Hoca’ya Falanfilan Üniversitesinden Fahri Doktora
verilecekti. Bir öğleden sonra telefonla aramışlar, teşrif etmesini rica edip,
nezaketle konuşmuşlardı. Hoca hem hatırlandığına sevinmiş hem de üniversite
makamından iltifat gördüğü için gururlanmıştı. Karısı ödül sonrası bir konuşma
yapması gerektiğini hatırlatınca iki fıkra anlatıp teşekkür eder geçerim canım
diyerek kestirip attı önce. Karısı “iyi
peki” deyince bu defa huylandı, bu kadın ne zaman “iyi peki” dese aslında beğenmediğini, aklına yatmadığını anlıyordu.
Bir keresinde “gençler bu fıkralara
gülmüyor Nasrettin, anla artık” demişti. O dediği mıh gibi aklından
çıkmıyordu. Hâlbuki göle yoğurt çaldılar, oturdukları dalı kestiler diyerek
konuşmasını 15 Temmuz’a bağlayacaktı. Mahalle kahvesinde tanıştığı biri
vermişti o aklı ona. Hoca diyordu fıkrayı anlat 15 Temmuz’a bağla… Öyle bir
kere de değil, üç kere beş kere bağla! Bak göreceksin nasıl kıkırdayacaklar. İsterse
kıkırdamasınlar! Şimdi karısı yüzünü düşürüp, burun kıvırınca planları berhava
olmuştu. Ehh dedi oturduğu yerden kalkarak “fıkra
da anlatamayacaksam ne anlatacağım ben bu adamlara?”. Düşün Nasrettin
düşün! Odasına gidip kukumav kuşu gibi büzülüp düşünmeye başladı. İçinden
çıkılır gibi değildi.
Güzel Allah’ım türlü türlü dert vermiş ama derman da
vermiş. Hoca feysbuktan birilerine akıl sordu, kime danışayım dedi. Birisi
Hocam bu mizah işindekiler silme solcu elitist, gitsen konuşsan, lafı ta
Menderes’e getirir, İnönü’yü, 27 Mayıs’ı unuturlar. Astılar koca Başbakanı,
daha ne olsun şu bu. Bir başkası, kürsüye yumruğu vurmasını, kavuğu kimseye
devretmediğini söylemesini istedi. Hoca, peki dedi, tamam dedi ama saatlerce anlayamadığı
şeyleri okuyup durdu. Tek anladığı ve yaparım, ben bunu anlatırım dediği şey,
has hayranı olduğunu söyleyen, kendisine Hoca Reyis diye hitap eden
kullanıcının yazdıklarıydı. “Hocam sen
geleneksin! Bu geleneğin köklerini anlat cahillere”.
Hoca, başladı konuşmasını hazırlamaya. “Mesele” diyordu etli pilavı lüpletirken “kurumların sürekliliği.” Durup, düşündü, iyi bir başlangıç cümlesi olmuştu. “Biz bu mizahı yoktan devralmadık, evvela Bizans, ondan evvel Roma’yla, konuşa konuşa hasbihal ederek… di mi ama Hanım?” Karısı, pür dikkat onu dinliyordu diyemeyiz, “çok haklısın Nasrettin”i eksik etmiyordu ama asıl dizideki kötü adama öfkeleniyor, “şu çıyana bakar mısın, kandırdı yine kızı” diyerek hoşafını kaşıklıyordu. Hoca, tencereden bir kepçe daha aldı, mutluydu, bu doktorayı her bakımdan hak ediyordu.
“Evvela Bizans, ondan
evvel Roma, daha da evvel Antik Yunan” diyerek düşüncelere daldı. Her şeyi
bütün teferruatıyla sarih bir dille açıklayacaktı. Alkışları hayal etti, salon
kim bilir nasıl dolu olacaktı. Sadece güldürmeyecek, düşündürecek, gözleri
nemlendirecekti. Esnedi. Ne zaman bu kadar düşünse uykusu geliyordu.
Üniversitedeki tören beklenen ilgiyi görmemişti. Salon
bomboştu. Medya ve öğrenciler rağbet göstermeyince Rektör, “üç kişiye konuşamam ben, bütün memurları salona getirin” dedi
yardımcılarına. Etrafındakiler, birisi tivitırda paylaşır, rezil oluruz diyerek
bu fikirden vazgeçirdiler. “Erteleyin o zaman,
sonrasına bakarız, nelerle uğraşıyorum”
diyerek yürüyüp çıktı makam odasından. Hocanın olup bitenden haberi yoktu.
Törenin yapılacağı salonun ön avlusunda bekliyor, kendisine eşlik eden bir
asistan ve bir yardımcı doçent ile konuşuyordu. Buna konuşmak denirse tabii. Hoca,
kurulu makara gibiydi, üç gündür hazırlandığı konuşmasının en çarpıcı
bölümlerini, daha çok yardımcı doçente bakarak anlatıyor, arada duraklayarak,
çalışılmış bir edayla sakalını sıvazlıyordu. “Evvela Bizans, daha da evvel Roma”. İşaret parmağını sallayarak “Romalı Perihan vardı, onu hiiç
karıştırmayalım”. Adamlarda tık yoktu, varsa yok telefonları.
Hoca gençken benzer bir jestle “parayı veren düdüğü çalar” der kahvedekileri gülmekten işetirdi.
Laf, Perihan’a gelince ikisinin de en azından sırtaracağını ummuş, garip bir
biçimde hiçbir şey olmamıştı. İkisi de büyülenmişçesine telefonlarıyla oynamayı
sürdürüyorlardı. Yardımcı Doçent, “oğlum git bi bak, bu tören olmayacak galiba”
dedi. Asistan iç kısma, koridordan üst kata çıkmak üzere yanlarından ayrıldı.
Hocanın aklı kurumlardaydı “Haksız mıyım,
her kültür birbirinden besleniyor”. Yardımcı Doçent, donuk bir bıkkınlıkla
başını kaldırdı “Hocam, mutlaka siz daha
iyi bilirsiniz ama bu Bizans’ı karıştırmasanız sanki daha iyi olur”. Hoca,
hiç anlamasa da şaşkınlıkla “sahi mi
diyorsun?” diyebildi. “Valla öyle,
şimdi Bizans dersek bu millet kumpas anlar, bu millet kâfiri, bu millet öyle
deyince riyakârı anlar. Hocam sizin zamanınızda Timur vardı, nerden çıktı bu
Bizans?”. Hoca ufalır gibi olmuştu, bacaklarının ağrıdığını hissetti. Adam
saydırıyordu “Timur’un halktan kopuk, patrisyen,
elistist, darbeci, camiilerde şarap içiren alçak bir millet düşmanı olduğunu
anlatın Hocam” “Türk değil bir defa
Allahsız haysiiiyetsiz. Yemişim ben onun çekik gözünü, sarkık bıyığını. Hepsi
yalan. Düşün biz bu Fetö’yü Müslüman sandık. Ondan pay biç. ”
Asistan yanlarına döndüğünde Hoca bunalmıştı. “Sırf Müslüman olduğun için neler çektirdi bu
Timur sana!” Bağırdıkça bağırıyordu: “Fil
ne demek? Fil ne demek?” Yardımcı
Doçent, birden o hararetli ruh halinden sıyırılıp asistana döndü “Ee” dedi “evladım konuşsana ne olmuş törene?”. Asistan kulağına eğilerek bir
şeyler fısıldadı. Hoca tören düşünecek halde değildi. Kaç gündür çalıştığı
konuşmayı halı silkeler gibi silkelemişti karşısındaki adam. Prostatı zorlamış,
içi sıkılmıştı, küçük abdest diyerek kendini tuvalete zor attı.
Döndüğünde avluda kimseleri bulamadı. Yerleri paspaslayan
çocuğa sordu, bilmiyordu, “Çankırılıyım
ben” dedi çocuk, hiç duymadım estek köstek. Salona baktı, koridora çıktı,
ne Yardımcı Doçent ne de asistan vardı. Aklı fikri “kurumların sürekliliği ve
mizah” adını verdiği konuşmasındaydı, şu Yardımcı Doçent’i bulsa “hiiiç öyle değil bi defa” diyecekti. Adamın
bağırır gibi söyledikleri kafasını karıştırmıştı ama aklettikleri yabana atılır
gibi değildi yani. Koridorda yürürken asistan koşarak arkasından geldi. Törenin
ileri bir tarihe ertelendiğini, Rektör Beyin acil bir işi çıktığını ve bir sürü
ıvırı ve kıvırı dinledi ondan. Arabayla eve bıraktılar. Karısı her zaman olduğu
gibi dizi seyrediyordu. Hoca bir süre hanımının karşısında oturdu. Evin içi
havasız gibiydi, kalbi daraldı. Baktı, ocakta dünden kalan yemekler.
Reklamlar başlayınca karısı ona döndü “Aldın mı doktorayı Tontişim” dedi, yüzü
gülüyordu. Hoca, daha büyük bir ontolojik sıkıntı içinde olduğu için cevap vermedi.
Ne dese boştu! Hülyalı hülyalı salondaki vitrine bakmayı sürdürdü. Neden sonra “direneceğim, bir fikrim var,
vazgeçmeyeceğim. Bugün olmazsa yarın, o da olmadı öbür gün ben bunu yazacağım”
dedi. Karısı onu destekliyordu “Yaparsın
tabii Nasrettin, senden iyi kim yazacak?”. Hoca iştah ve heyecanla ayağa
kalktı: “Bunu kitap olarak yazacağım, kırk
gün odamdan çıkmadan, hiç uyumadan yazacağım. Kıyamet kopsa masamdan
kalkmayacağım”. Hoca içeriye, odasına giderken karısı çekirdek çitleyerek
televizyonun sesini biraz daha açtı, “reklam
almıyor bu dizi, yakında kaldırırlar”
Hoca masasına oturdu, beyaz bir kâğıdı önüne çekip, kırmızı
kalemle, ilk sözcüğünü sayfanın üst tarafına özenerek istifledi: “Giriş”, sonra
onu karalayıp “önsöz” sonra onu da karalayıp “birinci bölüm” yazdı. En iyisi
böyle başlamaktı. Kitaba daha çarpıcı bir isim koymaya karar verdi. “Doğuran
Kazan” olabilirdi. Ya da “Kırpılan Yıldızlar.” Bir saat kadar sonra, yüzünden
uyku akarak karısının yanına gitti: “Ben
yatıyorum Hanım, çok uykum geldi. Şekeri fazla kaçırdım galiba”. Odasına
geri dönerken “kitabı sonra yazarım”
diye ancak kendisinin duyacağını bir sesle mırıldandı. Uyudu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder