zihinsel mayayı ve düşünce formlarını içeriyordu. Ankara, Istanbula atfedilen gericilik, cehalet, gaddarlık ve bağnazlığı "biz ve onlar" ayrımında kullanarak kendini varedebiliyordu. Biz bu yazı çerçevesinde "Istanbul'a rağmen" modernist vasıflarıyla inşa edilen Ankara'nın , "seçkinci iddialarına rağmen" kendi içinde yaşadığı tutarsızlıkları, kontrolü dışında oluşan kavgacı kenar semtlerinden birini, Hacettepe'yi anlatacağız.
Henüz "Ankara" yok, Istanbul ve Anadolu var. Bir tarafta kun-i kainattan beri varolan imparatorluklar şehri Istanbul, diğer tarafta ışıksız, susuz, her türlü incelikten uzak büyük bir "bozkır". Biri edebiyata konu olan aşk, ihtiras ve zerafet imgelerini, diğeri hoyratlık, öfke, yaşanmamışlık ve açlığa tekabül eden taşrayı anlatıyor. Ankara, Anadolu'nun ortasında içinden demiryolu geçen küçük, gerçekten önemsiz "uzak bir şehir". Araya savaş giriyor. Merkez işgal ediliyor ve doğallıkla taifesi Anadolu'ya akıyor. Taşra savaşırken merkez tuhaf çelişkiler içinde "kurtarılmayı" bekliyor. Ancak gidenlerin - en azından eskisi gibi- dönmeyeceği ve kurulan yeni bir iktidarın hamasi heveslerle akılcılık arasında bir şeyler tasarladığı çok geçmeden anlaşılıyor. "Zafer"in ütopyası özetle dönüştürmek; yeni topluma, yeni devlete yeni kentler kurarak, kendisi didinirken çelişkileri olan merkezi bertaraf etmekti. Bu meyanda Anadolu-merkezli terakki çizgisinde vitrini oluşturması düşünülen şehir Ankara'ydı. Eski başkent, arzu edilmeyen kolonyal bağlantılarla ve komprador burjuvaziyle bir tutulurken Ankara'nın temsil ettiği yeni zihniyet milli kalkınmanın özü sayılıyordu. Ankara yalnızca bir başkent değildi, şehrin bir "ilim", "irfan" ve "nur" merkezi olması isteniyor, oluşturduğu model aracılığı ile ülkenin diğer şehirlerine sirayet edecek "yurt sathında muasır medeniyetler seviyesine" ulaşılma gayesi taşınıyordu. Bu çerçevede Istanbul eskiyi, Osmanlıyı, geleneği simgelerken Ankara yeniyi, çağdaşı işaretliyordu. Bu yüzden 1923 yılında Ismet Inönü'nün önerisiyle , Ankara'nın "Türk Devleti Hükümetinin merkezi" olarak kabul edilmesi, eski emperyal başkentle çok güçlü bağları olan tutuculara indirilmiş ağır bir darbe oldu. Yeni bir merkez oluşturma çabaları içinde M.Kemal'in Istanbul'u -kurtuluşundan hemen sonra dahi- ziyaret etmemesi önemlidir. Şehre ancak kendi zaferini kazandıktan , tüm muhaliflerini bertaraf ettikten sonra 1928 yılında gitti. Bu gitmeme yok sayma tavrı Ankara'nın inşası üzerinden bir iktidar mücadelesini vurgulamaktaydı. Bu kez Ankara iktidar, Istanbul muhalefet olmuştu.
Ancak bu mücadele sürecinin Ankara nezdinde başarısı daha ziyade Istanbul'dan şehre göç eden kadroların özverisiyle alakalıydı. Onların şehre uyumu ve kabulu hayati önem taşıyordu. Ankara, Istanbullular için bir yanda vatanseverlik ölçütü olarak gidilmesi-yaşanması zorunlu olan Kurtuluş Savaşı merkeziyken öte yanda Yahya Kemal'in çok bildik sözleriyle özetlenen , ayak basıldığı an Istanbul özlemi çekilen, geçici, zoraki ya da görev için yaşanan bir yerdi. Bu, Ankara'nın ve Türkiye'nin inşasının hayalini dahi baştan sıkıntıya sokuyordu. Yakup Kadri'nin Ankara romanında geçen " (..) ben de kaç aydır buradayım, bir türlü nostaljiden sıyrılamıyorum. Her an Istanbul, her an Istanbul...ve Ankara'nın her noktasında bu mukayese merakı..tuhaf bir his..(..) Sanki vatan yalnız Istanbul'dan ibaretmiş; sanki, biz burada gurbette imişiz gibi. Halbuki,ben, ruhumun milli muvazenesini burada bulmağa gelmiştim. Ne yazık..." sözleri bu halet-i ruhiyenin dürüst bir ifadesi olsa gerek. (Ankara, Y.K.Karaosmanoğlu, 1983: 80)
Ankara'nın inşasına şehrin gelişme alanı olarak görülen kuzey-güney doğrultusunda önemli bir toprak parçası kamulaştırılarak başlandı. Bu bölgeye ülkenin imarı için başlatılan hareketin ilk adımı olarak özellikli bir isim seçildi: Yenişehir... Böylece adına Yenişehir denilen, Çankaya köşkünden Ulus'a kadar olan bölge, eski yapıların da yerini alan yeni yapılarla doluyordu. Şehrin mimari açıdan yaşadığı kaotik değişim birbirinden nitelik ve öz açısından çok farklı binaların çoğalmasına sebep olmuştu. Yakup Kadri bu hali öncesi ve sonrasıyla karşılaştırarak şöyle anlatıyordu: "Yeni Ankara başdöndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. Taşhan'ın önünden Samanpazarı'na, Samanpazarı'ndan Cebeci'ye, Cebeci'den Yenişehir'e, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye uzanan sahalar üzerinde, apartımanlar, evler, resmi binalar, sanki, yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler almakla beraber, dikkatli bir göz için, hemen hepsine birden hakim olan exotique mimari tarzının sırıttığı da aşikardı. Mesela, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye doğru sıralanan villalar arasında kulesiz, saçaksız binalara rasgelmek mümkün değildir. Birbirinden örnek alan ve bazıları hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren hendeklerin ortasında birer derebeyi şatosunu andırıyordu. Şehir içindeki, apartımanların , resmi binaların ise kadim Hint racalarının saraylarından hiç farkı yoktu. Bazıları da , ogival pencereleri, yeşil renkli yaldız murabbalı saçaklarıyla Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibi idiler. Lakin, bereket versin ki, ilk yılların acemiliği ve zevksizliği yüzünden meydan alan bu cereyan birdenbire yerini modern mimariye bıraktı. Villların kuleleri yıkılmaya, ogival pencereler mustatil olmağa ve yeşilli yaldızlı saçaklar ortadan kalkmağa başladı. Birçok binanın cepheleri , sakalını bıyığını traş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu." (Ankara, Y.K. Karaosmanoğlu, age: 121-2)
Kentin imarı hızla ve çeşitli usluplar içinde değişerek sürerken, Devlet erkanı ve bürokratlar "yaşanacak yerler" dışında "gidilebilecek yerleri" de açıkça destekliyorlardı. Istanbul'da işinin erbabı -özellikle yeme- içme işiyle alakalı olan- insanlar Ankara'ya davet ediliyor, çalışabilecekleri mekanlar düzenleniyordu. Örneğin Karpiç, Tavukçu Tayfur Istanbul'dan çağrılmış, Ankara Palas'ın işletmesi Fransızlara verilmişti. Özellikle Karpiç tam bir devlet lokantasıydı. Osmanlı mutfağından kurtulamamış , aşçı dükkanı düzeyini aşamamış kent için Avrupalı bir lokantaya gereksinim vardı. Bunu özel kişiler başaramadığına göre devlet yapacaktı. Baba Karpiç Taşhan Oteli mutfağından alınarak kendi adına kurduğu lokantaya geldi. Karpiç , yiyimi içimi çok güzel olan bir lokanta idi. Iyi işletilebilmesi, bol yenebilmesi için belediye tarafından (Karpiç'i belediye destekler, belediyeyi de devlet..) paraca desteklenirdi. Devlet destekli bu gidilecek yerlere rağmen Ankara, -bir Istanbullu için- avuç içi kadar bir yer. Yenişehir'in can damarı Atatürk Bulvarını -eski adıyla Bankalar Caddesi- bir baştan başa yürüdünüz mü sağa sola selam vermekten yorulursunuz. Herkes herkesi tanır. Işte o "herkes", Sakarya Caddesi'nde Laz bakkaldan ya da Bulvar'daki Trakya mezecisinden alışveriş yapar; çocukları Pekpak Pastanesinin dondurmasına bayılır. Cumartesi günleri Karanfil sokağın tam karşısına düşen Ulus Sineması'nda Hollywood filmleri seyredilir. Haftada bir Karpiç'te yemek yenir. (Filiz Hiç üzlmesin, Filiz Ali, 1995: 59)
Ankara'nın seçkinci inşasını gerçekleştiren Istanbul'lu kentlilerin "herkes"ten sayılmayan, şehrin diğer insanlarının kendilerinden farklı olduklarını görmeleri önemli bir çelişkiyi ortaya çıkarttı. Ancak bu çelişki, çoğunlukla görmek istememe ya da gördüğünü/bildiğini vaaz ederek bütün adına konuşma biçimine dönüştü. Nezihe Araz, Ankara ile ilgili anılarında bu anlamda şöyle bir olay anlatır: "Annem, henüz Ankara ile uyum sağlayamadığı ilk günlerde, babam işe gittikten sonra zaman zaman elini yanağına koyar ağlarmış. Büyükbabam, onu bir iki kez görünce fevkalade üzülmüş ve sonunda, çok sevdiği gelinine bunun sebebini sormuş. "Kocanla mı bir derdin var?" (..) "Hayır" demiş annem, "hiç öyle bir şeyler yok" "O halde neden ağlıyorsun?" "Çünkü bu Ankara, Rıfat Beyin bana anlattığı o Ankara'ya hiç benzemiyor. Ben burada bir tane bile beyefendi görmedim." "Bunun için mi ağlıyorsun?" "Evet.. bunun için". Büyükbabam hayretler içinde "kızım, bizim de beyefendilerimiz var, ama onlar hükümet konağında" diye anlatmış anneme". Beyefendiler -ya da hükümet konağında olması yeterli olan beyefendiler- tanımlaması, birdenbire söylenmemiş aksine 1931 yılında CHP kurultayında "Halk için Halka rağmen" biçiminde resmi olarak ifade de edilmişti.
Şehir, Jansen planına göre kuzey-güney doğrultusunda kontrol edilebilir düzeyde gelişirken, doğu-batı ekseninde kalan eski Ankara, otuzlu yıllardan itibaren "çevre"den göç alıyor, "herkes"in hesaplamadığı bir biçimde büyüyordu. Doğuluların yerleştiği Erzurum , Boşnakların toplandığı Sakarya, Arnavut kökenlilerin geldiği Aktaş, Gümüşhaneli ve Bayburtluların göç ettiği Atıfbey mahalleleri bu "akın"ın özellikli yerleşim merkezleri oldular. Altındağ, Samanpazarı, Hacettepe, Hamamönü gibi bölgelerde yoğunlaşan yeni nüfus, gelenekçi özelliklerini muhafaza ederek, seçkin Ankara'nın dışında farklı bir dünya kuruyordu. Örneğin Karpiç gibi bir lokantanın "servis"ine karşın bu bölgelerde halen aşçı dükkanları vardı. Kahveler, oturulacak yerler şiir dinletileri yapılan Meram, Tuna veya Özen pastahanelerine benzemiyor, erkeklere-ve hatta tüm kanunlarıyla kabadayılara-hizmet ediyordu. Eğlence söz konusu olduğunda Yenişehir'in Türk müziğine rağbet edilmeyen adabı muaşeretten hallice nasibini almış "nezih" eğlence mekanlarına karşılık, özellikle Kale çevresi ve Ulus'un arka taraflarına geleneksel sazlı-sözlü içkili "komple-faça" uğrak yerleri açılıyordu. Sonraları "Gazinocular Kralı" olarak namlanacak Gazi Avşar'ın Gima karşısında açtığı Tektel Saz Salonu, Ismetpaşa Telgraf Sokak'taki Atıf'ın içkili lokantası, Bentderesi'ndeki Hilmi Baba'nın meyhanesi bunlardan önemli bir kaç tanesiydi. Zamanla büyüyen "kenar-şehir"in etkisiyle olacak "nezih" mekanlarda yıpranmaya, eğlence ile alakalı üsluplarını ve servislerini değiştirmeye başladılar. "Caz-band"ların yerini Abdullah Yüce'nin şarkıları, Bayram Aracı'nın türküleri alırken, Rüzgarlı Sokak'taki Tabarin Bar veya Emre Palas Oteli altındaki Yeni Bar gibi yerler bile dansöz oynatır olmuşlardı. Bu benzeşme, kontrolün merkezin elinden çıktığını gösterirken büyük rahatsızlık yaratıyordu. Ankara, Istanbul'a göre ne kadar taşralı ve yoz ise bu kenar şehir de Ankara'nın Yenişehrine göre bir o kadar yoz ve taşralıydı.
Kenar şehirdeki suç oranının yüksek oluşu, merkezi sık ve acil müdahale edebilmek amacıyla Stadyum içinde Yıldırım Ekipler adı altında bir polis gücü oluşturmaya zorlamıştı. Tüm idam cezaları Bentderesi veya Samanpazarı'nda infaz edilirken devlet sert biçimde yüzünü doğu-batı hattına çeviriyor, yaşayanlarına gerekirse neler yapabileceğine dair gözdağı veriyordu. Adliye, Anafartalar caddesine kuruldu. Böylece adliye dışına taşabilecek kadar çirkin olaylar okumuş yazmış insanların- ve doğallıkla Yeni şehirin olabildiğince uzağında tutulabilecekti. Kenar-şehrin ahalisinin merkez ile olan ilişkilerinde yapabilecekleri son derece sınırlıydı: Onlardan "medeni" olmaları istenmiş, onlar da olabildikleri kadar olmuşlardı. Çocuklarını okullara gönderiyor, onlardan hiç bilmedikleri ve aslında hiç hoşlanmadıkları şeyler duyuyor, devletle yüzyüze gelmekten çekindikleri için sessiz kalıyorlardı. Radyo onların anlamadığı şeyleri çalıyor, kıyafetlerine dahi karışılarak nezih mekanlarda görünmelerine açıkça karşı çıkılıyordu:"Ankara'nın çok modern ve medeni manzarası içinde gönle eza veren bir nokta var: Akşam saatlerinde kafile halinde Bulvarda rastlanan işçi ve köylülerin kıyafetlerinin perişanlığı... En kötü ihtimal, bu kılıklara bakarak bir yabancı bütün Türk köylüsünü bu derece yoksul ve zavallı sanabilir" (Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu, 1992: 31) biçiminde batıya karşı küçük düşme endişesi taşıyan yeni-şehirliler açıkça buna mahal vermeyecek düzenlemelere bile girişiyorlardı. Kılığı, kıyafeti bozuk olanların polis tarafından uzaklaştırılması sağlanıyordu. Batı -ya da batıya karşı öncelikle kendi tatmini- için oluşturulan vitrinden uzaklaştırılan, hatta hiç yaklaştırılmayan kenar şehrin merkezle bir hesabı -en azından böyle bir zorlamaya karşı boşalması- ise "mutlaka" olacaktı.
Kenar-şehrin en önemli semti futbol takımı, taraftarı, insanı ve kendine özgü kavgacı kimliğiyle Hacettepe'ydi: Ankaralı'ların dualarla dilekte bulunduğu "Hacet Tepesi"nden ismini alan semt, Erzurum mahallesi, Samanpazarı ve Hamamönü arasında konumlanıyordu. Bir rivayete göre de Ankara'nın Hacettepe'si , birkaç demkeşin lakayıt yalanından, rüyasından öte yüreklere düşürdüğü ateşle nam almış korku salmış, gafticisi, dumancısı, halkacısı, kalaycısı, has gacısı, lüpçüsü, zonguru ve cilalı güzelleri ile envayı çeşit helalinden insanların eviydi." ve hatta kimilerine göre Hacettepe ismi yılankavi sokakların, fi tarihinden kadidi kalmış evlerin, yeşili tonla cücük kadar bahçelerin, kol kırıp bıyık kesmenin, husye burup faça bozmanın zifiri mekanlarının, uslanmaz, durulmaz yaramaz çocukların, biryantinli filintaların, sıvırya Eyüp Sabri kokan nazeninlerin, Esenparka kulak kesip köfte rakkaseleri düşlerken şarap deviren haytaların, tekkede sarıkızı kırıp mest olan fişekçilerin, velvele etmeden iş gören sermayelerin, kene kadar yapışkan, kedi kadar çevik, tuttuğunu koparan azılı delikanlıların özetiydi denilir. Çoğunluğunu Ankara'nın yerlilerinin oluşturduğu Hacettepe'nin öne çıkan iki özelliği futbol takımı ve şehrin yeraltı dünyasına - ya da kenar-şehire - hükmeden kabadayılarıydı. Hacettepe'nin futbol takımı Karagücü, MKE Ankaragücü gibi devlet destekli takımların aksine "sivil" ve tüm dayanağı mahalle olan bir yapıya sahipti. Gerçi 1945 yılında kurulan takımın hiçbir zaman ülke çapında değer taşıyan başarıları olmadı. Üç kez Ankara şampiyonu oldu, bir kaç kez futbol tabiriyle "asansör olup, ikinci lige düştü, çıktı". Birinci ligde hep orta-alt sıralarda kaldı, tarihi boyunca milli takıma tek bir futbolcu (Onursal Uraz) verebildi v.s... Ancak takımın farklılığı, misafir takıma sıkı bir deplasman yaşatan kavgacı taraftarıydı. Tüm taraftar birbirini tanıyordu. Bu yakınlık ve samimiyet sebebiyle kulübün başkanı bile "onlardan biri", herkesin Fahri Amca'sıydı. Hacettepeliler kendi sahalarında rakip takımla ilgili tek bir tezahürat duymak istemiyor, gerekirse -ki sık sık gerekiyordu- semtin şanına uygun dayak atılıyordu. Hacettepe halkının ya da taraftarının topluca saldırması ya da kendini savunması, semtin sui generis özelliklerinden biriydi. Mahallenin onuru adına çok küçük sataşmalar, ağız dalaşları dahi maraza sebebi sayılarak topluca kavgaya girilebiliyordu.
Semtin tarihi içinde girişilen toplu hareketlere iki örnek vermek istiyorum: Her iki örnek de bana göre kenardaki Ankara'nın herhangi bir politik sebep olmaksızın salt öfke ve yaşamına müdahale edilmemesi için savunma niyeti taşıyan merkeze yönelik tepkilerdir. Ilki çeşitli rivayetler taşımakla birlikte laf atma-namus meselesiyle başlar. Anlatıldığına göre hafta sonu izninde olan birkaç Harbiyeli, Hacettepeli aynalı bir kızı, utanıp sıkılmadan, yüksek perdeden laf atarak rahatsız ederler. Mahallenin sonraki yıllarında önemli kabadayıları olacak olan ve bu olayla nam alan Kabadayı Mehmet, Sarı Veli ve Karagöz Kemal, duyar duymaz, Hacettepeliliğin raconu icabı, sütü bozuk saydıkları çocukların mostrasına bakmak lüzumuyla tekkeden apar topar fırlamışlar. Duyduklarından öyle dolmuşlar ki tabancaymış, şişmiş, muştaymış, bıçakmış, sopaymış es geçip oğlanları çıplak elle haklayacağız yeminiyle yolları arşınlamışlar. Kız mı suçlu, kuyruk mu sallamış, işve mi yapmış , kıçının çatalını indire bindire üç ayaklı deyyusları daha mı azdırmış diye sormamışlar, akıllarına getirmişler ama hesaba katmamışlar. Zira kız Hacettepeli'ymiş lüzumluysa kulağı bükülür, vakti geldiyse everilirmiş ancak aslolan yaşananlarmış. Atılan laf sanki kuş olmuş duyurmuş kendini dört bir yana, Ankara'ya, mahallenin ortasına, namusuna, varlığına. . Birkaç veledizinanın Hacettepe'nin şanına leke sürmesine mahal vermemek için şart olmuş vurmak, yıkmak, kan almak. Nihayet Mehmet ve arkadaşları kendilerinden sayıca fazla olan Harbiyelileri Anafartalar Caddesi'nde, bugün düğün salonu olan Sus Sineması içinde kıstırırlar. Film oynarken kalabalık salona girerler. Nedenmiş niyeymiş kimiz biz nerden geldik burayanın lafını dahi etmeden sağdan soldan karışmaya, ayırmaya yeltenen ışıkçısı, meraklısı, asabisine ve canhıraş çığlıklara aldırmadan Harbiyelileri usulünce döverler. Dayak yiyen Harbiyeliler okuldan daha kalabalık bir grup toplayarak otobüslerle bu kez Hacettepe'ye dönerler. Harbiyeli kızgındır. Kısasa kısas saldırgan gençleri istemektedirler. Ama umduklarının aksine bir direnişle karşılaşırlar Mahalleli-yine anlatıldığına göre- genci yaşlısı, çoluğu, çocuğu, anası gacısı, hırlısı hırsızı -ve hatta mahallenin yabancısı olan sucuları- her bir ferdiyle tam tekmil Harbiyelilerle kavgaya tutuşurlar. Cümbüşü duyan koşarak meydana geldikçe iş dallanıp budaklanır. Polis geldiğinde ne Hacettepeliler ne Harbiyeliler polisi dinleyecek halde değillerdir. Kavga bittiğinde herşey çok uzatılmadan örtbas edilir, failleri çarçabuk salıverilir. Ahali, ölürmüş kalırmış sonu ne olur demeden askere karşı gelmiş, devletin ya da onun temsilcilerinin o üç delikanlıyı almasına izin vermemiştir. Bana göre Hacettepe'nin sonunu hazırlayan dramatik olaylardan ilki budur. Birileri bu işe çok kızacak ve asla unutmayacaktır.
Ikincisi, Haldun Taner'in Keşanlı Ali Destanı adlı ünlü oyununa konu olan Altındağ'lı Kürt Cemali ile daha önce adı geçen Hacettepe'li Kabadayı Mehmet'in kavgasıyla ilgili. Söz konusu olan "delikanlılık"tan mafya babalığına geçiş yapan, haraç alan, kumarhane işleten, it kopuk besleyen, en yakın arkadaşı Sarı Veli'yi öldürecek kadar soysuzlaşan Kabadayı Mehmet'in kendine rakip gördüğü Kürt Cemali'yle mücadelesiydi. Işin hitamında Mehmet'in Kürt Cemali'yi öldürmesi, Altındağlılar üzerinde büyük infial yaratır. Hacettepeliler ile aralarında çoğu yerde polisin dahi karışamadığı kavgalar yaşanır. Kabadayı Mehmet üzerinden tüm Hacettepe hedef alınarak sağa sola divane saldırılar olur. Hacettepe, bir yanda göç alıp göç verdiği, evlerinin birer birer yıkıldığı kendi tükenişini yaşarken, öte yanda mahallenin son kabadayısını, onun geçmişteki zayıfı, bilhassa ırz ehlini koruyan delikanlı günlerinin hatırına neredeyse "zoraki" olarak çekmektedir. Daha yırtıcı ve aç olan yaslı Altındağ ahalisi ise günlerce yasını tuttuğu Cemali'nin intikamını, yine o kenar-şehirin kanunlarına uygun olarak, Kabadayı Mehmet'i Hergele Meydanı'nda öldürerek alır. Bu hesaplaşmalar, kan alıp kan vermeler Hacettepe'yi kendini tüketmeye yönelik bir gidişat içine sokarken, merkez -yenişehir sakinleri- nezdinde gittikçe büyüyen bir cezalandırma arzusu yaratıyordu. "Bu adamların bir yerde durdurulmaları gerekiyor!"du. Aynı dönemlerde Ihsan Doğramacı'nın hastahane projesi bu cezalandırma arzusuyla önemli ölçüde örtüşecekti.
Hacettepe ile ilgili sayısız öykü, olay ve rivayet anlatılabilir. Ancak merkez ile ilişkilerini hiç bir zaman sağlıklı olarak kuramamış olan kavgacı Hacettepe öyküsü, tüm mahallenin istimlak edilerek ahalisinin dağıtılmasıyla dramatik biçimde nihayetlendi. Mahalle içindeki Tacettin Camii ile bitişiğindeki Mehmet Akif Ersoy'un Istiklal Marşı'nı yazdığı dergah dışındaki bütün evler yıkılarak, yerine bugünkü Hacettepe Hastahanesi kuruldu. Daha da dramatik olan Hacettepe futbol takımının tüm istimlaklerin tamamlandığı bir tarihte, taraftarı olmayan bir devlet takımına, Şekerspor'a karşı kaybederek averajla ikinci lige düşmesi oldu (1968). O farklı takım, önce taraftarını sonra kimliğini kaybederek amatör kümeye kadar düştü. Bu eza yetmezmiş gibi, seksenli yıllarda, Melih Gökçek'in Keçiören Belediye Başkanlığı sırasında ismi "Keçiörengücü" olarak değiştirildi ve tamamen tarihe karıştı. Hacettepeliler istimlakler yüzünden Ankara'nın çeşitli semtlerine, hiç tanımadıkları, doğup büyüdükleri mahalle kadar sevemeyecekleri yerlere taşınmışlardı. Hacettepe susturulmuştu. Hastahane için bir başka arazi ya da boş bir yer yokmuş gibi özellikle bu kavgacı mahalle seçilmiş, istimlak edilmiş, kendi içinde tek bir hırsızlık olayına rastlanmayan, hırsızlar, yankesiciler, esrar satıcıları, bıçkınlar ve kabadayılar'ın Hacettepe'si ortadan kaldırılmıştı.
Tek parti döneminin gözde şehri Ankara, tüm seçkinci vasıflarını rahatsız eden "Hacet-tepeleri" yüzünden Cumhuriyet'le elde ettiği üstünlüklerini ellili yılları müteakiben tekrar Istanbul'a devrederken o kenarlardan böylece intikamını -gecikmiş dahi olsa- alıyordu.Ankara iç bir zaman tasarlandığı gibi seçkin bir kent olmadı. Hamurunda ne varsa ancak “o” olabildi. “Hacettepe”lerini kendi gelişimini aksattığı için cezalandırması bundandı. Çünkü her zaman yeni Hacettepe’leri oldu. Kendi kuralını koyan ve uygulayan Keçiören gibi, Çin Çin Bağları gibi yeni kenar-semtleri oldu. Geçmişten farklılıkları ise “kabadayı” geleneğinin yok oluşuyla birlikte rahatsız ve kavgacı kesimlerin ideolojik bir kimlik içinde ortaya çıkmalarıydı. Bugün Hacettepe’yi yaşadıklarıyla anlatan bir Kabadayı Mehmet de Yenişehir’le özdeşleşecek bir Nurullah Ataç da görebilmek mümkün değil. Bu, şehrin inşasında başat olan seçkinciliğin yenilgisi kadar kenar ile merkezin yakınlaşmasıyla da ilgiliydi. Ankara, ne tam Hacettepe, ne tam Yenişehir’di, belki de bunun için “kendi” olabildi. Geride kalanlar ise yalnızca rivayet ve mübalağaya açık hoş öyküler oldu.
Bu yazı, Birikim dergisinin Haziran-Temmuz 1996 Türkiye’nin Şehirleri Özel Sayısında yayınlanmıştır.
Henüz "Ankara" yok, Istanbul ve Anadolu var. Bir tarafta kun-i kainattan beri varolan imparatorluklar şehri Istanbul, diğer tarafta ışıksız, susuz, her türlü incelikten uzak büyük bir "bozkır". Biri edebiyata konu olan aşk, ihtiras ve zerafet imgelerini, diğeri hoyratlık, öfke, yaşanmamışlık ve açlığa tekabül eden taşrayı anlatıyor. Ankara, Anadolu'nun ortasında içinden demiryolu geçen küçük, gerçekten önemsiz "uzak bir şehir". Araya savaş giriyor. Merkez işgal ediliyor ve doğallıkla taifesi Anadolu'ya akıyor. Taşra savaşırken merkez tuhaf çelişkiler içinde "kurtarılmayı" bekliyor. Ancak gidenlerin - en azından eskisi gibi- dönmeyeceği ve kurulan yeni bir iktidarın hamasi heveslerle akılcılık arasında bir şeyler tasarladığı çok geçmeden anlaşılıyor. "Zafer"in ütopyası özetle dönüştürmek; yeni topluma, yeni devlete yeni kentler kurarak, kendisi didinirken çelişkileri olan merkezi bertaraf etmekti. Bu meyanda Anadolu-merkezli terakki çizgisinde vitrini oluşturması düşünülen şehir Ankara'ydı. Eski başkent, arzu edilmeyen kolonyal bağlantılarla ve komprador burjuvaziyle bir tutulurken Ankara'nın temsil ettiği yeni zihniyet milli kalkınmanın özü sayılıyordu. Ankara yalnızca bir başkent değildi, şehrin bir "ilim", "irfan" ve "nur" merkezi olması isteniyor, oluşturduğu model aracılığı ile ülkenin diğer şehirlerine sirayet edecek "yurt sathında muasır medeniyetler seviyesine" ulaşılma gayesi taşınıyordu. Bu çerçevede Istanbul eskiyi, Osmanlıyı, geleneği simgelerken Ankara yeniyi, çağdaşı işaretliyordu. Bu yüzden 1923 yılında Ismet Inönü'nün önerisiyle , Ankara'nın "Türk Devleti Hükümetinin merkezi" olarak kabul edilmesi, eski emperyal başkentle çok güçlü bağları olan tutuculara indirilmiş ağır bir darbe oldu. Yeni bir merkez oluşturma çabaları içinde M.Kemal'in Istanbul'u -kurtuluşundan hemen sonra dahi- ziyaret etmemesi önemlidir. Şehre ancak kendi zaferini kazandıktan , tüm muhaliflerini bertaraf ettikten sonra 1928 yılında gitti. Bu gitmeme yok sayma tavrı Ankara'nın inşası üzerinden bir iktidar mücadelesini vurgulamaktaydı. Bu kez Ankara iktidar, Istanbul muhalefet olmuştu.
Ancak bu mücadele sürecinin Ankara nezdinde başarısı daha ziyade Istanbul'dan şehre göç eden kadroların özverisiyle alakalıydı. Onların şehre uyumu ve kabulu hayati önem taşıyordu. Ankara, Istanbullular için bir yanda vatanseverlik ölçütü olarak gidilmesi-yaşanması zorunlu olan Kurtuluş Savaşı merkeziyken öte yanda Yahya Kemal'in çok bildik sözleriyle özetlenen , ayak basıldığı an Istanbul özlemi çekilen, geçici, zoraki ya da görev için yaşanan bir yerdi. Bu, Ankara'nın ve Türkiye'nin inşasının hayalini dahi baştan sıkıntıya sokuyordu. Yakup Kadri'nin Ankara romanında geçen " (..) ben de kaç aydır buradayım, bir türlü nostaljiden sıyrılamıyorum. Her an Istanbul, her an Istanbul...ve Ankara'nın her noktasında bu mukayese merakı..tuhaf bir his..(..) Sanki vatan yalnız Istanbul'dan ibaretmiş; sanki, biz burada gurbette imişiz gibi. Halbuki,ben, ruhumun milli muvazenesini burada bulmağa gelmiştim. Ne yazık..." sözleri bu halet-i ruhiyenin dürüst bir ifadesi olsa gerek. (Ankara, Y.K.Karaosmanoğlu, 1983: 80)
Ankara'nın inşasına şehrin gelişme alanı olarak görülen kuzey-güney doğrultusunda önemli bir toprak parçası kamulaştırılarak başlandı. Bu bölgeye ülkenin imarı için başlatılan hareketin ilk adımı olarak özellikli bir isim seçildi: Yenişehir... Böylece adına Yenişehir denilen, Çankaya köşkünden Ulus'a kadar olan bölge, eski yapıların da yerini alan yeni yapılarla doluyordu. Şehrin mimari açıdan yaşadığı kaotik değişim birbirinden nitelik ve öz açısından çok farklı binaların çoğalmasına sebep olmuştu. Yakup Kadri bu hali öncesi ve sonrasıyla karşılaştırarak şöyle anlatıyordu: "Yeni Ankara başdöndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. Taşhan'ın önünden Samanpazarı'na, Samanpazarı'ndan Cebeci'ye, Cebeci'den Yenişehir'e, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye uzanan sahalar üzerinde, apartımanlar, evler, resmi binalar, sanki, yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler almakla beraber, dikkatli bir göz için, hemen hepsine birden hakim olan exotique mimari tarzının sırıttığı da aşikardı. Mesela, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye doğru sıralanan villalar arasında kulesiz, saçaksız binalara rasgelmek mümkün değildir. Birbirinden örnek alan ve bazıları hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren hendeklerin ortasında birer derebeyi şatosunu andırıyordu. Şehir içindeki, apartımanların , resmi binaların ise kadim Hint racalarının saraylarından hiç farkı yoktu. Bazıları da , ogival pencereleri, yeşil renkli yaldız murabbalı saçaklarıyla Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibi idiler. Lakin, bereket versin ki, ilk yılların acemiliği ve zevksizliği yüzünden meydan alan bu cereyan birdenbire yerini modern mimariye bıraktı. Villların kuleleri yıkılmaya, ogival pencereler mustatil olmağa ve yeşilli yaldızlı saçaklar ortadan kalkmağa başladı. Birçok binanın cepheleri , sakalını bıyığını traş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu." (Ankara, Y.K. Karaosmanoğlu, age: 121-2)
Kentin imarı hızla ve çeşitli usluplar içinde değişerek sürerken, Devlet erkanı ve bürokratlar "yaşanacak yerler" dışında "gidilebilecek yerleri" de açıkça destekliyorlardı. Istanbul'da işinin erbabı -özellikle yeme- içme işiyle alakalı olan- insanlar Ankara'ya davet ediliyor, çalışabilecekleri mekanlar düzenleniyordu. Örneğin Karpiç, Tavukçu Tayfur Istanbul'dan çağrılmış, Ankara Palas'ın işletmesi Fransızlara verilmişti. Özellikle Karpiç tam bir devlet lokantasıydı. Osmanlı mutfağından kurtulamamış , aşçı dükkanı düzeyini aşamamış kent için Avrupalı bir lokantaya gereksinim vardı. Bunu özel kişiler başaramadığına göre devlet yapacaktı. Baba Karpiç Taşhan Oteli mutfağından alınarak kendi adına kurduğu lokantaya geldi. Karpiç , yiyimi içimi çok güzel olan bir lokanta idi. Iyi işletilebilmesi, bol yenebilmesi için belediye tarafından (Karpiç'i belediye destekler, belediyeyi de devlet..) paraca desteklenirdi. Devlet destekli bu gidilecek yerlere rağmen Ankara, -bir Istanbullu için- avuç içi kadar bir yer. Yenişehir'in can damarı Atatürk Bulvarını -eski adıyla Bankalar Caddesi- bir baştan başa yürüdünüz mü sağa sola selam vermekten yorulursunuz. Herkes herkesi tanır. Işte o "herkes", Sakarya Caddesi'nde Laz bakkaldan ya da Bulvar'daki Trakya mezecisinden alışveriş yapar; çocukları Pekpak Pastanesinin dondurmasına bayılır. Cumartesi günleri Karanfil sokağın tam karşısına düşen Ulus Sineması'nda Hollywood filmleri seyredilir. Haftada bir Karpiç'te yemek yenir. (Filiz Hiç üzlmesin, Filiz Ali, 1995: 59)
Ankara'nın seçkinci inşasını gerçekleştiren Istanbul'lu kentlilerin "herkes"ten sayılmayan, şehrin diğer insanlarının kendilerinden farklı olduklarını görmeleri önemli bir çelişkiyi ortaya çıkarttı. Ancak bu çelişki, çoğunlukla görmek istememe ya da gördüğünü/bildiğini vaaz ederek bütün adına konuşma biçimine dönüştü. Nezihe Araz, Ankara ile ilgili anılarında bu anlamda şöyle bir olay anlatır: "Annem, henüz Ankara ile uyum sağlayamadığı ilk günlerde, babam işe gittikten sonra zaman zaman elini yanağına koyar ağlarmış. Büyükbabam, onu bir iki kez görünce fevkalade üzülmüş ve sonunda, çok sevdiği gelinine bunun sebebini sormuş. "Kocanla mı bir derdin var?" (..) "Hayır" demiş annem, "hiç öyle bir şeyler yok" "O halde neden ağlıyorsun?" "Çünkü bu Ankara, Rıfat Beyin bana anlattığı o Ankara'ya hiç benzemiyor. Ben burada bir tane bile beyefendi görmedim." "Bunun için mi ağlıyorsun?" "Evet.. bunun için". Büyükbabam hayretler içinde "kızım, bizim de beyefendilerimiz var, ama onlar hükümet konağında" diye anlatmış anneme". Beyefendiler -ya da hükümet konağında olması yeterli olan beyefendiler- tanımlaması, birdenbire söylenmemiş aksine 1931 yılında CHP kurultayında "Halk için Halka rağmen" biçiminde resmi olarak ifade de edilmişti.
Şehir, Jansen planına göre kuzey-güney doğrultusunda kontrol edilebilir düzeyde gelişirken, doğu-batı ekseninde kalan eski Ankara, otuzlu yıllardan itibaren "çevre"den göç alıyor, "herkes"in hesaplamadığı bir biçimde büyüyordu. Doğuluların yerleştiği Erzurum , Boşnakların toplandığı Sakarya, Arnavut kökenlilerin geldiği Aktaş, Gümüşhaneli ve Bayburtluların göç ettiği Atıfbey mahalleleri bu "akın"ın özellikli yerleşim merkezleri oldular. Altındağ, Samanpazarı, Hacettepe, Hamamönü gibi bölgelerde yoğunlaşan yeni nüfus, gelenekçi özelliklerini muhafaza ederek, seçkin Ankara'nın dışında farklı bir dünya kuruyordu. Örneğin Karpiç gibi bir lokantanın "servis"ine karşın bu bölgelerde halen aşçı dükkanları vardı. Kahveler, oturulacak yerler şiir dinletileri yapılan Meram, Tuna veya Özen pastahanelerine benzemiyor, erkeklere-ve hatta tüm kanunlarıyla kabadayılara-hizmet ediyordu. Eğlence söz konusu olduğunda Yenişehir'in Türk müziğine rağbet edilmeyen adabı muaşeretten hallice nasibini almış "nezih" eğlence mekanlarına karşılık, özellikle Kale çevresi ve Ulus'un arka taraflarına geleneksel sazlı-sözlü içkili "komple-faça" uğrak yerleri açılıyordu. Sonraları "Gazinocular Kralı" olarak namlanacak Gazi Avşar'ın Gima karşısında açtığı Tektel Saz Salonu, Ismetpaşa Telgraf Sokak'taki Atıf'ın içkili lokantası, Bentderesi'ndeki Hilmi Baba'nın meyhanesi bunlardan önemli bir kaç tanesiydi. Zamanla büyüyen "kenar-şehir"in etkisiyle olacak "nezih" mekanlarda yıpranmaya, eğlence ile alakalı üsluplarını ve servislerini değiştirmeye başladılar. "Caz-band"ların yerini Abdullah Yüce'nin şarkıları, Bayram Aracı'nın türküleri alırken, Rüzgarlı Sokak'taki Tabarin Bar veya Emre Palas Oteli altındaki Yeni Bar gibi yerler bile dansöz oynatır olmuşlardı. Bu benzeşme, kontrolün merkezin elinden çıktığını gösterirken büyük rahatsızlık yaratıyordu. Ankara, Istanbul'a göre ne kadar taşralı ve yoz ise bu kenar şehir de Ankara'nın Yenişehrine göre bir o kadar yoz ve taşralıydı.
Kenar şehirdeki suç oranının yüksek oluşu, merkezi sık ve acil müdahale edebilmek amacıyla Stadyum içinde Yıldırım Ekipler adı altında bir polis gücü oluşturmaya zorlamıştı. Tüm idam cezaları Bentderesi veya Samanpazarı'nda infaz edilirken devlet sert biçimde yüzünü doğu-batı hattına çeviriyor, yaşayanlarına gerekirse neler yapabileceğine dair gözdağı veriyordu. Adliye, Anafartalar caddesine kuruldu. Böylece adliye dışına taşabilecek kadar çirkin olaylar okumuş yazmış insanların- ve doğallıkla Yeni şehirin olabildiğince uzağında tutulabilecekti. Kenar-şehrin ahalisinin merkez ile olan ilişkilerinde yapabilecekleri son derece sınırlıydı: Onlardan "medeni" olmaları istenmiş, onlar da olabildikleri kadar olmuşlardı. Çocuklarını okullara gönderiyor, onlardan hiç bilmedikleri ve aslında hiç hoşlanmadıkları şeyler duyuyor, devletle yüzyüze gelmekten çekindikleri için sessiz kalıyorlardı. Radyo onların anlamadığı şeyleri çalıyor, kıyafetlerine dahi karışılarak nezih mekanlarda görünmelerine açıkça karşı çıkılıyordu:"Ankara'nın çok modern ve medeni manzarası içinde gönle eza veren bir nokta var: Akşam saatlerinde kafile halinde Bulvarda rastlanan işçi ve köylülerin kıyafetlerinin perişanlığı... En kötü ihtimal, bu kılıklara bakarak bir yabancı bütün Türk köylüsünü bu derece yoksul ve zavallı sanabilir" (Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu, 1992: 31) biçiminde batıya karşı küçük düşme endişesi taşıyan yeni-şehirliler açıkça buna mahal vermeyecek düzenlemelere bile girişiyorlardı. Kılığı, kıyafeti bozuk olanların polis tarafından uzaklaştırılması sağlanıyordu. Batı -ya da batıya karşı öncelikle kendi tatmini- için oluşturulan vitrinden uzaklaştırılan, hatta hiç yaklaştırılmayan kenar şehrin merkezle bir hesabı -en azından böyle bir zorlamaya karşı boşalması- ise "mutlaka" olacaktı.
Kenar-şehrin en önemli semti futbol takımı, taraftarı, insanı ve kendine özgü kavgacı kimliğiyle Hacettepe'ydi: Ankaralı'ların dualarla dilekte bulunduğu "Hacet Tepesi"nden ismini alan semt, Erzurum mahallesi, Samanpazarı ve Hamamönü arasında konumlanıyordu. Bir rivayete göre de Ankara'nın Hacettepe'si , birkaç demkeşin lakayıt yalanından, rüyasından öte yüreklere düşürdüğü ateşle nam almış korku salmış, gafticisi, dumancısı, halkacısı, kalaycısı, has gacısı, lüpçüsü, zonguru ve cilalı güzelleri ile envayı çeşit helalinden insanların eviydi." ve hatta kimilerine göre Hacettepe ismi yılankavi sokakların, fi tarihinden kadidi kalmış evlerin, yeşili tonla cücük kadar bahçelerin, kol kırıp bıyık kesmenin, husye burup faça bozmanın zifiri mekanlarının, uslanmaz, durulmaz yaramaz çocukların, biryantinli filintaların, sıvırya Eyüp Sabri kokan nazeninlerin, Esenparka kulak kesip köfte rakkaseleri düşlerken şarap deviren haytaların, tekkede sarıkızı kırıp mest olan fişekçilerin, velvele etmeden iş gören sermayelerin, kene kadar yapışkan, kedi kadar çevik, tuttuğunu koparan azılı delikanlıların özetiydi denilir. Çoğunluğunu Ankara'nın yerlilerinin oluşturduğu Hacettepe'nin öne çıkan iki özelliği futbol takımı ve şehrin yeraltı dünyasına - ya da kenar-şehire - hükmeden kabadayılarıydı. Hacettepe'nin futbol takımı Karagücü, MKE Ankaragücü gibi devlet destekli takımların aksine "sivil" ve tüm dayanağı mahalle olan bir yapıya sahipti. Gerçi 1945 yılında kurulan takımın hiçbir zaman ülke çapında değer taşıyan başarıları olmadı. Üç kez Ankara şampiyonu oldu, bir kaç kez futbol tabiriyle "asansör olup, ikinci lige düştü, çıktı". Birinci ligde hep orta-alt sıralarda kaldı, tarihi boyunca milli takıma tek bir futbolcu (Onursal Uraz) verebildi v.s... Ancak takımın farklılığı, misafir takıma sıkı bir deplasman yaşatan kavgacı taraftarıydı. Tüm taraftar birbirini tanıyordu. Bu yakınlık ve samimiyet sebebiyle kulübün başkanı bile "onlardan biri", herkesin Fahri Amca'sıydı. Hacettepeliler kendi sahalarında rakip takımla ilgili tek bir tezahürat duymak istemiyor, gerekirse -ki sık sık gerekiyordu- semtin şanına uygun dayak atılıyordu. Hacettepe halkının ya da taraftarının topluca saldırması ya da kendini savunması, semtin sui generis özelliklerinden biriydi. Mahallenin onuru adına çok küçük sataşmalar, ağız dalaşları dahi maraza sebebi sayılarak topluca kavgaya girilebiliyordu.
Semtin tarihi içinde girişilen toplu hareketlere iki örnek vermek istiyorum: Her iki örnek de bana göre kenardaki Ankara'nın herhangi bir politik sebep olmaksızın salt öfke ve yaşamına müdahale edilmemesi için savunma niyeti taşıyan merkeze yönelik tepkilerdir. Ilki çeşitli rivayetler taşımakla birlikte laf atma-namus meselesiyle başlar. Anlatıldığına göre hafta sonu izninde olan birkaç Harbiyeli, Hacettepeli aynalı bir kızı, utanıp sıkılmadan, yüksek perdeden laf atarak rahatsız ederler. Mahallenin sonraki yıllarında önemli kabadayıları olacak olan ve bu olayla nam alan Kabadayı Mehmet, Sarı Veli ve Karagöz Kemal, duyar duymaz, Hacettepeliliğin raconu icabı, sütü bozuk saydıkları çocukların mostrasına bakmak lüzumuyla tekkeden apar topar fırlamışlar. Duyduklarından öyle dolmuşlar ki tabancaymış, şişmiş, muştaymış, bıçakmış, sopaymış es geçip oğlanları çıplak elle haklayacağız yeminiyle yolları arşınlamışlar. Kız mı suçlu, kuyruk mu sallamış, işve mi yapmış , kıçının çatalını indire bindire üç ayaklı deyyusları daha mı azdırmış diye sormamışlar, akıllarına getirmişler ama hesaba katmamışlar. Zira kız Hacettepeli'ymiş lüzumluysa kulağı bükülür, vakti geldiyse everilirmiş ancak aslolan yaşananlarmış. Atılan laf sanki kuş olmuş duyurmuş kendini dört bir yana, Ankara'ya, mahallenin ortasına, namusuna, varlığına. . Birkaç veledizinanın Hacettepe'nin şanına leke sürmesine mahal vermemek için şart olmuş vurmak, yıkmak, kan almak. Nihayet Mehmet ve arkadaşları kendilerinden sayıca fazla olan Harbiyelileri Anafartalar Caddesi'nde, bugün düğün salonu olan Sus Sineması içinde kıstırırlar. Film oynarken kalabalık salona girerler. Nedenmiş niyeymiş kimiz biz nerden geldik burayanın lafını dahi etmeden sağdan soldan karışmaya, ayırmaya yeltenen ışıkçısı, meraklısı, asabisine ve canhıraş çığlıklara aldırmadan Harbiyelileri usulünce döverler. Dayak yiyen Harbiyeliler okuldan daha kalabalık bir grup toplayarak otobüslerle bu kez Hacettepe'ye dönerler. Harbiyeli kızgındır. Kısasa kısas saldırgan gençleri istemektedirler. Ama umduklarının aksine bir direnişle karşılaşırlar Mahalleli-yine anlatıldığına göre- genci yaşlısı, çoluğu, çocuğu, anası gacısı, hırlısı hırsızı -ve hatta mahallenin yabancısı olan sucuları- her bir ferdiyle tam tekmil Harbiyelilerle kavgaya tutuşurlar. Cümbüşü duyan koşarak meydana geldikçe iş dallanıp budaklanır. Polis geldiğinde ne Hacettepeliler ne Harbiyeliler polisi dinleyecek halde değillerdir. Kavga bittiğinde herşey çok uzatılmadan örtbas edilir, failleri çarçabuk salıverilir. Ahali, ölürmüş kalırmış sonu ne olur demeden askere karşı gelmiş, devletin ya da onun temsilcilerinin o üç delikanlıyı almasına izin vermemiştir. Bana göre Hacettepe'nin sonunu hazırlayan dramatik olaylardan ilki budur. Birileri bu işe çok kızacak ve asla unutmayacaktır.
Ikincisi, Haldun Taner'in Keşanlı Ali Destanı adlı ünlü oyununa konu olan Altındağ'lı Kürt Cemali ile daha önce adı geçen Hacettepe'li Kabadayı Mehmet'in kavgasıyla ilgili. Söz konusu olan "delikanlılık"tan mafya babalığına geçiş yapan, haraç alan, kumarhane işleten, it kopuk besleyen, en yakın arkadaşı Sarı Veli'yi öldürecek kadar soysuzlaşan Kabadayı Mehmet'in kendine rakip gördüğü Kürt Cemali'yle mücadelesiydi. Işin hitamında Mehmet'in Kürt Cemali'yi öldürmesi, Altındağlılar üzerinde büyük infial yaratır. Hacettepeliler ile aralarında çoğu yerde polisin dahi karışamadığı kavgalar yaşanır. Kabadayı Mehmet üzerinden tüm Hacettepe hedef alınarak sağa sola divane saldırılar olur. Hacettepe, bir yanda göç alıp göç verdiği, evlerinin birer birer yıkıldığı kendi tükenişini yaşarken, öte yanda mahallenin son kabadayısını, onun geçmişteki zayıfı, bilhassa ırz ehlini koruyan delikanlı günlerinin hatırına neredeyse "zoraki" olarak çekmektedir. Daha yırtıcı ve aç olan yaslı Altındağ ahalisi ise günlerce yasını tuttuğu Cemali'nin intikamını, yine o kenar-şehirin kanunlarına uygun olarak, Kabadayı Mehmet'i Hergele Meydanı'nda öldürerek alır. Bu hesaplaşmalar, kan alıp kan vermeler Hacettepe'yi kendini tüketmeye yönelik bir gidişat içine sokarken, merkez -yenişehir sakinleri- nezdinde gittikçe büyüyen bir cezalandırma arzusu yaratıyordu. "Bu adamların bir yerde durdurulmaları gerekiyor!"du. Aynı dönemlerde Ihsan Doğramacı'nın hastahane projesi bu cezalandırma arzusuyla önemli ölçüde örtüşecekti.
Hacettepe ile ilgili sayısız öykü, olay ve rivayet anlatılabilir. Ancak merkez ile ilişkilerini hiç bir zaman sağlıklı olarak kuramamış olan kavgacı Hacettepe öyküsü, tüm mahallenin istimlak edilerek ahalisinin dağıtılmasıyla dramatik biçimde nihayetlendi. Mahalle içindeki Tacettin Camii ile bitişiğindeki Mehmet Akif Ersoy'un Istiklal Marşı'nı yazdığı dergah dışındaki bütün evler yıkılarak, yerine bugünkü Hacettepe Hastahanesi kuruldu. Daha da dramatik olan Hacettepe futbol takımının tüm istimlaklerin tamamlandığı bir tarihte, taraftarı olmayan bir devlet takımına, Şekerspor'a karşı kaybederek averajla ikinci lige düşmesi oldu (1968). O farklı takım, önce taraftarını sonra kimliğini kaybederek amatör kümeye kadar düştü. Bu eza yetmezmiş gibi, seksenli yıllarda, Melih Gökçek'in Keçiören Belediye Başkanlığı sırasında ismi "Keçiörengücü" olarak değiştirildi ve tamamen tarihe karıştı. Hacettepeliler istimlakler yüzünden Ankara'nın çeşitli semtlerine, hiç tanımadıkları, doğup büyüdükleri mahalle kadar sevemeyecekleri yerlere taşınmışlardı. Hacettepe susturulmuştu. Hastahane için bir başka arazi ya da boş bir yer yokmuş gibi özellikle bu kavgacı mahalle seçilmiş, istimlak edilmiş, kendi içinde tek bir hırsızlık olayına rastlanmayan, hırsızlar, yankesiciler, esrar satıcıları, bıçkınlar ve kabadayılar'ın Hacettepe'si ortadan kaldırılmıştı.
Tek parti döneminin gözde şehri Ankara, tüm seçkinci vasıflarını rahatsız eden "Hacet-tepeleri" yüzünden Cumhuriyet'le elde ettiği üstünlüklerini ellili yılları müteakiben tekrar Istanbul'a devrederken o kenarlardan böylece intikamını -gecikmiş dahi olsa- alıyordu.Ankara iç bir zaman tasarlandığı gibi seçkin bir kent olmadı. Hamurunda ne varsa ancak “o” olabildi. “Hacettepe”lerini kendi gelişimini aksattığı için cezalandırması bundandı. Çünkü her zaman yeni Hacettepe’leri oldu. Kendi kuralını koyan ve uygulayan Keçiören gibi, Çin Çin Bağları gibi yeni kenar-semtleri oldu. Geçmişten farklılıkları ise “kabadayı” geleneğinin yok oluşuyla birlikte rahatsız ve kavgacı kesimlerin ideolojik bir kimlik içinde ortaya çıkmalarıydı. Bugün Hacettepe’yi yaşadıklarıyla anlatan bir Kabadayı Mehmet de Yenişehir’le özdeşleşecek bir Nurullah Ataç da görebilmek mümkün değil. Bu, şehrin inşasında başat olan seçkinciliğin yenilgisi kadar kenar ile merkezin yakınlaşmasıyla da ilgiliydi. Ankara, ne tam Hacettepe, ne tam Yenişehir’di, belki de bunun için “kendi” olabildi. Geride kalanlar ise yalnızca rivayet ve mübalağaya açık hoş öyküler oldu.
Bu yazı, Birikim dergisinin Haziran-Temmuz 1996 Türkiye’nin Şehirleri Özel Sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder