Cuma, Eylül 14, 2018

Ditko’nun ardından: Çizgili kıyametler içinde ergen bir örümcek


Türkiye’de çizgi romanının yaygınlaşması, 1930’lu yıllara denk gelir. Fransızları modelleyerek çıkarttığımız çocuk dergilerimizde Flash Gordon, Brick Bradford, Jungle Jim, Mandrake gibi kahramanlarla karşılaşırız. Turhan Selçuk, Suat Yalaz veya Şahap Ayhan gibi öncü çizerlerimiz o çizgi romanları okuyarak büyülenen çocuklardandır. Hemen hepsi etkilendikleri çizgi romancıları sayarken o dönemin Amerikan çizgi romanlarından ve onların yaratıcılarından bahsederler. Üstelik bu konuda yalnız değillerdir. Durum Fransa’da da İtalya’da Arjantin’de de aynıdır. Hollywood nasıl ülke kültürlerine sirayet ederek yerli üretimleri biçimlendirmişse, dünyada çizgi romanın yaygınlaşmasını sağlayan, Amerikalıların Golden Age dedikleri dönemin ürünleri olan, reel çizgili, serüven temalı hikâyeler aynı yoğunlukta bir etki yaratmıştır. Ülke çizgi romanları hemen her yerde hayranlıkla,  taklitle, benzerlerini üretme arzusuyla şekillenmiştir. Sonra herkes, kendi hikâyelerini yazmış, o hayranlıktan yıl be yıl uzaklaşmıştır.

İronik bir biçimde, Amerikan çizgi romanı da farklı bir yönde gelişir, öncesinde Hollywood’a öykünen hikâye yoğunlaşmasını gazetelere bırakıp, çocuklara yönelik, daha fantastik, süper kahramanlarla gelişen bir dergicilik evresine geçerler. Bu değişim, 1950 yıllardaki, çizgi romanın asıl okurları olarak görülen çocukların ne-nasıl hikâyeler okuması gerektiğine dair sonu sansürle biten tartışmalarla katmerlenir. Yasalar, çizgi romanda çocuksuluğu garanti ediyordur artık. 1960’larda her biri bir başka insanüstü özelliğe sahip süper kahraman ve süper kötüler evreni piyasayı doldurur. Buna olağanüstü bir şaşırtmayı, grotesk bir kötüyü, tuhaf bir yaratığı içeren, tek boyutlu kahramanın mutlak zaferiyle sonuçlanan, karakter derinliği içermeyen bir anlatı evreni demek daha doğru olabilir. Öyle ki, bugün çizgi roman dünyasının en bilinen isimlerinden biri olan Stan Lee, birlikte çalıştığı çizerlere bir hikâye anlatıyor (bu fasla dikkat, yazılı bir senaryo vermiyor), sonra da çizilmiş sayfalara, anlatım kutuları ve balonlara, bitmiş bir işe “sözler” ve açıklamalar yazıyordu. Büyük bir süratle üretilen, az sayfada anlatılan, o sayıda başlayıp biten işlerle dolu dergiler yayımlanıyordu. Yoğun bir rekabet içinde zamanında çıkmak, devamlılık sağlamak, sanattan çok piyasayı kollamak daha önemliydi. Kahramanların olağanüstü gücü, laboratuvarlarda yapılmış deneylerden de çıkıyordu, uzaylı olmalarından da… Sürekli denemeler yapılıyor, her biri birbirinden tuhaf naif süper kahramanlar zuhur ediyor, tutmayanlar birkaç sayı içinde kapanıp gidiyordu. O hengâmede Örümcek Adam yayımlandı, tutmazsa hemen unutulabilecek işlerden biriydi.

Örümcek Adam, 1962’de yayına başladığında yazarı Stan Lee 40, çizeri Steve Ditko ise 35 yaşındaydı. İkisi de deneyimliydi, işine hakkını vermek istedikleri tahmin edilebilir ama Örümcek Adam hayatlarının projesi de değildi ama sonuçta başarılı oldu. Ditko’nun bir başına ölümü ve münzeviliği bile, kabul edelim, bu başarı yüzünden konuşuluyor. Şunu soralım o zaman, Örümcek Adam, nasıl oldu da bu kahraman kalabalığının içinden sıyrılabildi? Neyi farklıydı da yaşayabildi? Bir popüler kültür ürününün çoksatar olması için hem piyasadaki pek çok anlatıya benzemesi hem de hiç benzememesi gerekir. Bir başka deyişle, ayrıksı duran bir tarafı olması ve yine de popüler olan başka ürünleri hatırlatması şarttır.


O dönem, global popüler kültür soğuk savaşın etkisi altındaydı ve serüven edebiyatı, dönüp dolaşıp, dünyanın “son anda” kurtarılması fikrine dayanıyordu. Kötü adamlar, Marslılar, komünistler, meşum kadınlar, yaratıklar dünyayı -Amerika’yı- ele geçirip köleleştirmek, kan emmek, rejimi değiştirmek, herkesi öldürmek, nükleer bombayı patlatmak vs. istiyorlardı. Batman ve Süpermen, mucizevi bir biçimde, son nefeste, saniyeler kala olup bitene engel oluyorlardı. Bu bayık senaryo, biteviye tekrarlanıyor, bir çizgi romanı diğerinden ayıran şey, enikonu kötü adamların çeşitliliği oluyordu. Kötü adamların tuhaflığı olmasa bir hikâyeyi diğerinden ayırmak imkânsızdı. Stan Lee’nin başkalığı sanıyorum, muzip diyaloglarıydı, iyiyle kötü savaşırken asıl farkın, atılan yumruklardan çok narsistik sözler olduğuna inanıyor, haşin ve büyük laflarla dolu o ağız dalaşını espriyle yumuşatıyordu. Ditko, yine bana göre, tam da o yıllara özgü, garip bir gerginliğe sahipti,  çocuk okurlara göre üslubu karanlıktı, kötü adamları, kötü adamları andıran kahramanları severek çiziyordu.

Stan Lee, Örümcek Adam’i, sokakta görsek bizimle “abi” diye konuşacağı aşikâr olan, kendi halinde,  akıllı uslu ergenlerden biri olarak tasarlamıştı. Reçete belliydi, o yeniyetme, gözalıcı kostümüyle sokağa çıkıp kötülerle savaşıyor, kimse de onun kim olduğunu anlamıyordu. Ditko, Dr.Jekyll-Mr.Hyde ikiliğinin tekinsiz tarafını başarıyla resmetti. Alelacayip yaratıklar, uzayan kollar ve bacaklar, geriye ve ileriye doğru beklenmedik biçimde kaykılan vücutlar söz konusu olduğunda iştahlanıyor, anatomiyle istediği kadar oynayabiliyordu. Bugün anlıyoruz ki, Stan Lee, Peter Parker’ın soap opera kıvamından okurun hoşlandığını hemen sezmişti, kırık kalpli ergen örümcek, düşmanla ölesiye savaşıyordu ama aşık olduğu kızlar karşısında tiril tiril titriyor, pare pare eriyordu. Örümcek Adam, böylelikle altmışlı yılların kıyametvari hikâyelerinden biri olmaktan çıkıp ergenlerin dünyasına evrildi, yeni bir sentezle varoldu.  Ditko’nun hafif ürkünç Örümcek Adam’ı yerine, bir başka çizerin, yıllarca güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler çizmiş John Romita’nın gelmesi bu bakımdan doğru bir tercihti.

Ditko’nun neden diziden ve Lee’den ayrıldığını tam olarak bilmiyoruz. Bugün, kadri bilinmemiş sanatçı hikâyelerini sevenler olarak Ditko’nun ardından, hafif buruk konuşuyor olabiliriz ama el hak, Romita, Örümcek Adam’a daha uygun bir sanatçıydı. Bu değişiklik bence, Örümcek Adam’ın ömrünü uzattı. Bunu piyasanın işleyişi ve evrimi bakımından iddia ediyorum. Ditko’nun katkısı, dizinin ilk çıkışındaki, rekabet koşullarıyla başa çıkabilecek ortalamayı tutturmasındaydı, hem yeniydi hem değildi, klişeleri bilerek üstüne koyuyordu. Mahirane bir çizerdi, bütün büyük sanatçılar gibi tek bir çalışmayla anılmak istemedi galiba, farklı türlerde üretim yapmaya yöneldi. Hemen ayırd edilen, tasarlanmış bir sertlikle bir tarzı vardı. İnzivaya çekilmesi, medyadan uzak durması,  siyaseten Ayn Rand çevresine girmesi, felsefeyle ilgilenmesi, kırkından sonra fotoğraf çektirmemesi, anarşizan sağcılığı hakkındaki muammayı epeyce artırdı. Amerikan popüler kültürünün ilginç münzevilerinden biriydi, Peter’in çocuksu yüzünü göstermeyi sevmemesi boşuna değildi.




#Tarih, Ağustos 2018.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails