Duymuş olabilirsiniz, çoğu futbol adamı Kadıköy Saraçoğlu Stadını kastederek “Böyle bir ortamda bir takımın maç kazanması çok zor” der. Fenerbahçe yenilmeyeceği için değil stadın havasını, tribünlerin sahaya yakın oluşunu, seyircinin baskısını düşünerek bunu söylerler. Memleketimizin stadyumları öncelikli olarak resmi geçitler, bayramlar için hazırlandığından ve “olimpik” düşünüldüğünden, seyirci alanın epey uzağındadır. Bizdeki “Stadyum” mantığının bir Helen hayranlığından mı yoksa farklı spor dallarının masseden bir işlevsellikten mi çıkartıldığını kestirebilmek zor. Gerçi –büyük harfle- Şeref Tribünü mantığı aslında bunu açıklamıyor değil. Fenerbahçe, tribünleri sahaya yaklaştırarak Kadıköy’ü yalnızca futbol için düşünülmüş bir stad yaptı.
Böylesi bir ortama, sahanın birkaç adım gerisinde başlayan tribüne ve “sese” alışmamış olan futbolcularımız için Kadıköy, her zaman hatırlanacak heyecan ve endişe verecek bir deplasman olacak. Dikkat edilirse takımlarımız seyirciyle bu denli yakın oynamaya alışkın olmadıkları için kimi rakip sahalarda hiçbir direnç gösteremeden o ses yoğunluğuna kolayca teslim oluyorlar. Kulüp takımlarının ve sonuç olarak milli takımın en aciz maçlarını bu tür stadlarda oynadıklarını hatırlayabiliriz.
İngiltere’de futbol stadlarında seyirci sahaya yakındır, korkunç bir gürültü dolar oyuna. Yaşanan her olaya tek bir kişiymişçesine tepki veren “güçlü ve garip” bir seyirci geleneği vardır. İspanya ya da İtalya’da olduğu gibi stad hoparlöründen tempo veren, slogan üreten birileri yoktur. Doğrusu gerek de yoktur. Kaçan bir gole, atılan bir şuta ya da gol kokan bir ana inanılmaz bir ses verilir. Alkış, hiç abarttığımı sanmıyorum, dünyanın hiçbir liginde olmadığı kadar eliaçık ve hakkaniyetle kullanılır. Önemli bir noktadır ki, taraftar asla ve asla kendi takımına, futbolcuna yönelmez. Sık kullanıldığı için söylüyorum: Holiganizm bahsinde bu fark akılda tutulmalı!. Bizde, en ufak bir başarısızlıkta “milyarlık eşekler, ruhsuzlar, sahtekârlar” diye tempo tutan, “hadi tekrar kazanın” diye sabır yapan (!), ama en ufak bir falsoda siktir çeken seyirciye “vefakâr” denir ya bir türlü anlayamam. Ve bu, futbolcusundan, teknik adamına, yöneticisine ve özellikle spor yazarlarına varıncaya kadar övgüyle yinelenir ya, bilmem nasıl açıklanır. Sakin bir sosyolojik tahlili mutlaka yapılabilir ama akıllara ziyandır doğrusu, değmez.
İngiltere’de taraftarlığın yine bizden önemli bir farklılığı vardır ki, kulüp sevgisini ve tavrını bir sonraki kuşağa devredecek, onu gelenekselleştirecek en önemli “gücüdür”. Taraftarlık, bizdeki yaşları küçük, teenage isyanı ve kör öfkesiyle hemhal olmuş kısa ömürlü gelip geçici tutkuya benzemez. Kulübün karakteristiğini, ritüellerini ve futbol anlayışını hikâye edecek farklı kuşakları vardır taraftarların. Stadın etrafında “yaşayan” ortak mekânları, eğlence yerleri, pubları, lokalleri vardır. O yüzden ne bizdeki kadar “genç” ne de maç öncesinde tribünde oluşan bir birlikteliktir bu taraftarlık. Takımları sahaya çıktığı an, seslerinin sahaya nasıl dolduğunun farkındadırlar. Ne kadar çok “ses” yaparlarsa takımın o kadar kolay vites değiştireceğini, gaza geleceğini bilirler.
Her ülkenin kendine özgü bir futbol geleneği, stadları ve taraftar kültürü var. Birini diğerinden ayırarak üstünlükler atfetmek niyetinde değilim. Bize dair eleştirilerim bile aslında hayıflanma... Ama gönlüm böyle bir taraftar kültüründen, bir de taraftar sesinin sahayı doldurduğu stadlardan ve takımlardan yana. Örneğin Monaco, ne kadar iyi oynarsa oynasın bana donuk gelir, parayla biraraya gelmiş bir takımdır sanki, soğuk ve kibirlidir. Sırf stadından dolayı böyle hissediyorum. Örneğin Hillsborough’da oynanan Sheffield Wednesday-Crewe Alexandre maçı çok daha zevkli gelir bana. Orta sahayı geçen her futbolcuya garip bir uğultuyla ses verir seyirci: Maçı seyredilir kılar, orada olmaktan zevk duyar. Uzun toplarla süren “dan dun” maça bile heyecan bulaşır.
Dünyanın en büyük ligi, harcamaları, spekülasyonları, İkinci Lige düşen şampiyon takımları, sürpriz sonuçları, uyum sağlayamayan yabancıları ve dev stadyumlarıyla İtalya. Hemen her futbolcunun hayalini süsleyen, oynamak için can attığı bir dünya vitrini. Maç kazanmanın zor olduğu, oyunun bu zorluk derecesine bağlı olarak çoğu zaman kilitlendiği, ağır sakatlıkların yaşandığı, hata yapmaktan ve riskten kaçınan bir anlayışın hakim olduğu bir lig aynı zamanda. Kaç zamandır televizyon yayınları nedeniyle seyirci problemi de yaşıyor. Seksen beş binlik Guiseppe Meazza Stadı o büyük boşluklarla nasıl da tatsız bir görünüm arzediyor. Dolduğu zaman inanılmaz olduğu kesin de televizyon işin içine girdiğinden bu yana pek olmuyor doğrusu.
İtiraf etmeliyim ki, ben bu kadar büyük stadları sevmem. Yapılış mantığı beni en baştan rahatsız eder, samimiyet değil de güç gösterisi vardır. Gücünü çokluktan alan bir taraftar bana hep “zayıf” ve “serseri bir mayın” gibi gelir. Hocadan, başkandan istifa ister, yedek kulübesindedir gözü... Kulübün önünde toplanır, transfer ister, bağırır ve tehdit eder. Yetinmesini bilmez, ister de ister! Diyeceksiniz hangi taraftar yapmaz bunları, bence bu tür stadların seyircisinde sinir katsayısı ve tazyiki daha fazladır. Bir de şu: bu kadar büyük bir stadta, örneğin Delle Alpi’de pas isteyen oyuncunun sesini duymak mümkün müdür? Ya da duyarlı bir seyircinin “çık ofsaytttan” bağırışını duyacak bir forvet... Ayrıca bana bu devasa stadların farklı takımlarca paylaşılması da garip geliyor. Örneğin AC Milan ile İnter’in, Lazio ile AS Roma’nın, Juventus ile Torino’nun aynı stadı paylaşması ne kötü!.. Çünkü buradaki paylaşmak, paylaşmayan çoğalamaz mantığı değil... Londra’nın benim hatırladığım İngiltere liglerinde oynayan onun üzerinde “büyük” takımı ve hepsinin kendine ait bir stadı var. Elbette bu stadlar, İtalyan ve İspanyol takımlarının o dev anası sahalarına benzemiyor. Ortak özellikleri tribünün “sahanın içinde olması”. En büyüğü Arsenal’in Highbury Stadı, Kırk bine yakın bir kapasitesi var. Sonra Tottenham Hotspur’un eski günlerini arayan White Hart Lane ile Chelsea’nin Stamfort Bridge’i geliyor, otuz binin birazcık üzerinde seyirci alıyor bu stadlar. Sonraki grupta West Ham United (Upton Park), Crystal Palace (Selhurst Park), Millwall (The Den) var. Mohammed Al Fayed ve Kevin Keegan ile hatırlanan Fulham’ın Craven Cottage, garip başkanlarının soyadını taşıyan Madejski Stadium ile Reading ve on bin civarında kapasiteleriyle Leyton Orient ve Brentford’un sahaları listeye teğellenebilir. Küçük de olsa kendine ait bir stadının olması o kulübün kimliğini, aidiyetlerini ve geleneğini biçimlendirecek bir lokomotiftir.
Memleketimizin futbol takımları, yoğun olarak şehirlerden beslendiği için stadyumlar, bayram törenlerine meze olmayı kaçınılmaz olarak sürdürecek. Ama hadi şehirlerden geçtim güçlü kulüp geleneği olan takımların örneğin İzmir takımlarının Alsancak’a sıkışması, hesapta futbol delisi bir ülkenin halini/aczini göstermiyor mu? [2001]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder